Görev Beni Çağırıyor... Seni de...

31 Ocak 2009 Cumartesi

Davos hakkında düşündüklerim


Uzun süredir hiç böyle mutlu olmamıştım. Dün ayaklarım yere basmıyordu. Televizyonla ve siyasetle sıkı fıkı alakası olmayan ben Davos Zirvesi'nde yaşananları dün öğle saatlerinde öğrendim. İlk defa televizyonumun uydu ayarlarını yaptırmadığım için kendime kızdım.
Bütün haber kanalları başbakanımızın Davos Zirvesinden kalkıp gitmesini baş haber olarak veriyordu. Görüntüleri önyargısız, tarafsız, duygularımı ön plana çıkartmadan, ölen masum insanları düşünmeden izlemeye çalıştım.
B.M yi temsil eden konuşmacı, Arap Emirliklerini temsil eden konuşmacı, İsrail Cumhurbaşkanı, Türkiye Başbakanı ve Konuşmayı yöneten gazeteci moderatör bir sahnede oturuyor ve herkes kendi düşüncesini söylüyordu. Neyse olan biten şurada yazıyor. Ben ikinci baskı yapmayayım. Başbakanımız bu Davos Zirvesinde iki panale katılıyor. Kimsenin önem vermediği bir zirve olmalı ki: Başbakanımız katıldığı ilk panelde yarım saatten fazla (konuşmacılardan kimse gelmediği için) bekliyor. Başbakanımızın kızmaya başladığı ve Davos zirvesinin gözünden düşmeye başlaması böylece başlamış oluyor.
Katıldığı ikinci panelde ise; İsrail Cumhurbaşkanı yaptığı konuşma ile neredeyse İsraillilerin baskı ve zulüm gördüğünü! o yüzden Filistine saldırdıklarını söylüyor. Yarım saatten fazla konuşuyor. Konuşma süresince sesini çok yükseltiyor ve birebir başbakanımıza dönerek konuşuyor (bağırıyor). Oysa karşısında B.M temsilcisi ve Arap Emirlikleri başkanıda vardı. Bağırarak haklılığını ispat edeceğini düşünen İsrail Cumhurbaşkanı, psikolojik açıdan ne zor durumda olduğunu ispat etmiş oluyordu.
Moderatörün ciddiyetle işini yapmadığını, panelde yüzünde anlam verilemeyen tebessümü aşan mutluluk ifadesini gördüğünüzde anlıyordunuz. Moderatör orada adaleti sağlayıp herkese eşit davranmalıydı. Moderatörün, İsrail başbakanının konuşmasını, elini kolunu tutarak böldüğünü hiç görmedim. Ölen insanların konuşulduğu paneldeki alkışlarıda doğru bulmadım. Kim haklı olursa olsun, ortada öldürülen insanlar vardı. Onların anısına saygı gösterilmesi gerekiyordu. İnsan ölümünden haz alan insanların bir arada bulunduğu bir paneldi bu.
