Görev Beni Çağırıyor... Seni de...

18 Kasım 2009 Çarşamba

Tatlı Acı!!!

Kalem kağıdı karalar... 
Beyaz kağıt aldı yaralar... 
Kalemin kağıda yazdığı engin deryalar... 
Yolumuza ışık oldu daim zamanlar... 
 Güneş yaktı ham elmayı.. 
Yanarak ekşi elma tatlandı... 
Yediğinde damağında kaldı tadı.. 
Elmanın hiç yanmadı mı canı? 
 İşin sırrı buymuş demek.. 
Emek vermeli her işe emek!... 
Canımız yanmalı pişene dek... 
Acı bile zamanla tatlı gelecek...
Haccecan
18 Kasım 2009
Son sonbahar...

4 Kasım 2009 Çarşamba

Başlık Yok!!!!

Yazmalısın...
Yazmalısın...
Hadi ama yazmalısın Haccecan...
Seni merak eden Sufi için... Allımorlu için yazmalısın...
Bloğunu açtığında yeni birşeyler okumak için gelen fakat yeni yazı ile karşılaşmayanlar ve bunu hiç dile getirmeyip "Haccecan yine yazmamış" diye akıllarından bir saniyelik düşünce olarak geçtiğin bloğunun ziyaretçileri için yazmalısın....
En önemliside kendin için yazmalısın...
Yazmaya nereden ve nasıl başlayacağını bilmiyorsun biliyorum... Saçmalayarak başlayabilirsin mesela... Seni okuyanlar hoşgörecektir...

Hayat yolunda sert bir viraj çıktı önüne... Uçuruma düşmek ile yola devam etmek arasında kaldın... Durmak hiç aklına gelmedi... Sonu uçuruma düşmek bile olsa; devam etmeliydin... Biliyordun ki durmak ölmekti... Hala yaşadığına göre durma vakti değildi...
Tamam bu kadar saçmaladığım yeter...Sözü sana bırakıyorum Haccecan...

Babamın ölümü çok koydu bana... Önceden yakınını kaybetmiş tanıdıklara "başın sağolsun!" derken ki ben ile şimdi ki ben arasında büyük bir fark var. Acıyı yaşamış olmak ile acıyı yaşamış gibi davranmak arasında baya bir fark varmış.