Davos zirvesi ciddiyetten, çözüm bulmaktan, insanlığa fayda sağlamaktan uzak bir zirveydi. Kendisine konuşma hakkı verilmeyen ve susturulmaya çalışan Başbakanımız en doğru şeyi en doğru zamanda yaptı. Moderatör zaten paneli bitirmek için uğraşıyordu, son sözü söyleyip paneli terk ederek tepkisini ortaya koydu. Haklı bir tepkiydi.
Başbakanımız Türkiye içindede bildiğimiz, Türkiye dışındada bildiğimiz başbakandı.... İçerde ve dışarda farklı bir kişilik sergilemedi. Haksız gördüğü insana her zaman aynı tepkiyi veriyordu. Duruma ve zamana göre farklı kişilik taşıyan, konuşması gereken yerde susan, tırsan bir insan olmadığı için sevindim. Herkes bu cesareti gösteremezdi. Tarihte bu cesareti gösteren liderlerde çok azdır.
İktidar partisinin çalışmalarını doğru bulmayan, başbakanı yerden yere vuran bir çok insan Davosdaki tavrından dolayı başbakanı haklı gördü.
Empati yaptığım zaman ise şu karara varıyorum. Daha önce bir devlete başbakanlık yapmamış kimse oturduğu yerden kalkıp başbakanı eleştirmeye hakkı yok. Bu ülkenin, devletin kalkınması için oturduğu yerden eleştirenler ne yapmışki? Eleştirmek kolay tabi...
Ha şunuda söylemeden geçmeyeyim. Benim yakınlık duyduğum bir siyasi parti yok. İnsanları bölen, ayıran dini, siyasi farklılıklarada karşıyım. Kim bu vatan için uğraşıyorsa, emek harcıyorsa, halkın, haklının ve güçsüzün yanındaysa ben onun yanındayım. Aynı tepkiyi başbakanımız değilde başka biriside gösterseydi onu takdir ederdim.
Başbakanın seçimler öncesinde seçim yatırımı yaptığını söyleyenlerde oldu. Allah biliyor ilk önce bende böyle düşündüm. "Bu seçimlerde yine oyları topladı adama bak!" dedim. Sonra "seçimlerden önce ABD'nin karşısınada aynı tavırla biri çıksada oyumu ona versem" diye düşündüm. Seçimlerden önce bir çuval kömür vermekten daha büyük bir yatırımdı bu.
Başbakanın tavrını erkeksi!, maço, ve diplomasiye yaraşmayacak bir tavır olarak görenlerde var şüphesiz. Masum, silahsız insanların üstüne son teknolojili bombaları atmak ne kadar çağdaş, medeni bir uygulamaysa! başbakanımızın bu tavrıda o kadar doğru ve yerindedir. Herkese anladığı dilde konuşacaksın. Sakin, sünepe konuşmacıların barış dilekleri ne zaman barışı sağlamış ki!!! Arap dünyasından bir kişi başbakanın yaptığını yapamadı.
Özet olarak, bir çok Türk vatandaşı gibi bende Başbakanımızın Davos Zirvesindeki tepsini doğru ve yerinde buluyorum.
600 kişiden fazla ve farklı yorum okumak için tıklayın. Bir çoğu abartı gelebilir ama saygı istiyorsak, saygı göstermemiz gerektiğini unutmayalım.

30 Ocak 2009 Cuma

Bir mücadele hikayesi..


Bir şekilde boylu boyunca yere düştüyseniz yeniden dimdik ayağa kalkmak için el, ayak ve kollarınız gereklidir değil mi ? Emin misiniz...
Kolları, elleri ve ayakları olmayan adam bir takım komiklikler yapıp, yere düştükten sonra şunları söylüyor:
"Her insan hayatta zaman zaman bu derece umutsuz olduğu zannedilen durumlara düşebilir; Hatta tekrar ayağa kalkabilmek için her türlü imkan ve enstrümandan yoksun da kalabilir... Şimdi sizlere soruyorum" diyor:
"Ben 100 kere tekrar ayağa kalkmayı denesem ve 100'ünde de başarısızlığa uğrasam, tekrar ayağa kalkabilme konusunda tüm umutlarımı yitirmeye hakkım veya şansım var mı?"
"Yani artık sizce 101. seferi hiç denemeyi dahi düşünmemeli miyim? Maalesef benim öyle bir şansım yok; yaşamımı devam ettirebilmek için ne yapıp edip tekrar ayağa dikilmek zorundayım !
Ne yapıp edip kendime ayağa kalkmak için bir destek noktası hayal etmek bunu oluşturmak zorundayım... İşte şimdi yapacağım gibi..." diyor Aşağıdaki linke tıklayın ve bu anlamlı gösteriyi sonuna kadar izleyin... http://www.maniacworld.com/are-you-going-to-finish-strong.html

29 Ocak 2009 Perşembe

İş paylaşımı...