Babamın vefat ettiği günün (31 Ağustos 2009) sabahı saat 09:00 sularında babamla telefonda konuşmuştum. Yapmayı planladığı iş için benden ve kızkardeşimden para istemişti bir gün önce. Babamla yaptığım son telefon görüşmesinde ay sonuna yetecek kadar paramın olduğunu, istediği parayı veremeyeceğimi söylemiştim. 15 gün sonra parayı ödeyeceğini söylemesine rağmen para gönderemeyeceğim demiştim. Yeni düğün yapan ve bir sene boyunca bütün maaşını düğün borçlarına yatıracak olan kızkardeşimden ve düğünde şurada yazan olayları yaşayan benden düğünün üstünden bir ay geçmeden nasıl para isteyebiliyordu? Kendimce tavır koymuştum babama. Son telefon görüşmesinin sonunda da Kıbrıs'a staj yapsın diye gönderdiğimiz ama oradada başaramayan odunumun (erkek kardeşim) uyandığında telefonla beni aramasını söylemiştim babama. Bu son telefon görüşmesinden iki saat kadar sonra bizim ev telefonundan cep telefonum arandı. Ben odunum beni arıyor diye düşünürken komşumuz "Babanızı hastaneye kaldırdık, haberin olsun" deyip telefonu kapatmıştı. Ne yapacağımı, ne düşüneceğimi şaşırmıştım. 5 dakikalık yol değil ki hemen hastaneye gidip neler olup bitiyor bakayım... İlk önce kız kardeşimi aramak aklıma geldi ancak onu aramak hiç bir şeye çözüm sağlamayacağı gibi onuda panikletmiş olacağımdan onu aramaktan vazgeçtim. Halbu ki komşunun oğlu kızkardeşimi benden önce aramıştı. Kız kardeşimde panikletmemek için beni aramamıştı. Birbirimizden habersiz babamızdan haber alabilmek için telefonla memleketteki akrabaları arıyorduk. Babamı hastane de kontrol etsin diye büyük halamı aradığımda telefonuna cevap vermedi. Ondan küçük olan halamı telefonla aradığımda sesini tanımadığım birisi çıktı telefona. Ben panikle "halamı aramıştım ama?" dediğimde "yanlış numara!" deyip kapatmıştı karşıda ki beyefendi. Meğersem halam telefon numarasını çoktan değiştirmiş halamın eski telefon numarasını ise başka birisine satmışlardı. Onun üstüne kayıtlı olan diğer numarasını aradığımda halamın oğlu telefona çıkmış "Babamı hastaneye kaldırmışlar abi, hastaneye gidip babamı kontrol edebilir misiniz?" diye haber etmiştim. Ardından küçük amcamın evini arayıp onlara da hastaneye gidip babamı kontrol etmelerini istemiştim. Bütün akrabaları ayağa kaldırmıştım. Ben son derece heyecanlı, meraklı ve üzüntülü bir halde yoğun telefon görüşmeleri ile uğraşıyorken; yanlış numara diye aradığım numaradan bir mesaj geldi. Mesajda: "Belki yanlış aradınız ama itiraf edeyim sesiniz çok etkileyici" yazıyordu. Allahhh sen misin bunu yazan... Ben düşmüşüm, zor durumdayım, canımla uğraşıyorum elin herifinin derdine bak!!! Nasıl yazarsın ulan sen bunları bana... Pis sapık!! deyip ağzıma gelen bütün küfürleri mesajı yazan telefon numarasının sahibine söylemek için onu aramıştım ki... Telefonu meşgule atıp ardından bir mesaj daha attı. Mesajda; "Ters bir laf söylersiniz diye korkudan açamıyorum. Özür dilerim" yazmıştı. "Seni Allah'a havale ediyorum şimdi seninle uğraşamam" deyip yoğun telefon trafiğinin içine tekrar döndüm. Hastaneye gitmesi için gönderdiğim akrabaların telefonlarını aradığımda kimse telefonu açmıyordu. Bir şeyler ters gidiyordu... Seziyorum ama o an ölüm aklıma gelmiyor. Zaman ilerledikçe bende ki merak, üzüntü, tedirginlik artıyordu. En sonunda halam telefona çıkmış ağlayarak "kızım babanız hastanede acil gelmeniz gerek" diyordu. O an babamın öldüğünü hissettim ancak "öldü" diye kulağınızla duymayıp gözünüzle görmediğinizde ölüme inanamıyorsunuz. Hatta gözünüzle cesedini görseniz dahi öldüğüne inanmak çok zor geliyor. Hüthütle birlikte iş yerinden çıkıp evime geldik. Apartmanın merdivenlerini çıkarken telefonla Herküliye ablamı arayıp babamı hastaneye kaldırdıklarını, acil memlekete gitmem gerektiğini, evime gelip bana destek olmasını söylüyorum. 