                      Resim

Sevmek senin işin
Sevilmek benim işim

Gülleri dikmek senin işin
Toplayıp kucağına vermek benim

Yollara düşmek senin
Ardından beklemek benim

Dik durmak, karşı koymak senin
Düştüğünde kaldırmak benim

Korumak kollamak senin işin
Korunmak, sığınmak benim

Kalbini aşk ateşiyle yakmak senin işin
Yanan gönlüne su serpmek benim

Gündüz rızkı kovalamak senin işin
Geceleri huzura boğmak benim

Yükümü hafifletmek senin işin
Asılan yüzünü güldürmek benim

Hatada pişman olmak senin işin
Affedip, bağışlamak ise benim

Doğruya giden yolu açmak senin işin
Yolunu şaşırdığında yola koymak benim

Dünyamızı yönetmek senin işin
Yönetirken merhameti gözetmek benim

Karmaşıklıkları çözmek senin işin
Anlayacağın hale getirmek benim

Seni beni yok bu işlerin
Ancak bir olduk mu...
Üstesinden geliriz işin

Haccecan
22.01.2009

28 Ocak 2009 Çarşamba

Suçlu Kim?

 
Çığ olayının etkileri devam ediyor.
Bu dünyayı ve sevdiklerimi bir daha göremeyeceği gerçeğiyle karşılaşmak insanı değiştiriyormuş. Daha az öfkeli, daha düşünceli, daha duyarlıyım. Annemle karşılıklı oturup ağlıyoruz öğle araları. Hayatı sorguluyoruz, hayat hakkında konuşuyoruz. Annemin alacağı çok hayattan, bu alacaklarını kim verecek ona? Annem gibi hayattan alacağım olsun istemediğimden bu isyanlarım, onun kadar sabırlı değilim ki ben. Anasının kaderi kızına derler... Ya öyleyse, niye kaçıyorum ki ben?
Hayattan hiç bir istediğini alamamış annemin teslimiyetçi hali beni öfkelendirirdi. "Neden bu kadar sakin, neden hiç bir şeye sesini çıkartmıyor?" diye onun öfkelenmediği konulara onun yerine ben kızardım. Öfkelenmesi gereken konulara değil ama... Gücüm anneme yettiğinden anneme öfkelenirdim. Bilirdim ki benim nazımıda, kaprisimide, öfkemide bir tek annem çekerdi. Bilirdimki çözümsüz konulara öfkelenmek, kızmak hiç bir işe yaramıyor. Hep öyle değilmidir?
Bir suçlu ararız ama bulamayız. Hırsız yüzde yüz suçlu değildir, çünkü evinde doyurması gereken aç çocukları vardır. Adam hayattan tokat yemiştir, ekonomik kriz sonucu işten atılmıştır ve iki senedir işsiz olan adam hırsızlık yapmak zorunda kalmıştır. Yüzde yüz masum diyemeyiz hırsıza ama yaşamak için yemek gerekiyor, çalmaktan başke bir çare bulamamıştır.
Çantası çalınan kadında suçlu değildir. Gün boyu çalışıp kazandığını kocasına vermek için götüren kadında hayattan tokat yemiştir zaten. Oda açtır ve çocukları ekmek parası beklemektedir.
Olaya şahit olan adam da suçlu değildir. Hırsızın cebinde silah veya tabanca olabilir. Hem artık kötüyü alt eden kahramanlar baş üstünde taşınmıyor aksine enayi muamelesi görüyordu. Hırsızı kovalasa, taksiye binmesi gerekecekti çünkü kırkbeş dakikadır beklediği otobüs son otobüstü. Taksi için yeterli parası yoktu yanında. Geceyi dışarıda geçiremezdi ya. Hırsızın peşinde koşmamak için bu kadar bahanesi varken neden koşsun ki olaya şahit adam.
Suçlu, polisde değildi. 15 milyonluk şehirde nereyi ve kimi kontrol edecekti ki polis. Polisten çok suçlu vardı. Her suçlunun başına bir polis dikmeye kalksan onun için bile polis sayısı yeterli gelmiyordu.
Suçlu devlette olamazdı. Devlet zaten insanlardan oluşuyordu.
Suçlu eğer insansa, herkesi hapishaneye atmak gerekiyordu. Bütün insanları hapishaneye nasıl atacağız? Herkesi hapishaneye kim atacak? Hapishaneye atacak olanlar masum mu ki?
Suçlu kim peki? Ben suçlu bulamadım.. Siz buldunuz mu?
....
Çığ olayının olduğu güne ait fotoğraflar bir fotoğraf sitesinde arkadaşlarım tarafından yayınladı. Bir çok insandan, taziye yorumları geldi fotoğraflara. Ölenlere rahmet, kalanlara sabırlar dilendi. Yaşananlar acıydı ve acı paylaştıkça azalırdı. Buraya kadar herşey normal... Benim kızdıran ise, yorumu ve puanı en çok çığ fotoğrafı almasına rağmen, birinciliğe vücudunu sergilemekten çekinmeyen, sarışın, seksi kadın fotoğrafının (site üyelerinden puan almamasına rağmen) getirilmesiydi. Kendimce tepki koyup şu yorumu yaptım ve benim gibi düşünen arkadaşlarımdan da destek istedim.
Bu fotoğraf ana sayfayı , ana sayfanın ilk başı olmayı hak etmiyor... Sitenin üyeleri puanlama da yapmamış doğru dürüst...
Ana sayfa olan fotoğraf olması için insanların beğenisinin olması gerekmiyor mu?
Fotoğraf çekmek için dağa çıkan insanlar çığ altında kalarak öldü bu haftasonu. O güne ait çekilen fotoğraflar bu fotoğrafa göre çok mu değersiz?
Kadın vücudunun sergilenmesine, istismar edilmesine göz yummayalım lütfen. Kadını değersizleştirmeyelim, vitrin malzemesi yapmayalım... Lütfen....

Yorumdan sonra ne mi oldu? Tabi ki hiç bir şey... O koca memeli, vücudunu sergilemekten çekinmeyen seksi kadının fotosu hala orada. İnsanlar onu orada görmek istiyorsa ben ne yapayım? Önceliklerimiz, değerlerimiz nasılda değişmiş. Öfkelenmeyeyim, kızmayayım diyorum ama elimden başka bir şey gelmiyor... Hak eden hak ettiği değeri görmüyor... Ey Hak!!! Küsüyorum ve susuyorum...

26 Ocak 2009 Pazartesi

Tek gerçek!!


Resim
Cumartesi günü sabah saat 08.00 sularında il merkezine doğru yola koyuldum. Orada, arkadaşlarla buluşup Zigana'ya doğru hareket ettik. Soğuğu oldum olası sevmemişimdir. Benim yerim sobanın veya kalorifer peteğinin yanıdır. Ziganada ki soğuğu tarif edemem, o kadar soğuk yani. Soğuk, kendisini sevmediğimi anladığından olsa gerek, sanki bana daha fazla düşmanlık hissediyordu ve bu düşmanlığını iliklerime kadar hissettiriyordu. Geçen hafta, bir kadına yapılan işkence videosundan sonra ise soğuğu daha bir sevmez oldum. Hatta nefret ettim...
Akşam olduğunda güneşin batışını fotoğraflamaya başladığımızda ne elimi hissediyordum, nede sarılı olmasına rağmen başımı...
10-15 kişi gittiğimiz gezide tek bayan bendim. Kemal amcama tedirginliğimi söylüyorum. "Gezide ki tek bayan benim, bir bayan daha gelseydi daha rahat olurdum" diyorum. Kemal amcam ise; "Sen rahat ol, biz seni bayan olarak görmüyoruz ki, o yüzden seni çağırıyoruz, keşke her erkek de senin gibi olsa" diyor bana. Ben; "Nasıl yani, erkek gibimi görünüyorum ben" deyip tebessüm ediyorum. Biraz gıcığımdır ve huysuzumdur ama bir o kadar da uyumluyumdur. Beylerin başına bela olmadığımdan mıdır, pek şikayet edip sızlanmadığımdan mıdır, bana güvendiklerinden mi, yoksa gerçekten sevdiklerinden midir nedir, beni aralarına almaktan çekinmiyorlar. Tabi, yanımda getirdiğim, fındık, çikolata, kuru üzüm, .. vs ile onları beslediğimden için de seviyor olabilirler.
24 Ocakta Ziganadaydık. Kayak yapan insanları, dağcıların akşam kalacakları çadırların fotoğraflarını çektik. Gezi arkadaşlarımla bu arada diyaloglar yaşanıyor, vara yoğa gülüyoruz. En çok güldüklerimden bir taneside, Kemal amcamla aramda geçen diyalogdu. Kemal amcam araba kullanmaktadır. Araba kullanırken frene basmayı sevmeyen 30 yıllık şoför Kamil amcama akıl vermeye başlıyorum. " Frene bas, viraja sert girme, takip mesafesine dikkat et, araba kullanırken telefonla konuşma, bana bakma yola bak, kopan dikiz aynasını hala yaptırmadın mı?... gibi sonu gelmez uyarılarda bulunuyorum. Evet Kemal amcamın arabasının dikiz aynası yok, "ben röntgenci değilim ki, arka koltukları dikizlemek için aynaya ihtiyacım yok" cevabını verince gülüyoruz. Öndeki aracı sollamaya çalışan Kemal amcama, "sollama yapma, karşıdan araba geliyor" dediğimde Kemal amcam ise " Eee ne olacak, bizde gidiyoruz" dedi. Bu cevabına yarım saat güldüm.... Bir insanı sevmeye göreyim, ne yapsa gülerim, ne etse hoşgörürüm...
Çok kuralcı, kafaya takan ve telaşlı bir yapım olduğundan mıdır nedir, Kemal amcam gibi rahat insanlara hayranım. Onun rahat özellikleri bende olmadığından kıskanıyorum onun gibileri. Onlara göre "herşey Kaderde vardır, bizim üzülmemiz, tasalanmamız, telaşlanmamız ise boştur. İnsan olarak üstümüze düşeni yapmalı, gerisini ise takmamalıyız." Bunları bende biliyorum ama kişisel özelliklerimden dolayı uygulayamıyorum. Kemal amcamın yanında kendimi çok güvende ve rahat hissediyorum. Neden böyle hissettiğimi diğer satırlarda daha iyi anlayacaksınız, tabi anlatabilirsem... Bukce diliyle yazacağım için, herkes anlamayabilir...