5 dakika sonra Herkülüye ablam geldi. "Babam öldü biliyorum, bana söylemiyorlar Herkülüye abla" dediğimde "Dur ben şimdi işin aslını öğrenirim, sana bir şey söylemezler ama bana söylerler" diyerek cep telefonumu alıp amcamı aradı. O panikle amcam diye bizim başkanı aradık. Herkülüye ablam yanlış adamla konuştuğunu anlayana kadar yaşanan diyaloglar çok komikti ancak yaşadığımız olayın üzücülüğü nedeniyle gülememiştik. Bu yazıda ölüm üstüne olduğu için kimsenin gülmemesi için bu komik diyalogu yazmıyorum. Aslında ölüm dendiğinde neden hep üzülmemiz ve ağlamamız gerekiyor bilmiyorum ama sanırım bizden öncekilerden böyle gördüğümüz için ağlıyoruz. Ölüm aslında bir son değil, boyut-hayat-dünya değiştirmekse bu kadar üzülmek doğrumu bunu sorgulamak gerekir. Bunu sorgulayacakların başında geldiğim için şu aralar zaten ölümü sorguluyorum. Neyse konu dağılmasın... Herkülüye ablam amcamın telefonunu aradığında telefona halamın kızı çıktı. Amcam o sıra ağlamaktan telefonda konuşamadığından halamın kızı telefona çıkmıştı. Benim telefonumdan Herkülüye ablamın aradığını gören halamın kızı gerçeği söylemekte sakınca görmediğinden babamı kaybettiğimizi telefonda söylemiş, herkülüye ablamın yannda duran ben ise bu haberi kulaklarımla duymuştum. Öldüğünü hissettiğim babamın ölümünü kulağımla duyduktan ve bütün umutlarımın sönmesinden sonra hıçkırıklara boğulduğumu söylememe gerek yok sanırım. Ama ben ablaydım!!. Kendimi hemen toplayıp kardeşlerime kol kanat germeliydim. Bu yıkıcı haberin bizi yıkmasına izin vermemeliydim. Babamın hastaneye kaldırıldığını sanan kız kardeşim görev yaptığı il merkezinden eşiyle otobüsle gelip beni alacak, daha sonra memlekete beraber geçecektik. Ölüm haberini kız kardeşim gözümün önüne gelene kadar ona söylemedim. Bu acı haber için onu alıştırmam gerekiyordu. Telefonda kendisini her şeye hazırlamasını telkin ediyordum. Bu arada İstanbulda ki abime telefonla ulaşamadığımdan 7 aylık hamile olan eşini aramak zorunda kaldım. "Abimin hemen beni araması gerektiğini" söylemem üzerine meraklanan yengemin ısrarlı sorusuna karşılık babamı hastaneye kaldırdıklarını söyleyebildim ancak. Ani bir üzücü haberle daha üzücü olaylara neden olmak istemiyordum. Abim beni aradığında ise gerçeği söylediğimde inanmakta zorlanan abimi babamın öldüğüne ikna etmem zor oldu. Doğum için İstanbul'da abimin yanında olan anneme alıştıra alıştıra ölüm haberini söylemesini abime telefonla söylüyordum. O telefon görüşmeleri hayatımda yaptığım en zor telefon görüşmeleriydi. Sonrasında yol için hazırlanmam gerekiyordu. Apartmanın giriş kapısının önünde 30 çuval kömürüm evimde ki odunluğa taşınmayı bekliyordu. Hızırla bir tuttuğum Herkülüye ablam ben ağlamakla meşgulken bu işi hallediyordu. Evimin anahtarını bir arkadaşına bırakmış, kömürlerin taşınmasını sağlayacaktı. Hüthüt ve Ümütçüğüm ise çamaşır makinasında asılmayı bekleyen çamaşırları asmıştı. Ben ise valizimi hazırlamıştım. İl merkezinden otobüse binen kızkardeşim ve kardeşçalanın gelmesine ise az kalmıştı. Hüthüt ve Ümütçüğümle vedalaştıktan sonra Herkülüye ablam ve ben otobüse binmek üzere yol kenarında beklemeye başlamış bu arada düğünde yaşadığımız güzel günleri hatırlayarak babam için gözyaşı döküyorduk. Otobüs geldiğinde ise bavulları otobüse yerleştirmiş, kızkardeşimin yanına kardeşçalan kalkmış ben oturmuştum. "Abla babamdan yeni bir haber var mı?" diye soran kızkardeşimin gözlerinin içine bakıp "Babamızı kaybettik" deyivermiştim. Ondan sonra ise kızkardeşimle sarılıp ağlamaya başlamıştık. Çaresiz, zavallı, terk edilmiş çocuklar gibi ağlıyorduk. Acıdaştık... Bizi en iyi biz anlardık.... Nefes almakta zorlanıyor, herşeyin çok anlamsız olduğunu düşünüyordum. Sabah telefonla konuştuğum babam artık yok tu... Yok... "Yok"u sorguluyordum. Var ve yok... Bu kadar basit mi herşey? İnsanın aklı almıyordu. Yolculuğumuz 9-10 saat sürecekti. Düşünmek ve sorgulamak için hayli vaktim vardı. Bütün anılar tepeme üşüşmüştü. Kah ağlıyor, kah kızıyor, kah üzülüyordum. Diğer yolcuların meraklı bakışları arasında kendi başıma bırakılmışlığımın dışına çıktığımda oluyordu. İçime döndüğümde ise fırtınada boğulmamak için nefes almak için uğraşmaya devam ediyordum. Böyle habersiz gitmesine çok kızmıştım. Her şeyi yarım bırakıp gitmişti işte. Biz hep yarımdık. İlişkimiz hiç bir zaman tamam olmamıştı ama bir gün tamamlanacaktı. Ben hep bu umutla yaşamıştım. Bütün sorunlarımızı halledip, geçmişe set çekip güzel günlere kucak açacaktık. Dünyaya gelecek olan ilk torununu kucağına almadan nasıl gidebildi?
Sabah telefon görüşmesinde para gönderemeyeceğimi söylediğim için içimde büyük bir pişmanlık vardı. Ne zaman para istediyse göndermiş, para istediğinde göndermediğimde ise ölüp gitmiş beni pişmanlığımla başbaşa bırakmıştı. Yine yapmıştı yapacağını işte. Her zaman haksız haklı olup çıkıyordu!