O gece tesislerde kaldık, bazı arkadaşlar çadırda kaldı, 6 kişi bir odada, ben ise tek başıma bir odada kaldım. Tek bayan olmanın avantajıydı bu. Gezideki bazı arkadaşların gece kükrediğine (horladığına) çadırda kaldığımızda şahit olduğumdan, kükreme sesi olmadan uyumak çok hoştu fakat bu seferde dışarda ki rüzgar sesi durmak bilmedi. O rüzgar sesine burdaki fırtınadan aşinayım. Burada fırtına olduğunda öyle rüzgar eser, orada ise bu rüzgar olağan bir durum.
Sabah Kemal amcamın telefonuyla uyandım. Kahvaltı masasında çoktan yerlerini almıştı hepsi. Masada çok güzel bir sohbet oldu, Kemal amcamın olduğu masada komik ve güzel bir sohbet eksik olmuyor zaten.
Çadırda kalan dağcı arkadaşlar çadırlarını topladıktan sonra, "yürüyüş yapalım" dediklerinde bizimkiler hava çok soğuk olduğu için yürümeye yanaşmadılar. İyikide yürümemişiz... Ondan sonra ise arabalara binip, bir köye doğru yol aldık. Köyde sanat evine uğradık. Evet bir sanat evi. Yaşı baya ileri bir beyefendi, köyde bir sanat evi açmış. Diğer illerden gelen ziyaretçiler ise bu sanat evinin duvarlarına notlar, yazılar yazmışlar, resimler yapmışlar. Ağaç kökleri ve dallarıyla süslediği sanat evinde ise kulağına hoş gelen müzikler çalıyordu. Beyefendi bize çay ikram etti. Allah, din, siyaset ve insan adına birşey duymak istemeyen beyefendi, hatıra defterine hayırmış! duaymış, Allah'mış! yazılsın istemiyordu. İnanç onu terkedeli çok olmuştu. Acaba inancı mı o terk etmişti? Kimbilir... Kimbilir neler yaşadıda böyle düşünüyor? Kapısında duran 15-20 adet köpek ise bakımsızlıktan çelimsiz ve zayıf düşmüştü. Orada fotoğraf çekimi yaptıktan sonra arabalarımıza atlayıp yollara düşüyoruz yine. Zigana yol ayrımına geldiğimizde kötü bir haber alıyoruz. "Çığ düşmüştü ve altında dağcılar kalmıştı" Rotamızı olay yerine doğru çeviriyoruz.
Tesislere kadar arabayla, geri kalan yolu ise yürüyerek gittik. Tesislerde kalıp olay yerine gitmemek aklımdan bir an geçti ama orada karın altında kalan bende olabilirdim. Yürüyüş yapmaktan son anda vazgeçmiştik çünkü. Yol tehlikeliydi ve rüzgar çok şiddetliydi. Kemal amcamın elinden tuttum. Onun varlığı bana güven veriyordu. Oraya vardığımızda ne ile karşılaşacağımızı tahmin bile edemiyordum. Ağaçsız, dar, karla kaplı, aşağısı uçurum, yukarı kar olan bir yoldu. Sert rüzgar, karları havalandırıyor, karları üzerimize yağdırıyordu. Böyle 20-25 dakika yürüdükten sonra, kenarda bekleyen bir bayana rastladık. Tek sıra halinde ilerleyen dağcıların fotoğraf çekerek gittiği için son sırada bulunan ve çığ düştüğünde yanındaki beyefendi elinden tuttuğu için çığın altında kalmamıştı bu bayan. Yardım çağırmak için ve yardıma gelenlere bilgi vermesi için burada bekliyordu. Olayda sağ kalanlar karın altında kalanları kurtarmak için aşağıya inmişti. Bayanın yüzünde telaş, panik, acı, merak, hüzün, pişmanlık vardı. Kemal amcam, bayanın yanında kalmamı söyledi ve kendisi