Ölümü babamın istediğini hiç sanmıyorum. Yapmayı düşündüğü işler için bizden para istiyorsa daha uzun yıllar yaşamayı planlıyor olsa gerek. Planladığı hiç bir şeyi şu zamana dek gerçekleştirememiş olan babamın ölümü bile planı dışında gerçekleşmişti.

Otobüs yolculuğu kendi iç dünyamda fırtınalarla uğraşmakla geçerken otobüste komedi filmini seyreden yolcuların kahkahalarıyla kendime geliyordum. Ben acılar içinde yüzerken diğer insanların acılarımdan bihaber kahkahalarla gülmesi benim için tam bir imtihandı. On saatlik yol on asıra bedeldi.

İl merkezine vardığımızda araç değiştirip yola devam ettik.
....
Evimizin önündeyiz. Arabadan gözü yaşlı indik. Evimizin bütün ışıkları açık. Evin önünde bekleyen insanlar var. Amcamı gördüm. Sarılıp ağlamaya başladık. O dev adam iki büklüm olmuş, çocuklar gibi ağlıyordu. İri vücudunun altında her zaman bir çocuk vardı zaten. O çocuğun acısı da büyüktü. Abisini, kardeşini ,oyun arkadaşını aniden kaybetmişti. (Haccecan başkalarının acılarını yüklenmeyi bırak! Kendi acını yüklen ve onu sırtlan ilk önce!!!)

Eve girdik ve oturduk. Odaya gelenler bize gözleri yaşlı olarak sarılıyordu. Ağlıyorduk ama elimizden birşey gelmiyordu. Elimizden birşey gelmeyeceğini bile bile çaresizce ağlıyorduk. "Ne olur bunun bir rüya olduğunu söyleyin" sözleri dökülüyordu ağzımdan.. Kimseden ses çıkmıyordu. Tekrar bir umutla "Ne olur bunun bir rüya olduğunu söyleyin" diyordum. Yine kimseden ses çıkmıyordu. Yaşadığımız hayat mı bir rüya, rüyalar mı bir rüya yoksa ölüm mü bir rüya? Kim bilir?

Odunum yanıma oturmuştu. Ölüm olayının detaylarını yavaş yavaş öğrenmeye başlıyordum. Çalan cep telefonunun sesine uyanan odunum, babam neden telefona bakmıyor ki diyerek sesin geldiği odaya gittiğinde babamın kanepenin üstüne yığılıp kaldığını gördüğünde "baba bunu bana yapma!!" sözleri erkek kardeşimin dilinden dökülmüş. Babamın taş kesilmiş vücuduna dokunduğunda çoktan öldüğünü anlamasına rağmen ölümü yakıştıramadığı babama yardım getirmek için komşulara koşmuş. Bir insanı yetiştirirken yapılabilecek en büyük yanlışı kardeşime de yapmıştık. Tek başına karar vermesini öğretmediğimiz kardeşimiz ilk yardımdanda bihaberdi. Gerçi alıcıları kapalı olan insana ne verirsen ver geri tepiyor oda ayrı konu... Ardından babama yapılan ilk müdahaleler, 112 ambulansının gelmesi ve babamın hastaneye kaldırılması. Olayın bize telefonla haber verilmesi.

O gece Herkülüye ablam herkesi evine gönderdi. Kızkardeşim, ben ve erkek kardeşim üçümüz aynı yatakta yattık. Ramazan ayı olduğu için sahura kalktık. Sahurda komşuların getirdikleri yemekleri yedik. Sabah ezanıyla halam bize geldi. İstanbuldan gelecek olan abim, annem, amcam, halam gelene kadar babamın cesedi ise morgda bekletildi. Sabah 07:00-08:00 arasında ise annem ve halam eve ağıtlar yakarak girdiler. Annemin eşine yaktığı ağıt, halamın "kardeşim!!!!!!" diye bağırmalarını şu an bile duyabiliyorum. Saat 11:00 kadar evimiz ağlayan bir sürü kadınla doldu. Çoğunu tanımıyorum ama birçoğu babam için ağlıyordu. Hepsi babamın yaptığı iyilikleri anlata anlata bitiremiyordu. Bazen "aynı adamdan mı bahsediyoruz acaba?" diye kendime sormadım bile değil... Babam evlatlarına gösteremediği sevgi, ilgi, iyilik meğer ırmak olmuş akıp gitmiş... Bu ırmak bir tek bizi ıslatmamış, bir tek biz nasiplenememişiz diye düşündüm. Bu nasıl bir gurur yaaaa... Ağlayan kalabalığa biraz daha dikkat kestiğimde yapılan dedikoduları, boş konuşmalarıda duyuyorsunuz. İçinizi öfke kaplıyor ancak bir şey diyemiyorsunuz. O sabah babamı ayakta sapasağlam gören tanıdıkların, komşuların da babamın ölümüne inanması çok zor oldu...