yanımızdan ayrıldı. Bayan, "bu neden başımıza geldi" diye bana soruyordu. Keşkeler, pişmanlıklar ağzından dökülüyordu. Ona sarılıp teselli vermeye çalıştım ama biliyordum ki acıyı dinleyen değil, çeken hissediyordu. Biraz ilerde sağ kurtulan başka bir bayan daha vardı. Onun psikolojisi dahada kötüydü. Sorduğum soruları anlamıyor, "arkadaşım öldümü?" diye sorup duruyordu bana. Karla yuvarlanmış ama sağ kalmayı başarmıştı. Koluna girerek yürüdüğümüz yoldan geri dönüp onları ambulansın yanına götürmeye çalışıyordum. Yürüyerek tesislere vardığımızda kurtulan iki bayanı çığın düştüğü yere, aşağıya götürdük ve bekleyiş başladı.
Bayanlardan bir tanesi, "çığ altında kalan arkadaşının doktor olduğunu, bir sürü hayat kurtardığını, bu olayın neden başlarına geldiğini?" sorup duruyordu bana. Ben ise cevap veremiyordum. Diğer bayan ise, "arkadaşım gelmem için ısrar etti ben hiç gelmek istemiyordum. Keşke gelmeseydim" diyordu. Ben ise yine bir şey diyemiyordum. Arkadaşının öldüğünü sonra öğrenecektik.
Olayın duyulmasının ardından, sivil savunma, 112, halk, Akut, devlet adamları olay yerine toplanmaya başlamıştı. Kargaşa, merak hakimdi. Can kurtarmak için çırpınan insanlarla , tiyatro seyretmeye gelenler arasındaki farkı görebiliyordum.
Battaniyeye sarılı her bir beden indiğinde "inşallah yaşıyordur" sözleri dökülüyordu ağızlardan. Üzerindeki kıyafetlerden kimin olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Jandarma kimlik tespiti için uğraşıyor, sağ kalanlardan ifade alıyorlardı.
Gazeteciler, televizyoncularda olay yerine gelmiş, olay yerinden canlı yayın yapıyorlardı. Canlı yayında televizyon da görünmek isteyenler ise kamera karşısına doluşmuştu. Hatta bir tanesi canlı yayında görününce, arkadaşı canlı yayınamı çıktın diye cep telefonundan arayarak soruyor, o birisi ise gülüyordu. Bu olayı daha sonra arkadaşım anlattı bana.
Olay yerinde başka dikkatimi çeken şey ise, olay yerinin yanında birbirini kovalayan, karın içinde koşan ve oynayan köpeklerdi. Yaşanan acılardan bihaber, hayatın tadını çıkartıyorlardı. Acı çekmek biz insanlara mahsustu.
Olayın yaşandığı saatlerde olay yerine ilk varan insanlar arasındaydım. Olay yerinden 4 saat kadar sonra ayrıldık. Elimden geldiğince yardım edip, koşturdum. Ambulansın önünü tıkayan kuru kalabalığa ve arabalarını düşüncesizce park eden insanlara öfkelendim. Olayda ölenlerin yakınlarının feryatlarını duyduğumda üzüldüm. Ağlamak istedim fakat ağlamak çözüm değil diye bu isteğimi erteledim. Ağlayanlara da "metanetli olman gerek" diye telkinde bulundum.
Gezi arkadaşlarıma güvendiğim için haklı gördüm kendimi. Güvenmeye devam edeceğim hepsine. Hepsi bire bir yardım eden insanlar arasındaydı.
Kemal amcamın sayesinde bu olayı çok daha kolay atlattım. Olay yerinden dönerken, yaptığı esprilerle bozuk olan moralimi düzeltmeye çalıştı. "Kimseye borcun olmasın yeter, ölümden korkma, kaderde ne varsa o yaşanır" diye telkinlerde bulundu bana. Ölen bizde olabilirdik orada....
Biliyorum bu yaşananlardan herkes anlayabildiği kadarını anlayacak, anlayabildiğimiz ölçüde yorum yapacağız. Ölüm gerçeği karşısında kimimiz susacak, kimimiz kabul edecek, kimimiz isyan edecek... Ama ölüm hep gerçek olacak....