Saat öğlen 12:00 sularında babamın cenazesi, cenaze aracıyla evimizin önüne getirildi. Gözyaşları sel olup aktı. Ben babamın yüzünü görmek istediğimi söyledim. Baş ucunda büyük halam ve ben vardım. Babamın yüzü açıldığında yatan bu cesedin babama ait olup olmadığı sorusu aklıma geldi. Sanki babama benzemiyordu. Babam hala yaşıyor muydu yoksa? Ölümü hala babama yakıştıramıyordum. Sonsuz bir yaşamın bir parçası olduğumuzdan mı böyle hissediyoruz acaba? Bir yanım ölümünü kabul etmiyorken diğer yanım bu babamı son görüşümün olduğunu söylüyor gözlerimden yaşlar sicim gibi akıyordu. Hoca babamın kefenini tekrar bağladı ve tabutun kapağı kapandı. Tanıdıklar babamın tabutunu omuzlarının üstüne alıp cenazesini araca götürdüler. Öğle namazını mütakiben kılınacak cenaze namazıyla şehir mezarlığında toprağa verilmek üzere büyük camiye giden babamın arkasından son kez baktım... İşte bu babamı son görüşümdü...

Çok geçmeden babamın borçlu oldukları insanlar borçlarını dile getirmeye başladılar. Babamın borçları için kızkardeşim ve kardeşçalan düğünlerinde takılan altınların parasını hiç düşünmeden verdiler. Kardeşçalan artık gözüme girmişti. Odundu modundu ama kötü gün dostuymuş. Onun hakkında konuşanı artık yakarım. Ben hariç kimse onun hakkında artık kötü konuşamaz ona göre....

Acı haberi duyan tanıdıklar telefonla başsağlığı için aramaya başladılar. Her telefonla veya yüz yüze başın sağolsun diyen ve olayın nasıl olduğunu soranlara ezberlediğim bir kaç sözü papağan gibi tekrarlayıp durdum. O kadar çok tekrar ediyorsunuz ki artık olay üzülme boyutundan çıkıyor ve tanıdığınızın cenazesi için koşturan bir arkadaşmış rolüne bürünüyorsunuz. Öldü daha neyi neden soruyorsunuz ki... Boş laf hepsi boş...
Şuna emin olabilirsiniz ki hayatınızda tanıyabileceğiniz, tanımlayabileceğiniz çok farklı bir ruhtu babam. Kendimi tanımlayamamın sebebi babamı tanımlayamamdan kaynaklanıyor. Tanımlayamadığım babam gibi kendimide tanımlayamadan ölüp gideceğim...

Hafızalara kazınan bir haftanın sonunda tekrar yaşadığım şehre dönüyorum. Başın sağolsun diyenlere sağol diyecek gücü kendimde bulamadığımdan İşin ilk günü işe gitmeyip evime kapanıyorum. O gün "Çocuklarıma Hitaben" adlı yazıyı bloğuma yazıyor kah ağlıyor kah düşüncelere dalıyorum. İlerleyen günlerde ise başın sağolsun diyenlere gülerek "sağol" diye cevap veriyorum. Öyle böyle değil resmen gülüyorum. 32 dişim görünüyor. Psikolojimin bozulduğunu gören insanların bakışları daha da farklılaşıyor bana karşı. Umursamıyorum....

Sizin acınıza karşı kimin samimi olduğunu, kimin söylemiş olmak için "başın sağolsun" dediğini o kadar iyi anlıyorsunuz ki... Yinede herkesi bir tutuyorsunuz... Herkese karşı aynı sözleri söylüyorsunuz...

9 Ekim gününde ise kendime yaptığım yolculuğa başlıyorum. Herşeyden ve herkesten kaçıyorum. Sırtımda 15-20 kiloluk bir çantayla geceleri çadırda kalarak, dağlarda yürüyerek, bir sürü hayatla ve insanla tanışarak bambaşka bir maceraya kendimi atıyorum. Bu sefer yalnız değilim. Bu apayrı ve upuzun bir hikaye ve başka bir yazının konusu... Kendime yaptığım yolculukta kendime dönüyor muyum? Bilmiyorum...