23 Ocak 2009 Cuma

Sınırlar içindeki mutluluk....

Kapının önünde durdu. Bir kaç saniye düşündü. Kapıyı açtığında karşısına kim çıkacaktı? Ya bu bir erkekse? Sorusunu sormaya cesaret edemezdi ki... Kapının önünde ne kadar durdu bilmiyordu. Böyle beklerken görülmeside hoş bir şey değildi. Düşüncelerini kafasından dağıtıp kapıyı usulca tıklattı. Kapıyı çalmış mıydı, çalmamış mıydı kendiside farketmedi. Kapıyı usulca açtı. İçeride masada bir bayan oturuyordu. Kendisine bakan, masada oturana ait gözler; "çekinmemesini, kendisine güvenmesi gerektiğini, cesaretli olmasını" söylüyordu.
Köyden Yahya amcanın arabasıyla gelmişti. Sırtına en küçük çocuğunu bağlamış, diğer üç çocuğunu ise evde bırakıp gelmişti. 4 çocuğu olan Halime artık çocuk yapmak istemiyor, zaten olan çocuklarının karnını zorla doyuruyordu. Köyde evlerini bir kaç kez ziyaret eden ebe hanım, Halime'nin korunması gerektiğini söylemiş, korunmak için malzemeleri sağlık kuruluşlarından ücretsiz alabileceğini öğrenmişti.
Halime eşiyle bir kaç kez konuşmayı denemişti ama eşi korunmaya yanaşmamıştı. Erkekliğe yakışmazdı korunmak!...
Doktor son çocuğunu doğurduktan sonra Halimeye: "Artık doğum yapmak sana yasak. Doğurursan ölüm fermanını imzalamış olursun" diye de kesin konuşmuştu. Doktorun uyarısından sonra tekrar hamile kalan Halime iki kez de kürtaj olmak zorunda kalmıştı. Çocuk aldırmaya giderken bu ayıbına kimseyi ortak edememiş, gözyaşları içerisinde Fadime ananın yanına, tek başına gitmiş, eski usül yöntemlerle çocuk aldırmıştı.
Kadınların nasıl korunduğunu öğrenmek için "Yine iş başa düştü" diyerek sağlık kuruluşunun yolunu tutmuştu. Çok vakit kaybetmeden de alacaklarını alıp köyüne geri dönmesi gerekekiyordu. Kapının ardında ki bayana utanarak, sıkınarak derdini anlattı. Görevli bayan;
-"Ben size yardımcı olamam, iki oda ileriye gidip Emine ebeyi bulun. O size her şeyi anlatacaktır, ücretsiz olarak malzemede alabilirsiniz." dedi. Kendisine cevap veren görevliye nasıl teşekkür edeceğini bilememişti. Bir cümlelik bu cevapla sanki dünyalar ona bağışlanmış gibi sevinen ve sevinci gözlerinden okunan Halime sırtındaki çocuğuyla usulca girdiği kapıdan yine usulca çıkıp gitmişti.
Her gün kapısına gelen bir çok Halime'ye aynı cevabı veren görevli için ise bu iş sıkıcı hal almıştı. Mutluluk, karşı tarafa verdiğin oranda hissedebileceğin bir duyguydu. Gideceği yeri söyleyerek mutlu olan kadını görmek görevliyi mutlu etmiyordu. Kısır döngü içinde bir düzendi bu. Halk arasında gerçek olmayan düşünceler gerçekmiş gibi kabul ediliyor ve hayatları öyle devam edip gidiyordu. Belirli sınırlar içinde, düşünmekten aciz büyütülen insanlar, sınırlarının içinden çıkmaya korkuyor, bir adım dahi atmaya cesaret edemiyorlardı. Kendi sınırlarımızın içine kendimizi hapsetmiştik. Sınırlarını aşmak isteyenler ise düşman!, suçlu!, hain!, kafir! ilan ediliyordu.
Sınırlarını aşabilenler için ise daha büyük ve zorlu mücadeleler başlıyordu. Artık hiç birşey eskisi gibi olmayacaktı. Her öğrendiğin düşünce, her okuduğun kitap, her izlediğin film, her gördüğün yer, her dinlediğin müzik; seni milyonlarca insanın önüne geçiriyordu. Gördükçe, izledikçe, dinledikçe, düşündükçe büyüyordun, büyüdükçe ise yalnızlaşıyordun. Kendini farkediyordun, tanıyordun, biz olarak yaşasakta aslında ben olduğunun farkına varıyordun.
Halime'ler küçük dünyalarının, sınırlarının içinde büyük sorunlarıyla uğraşan insanlardı. Ne mutluyduki onlara, ne sınırlarının küçüklüğünün farkındalardı ne de büyük sorunlarının farkında... Görevlinin "iki oda ileriye gidin" demesiyle mutlu olabilecek kadar dünyaları küçüktü...

22 Ocak 2009 Perşembe

Hiçlikten Varlığa...


İnancın azaldığında, yolunu şaşırdığında
Hiçlik senin için bir amaç olduğunda
Karmaşık, inanılmaz düzeni tesadüfe bağladığında
Korkma!! Dön bir bak aynaya.
Bak kaşına, diline, bak gözüne, eline, ayağına...
Görmeye alıştıklarında olağanüstülük ara
Dilin kırmızı, gözlerin kara, yanakların al...
Herbiri birbirinden habersiz ama yaratılış gayesi var
Gözün görür seni, gördüğünü hisseder kalbin...
Hissedebilirsen ve ancak anlarsan onlar var...

Sonra dön bir bak seni doğuran kadına...
Sor dokuz ay karnında nasıl durduğuna..
Canını acıttığın anan duymuşmu nefret sana
Nasıl emdin kan dolu vücuttan çıkan beyaz mama..

Bak gökyüzüne, yıldızlara, güneşe, aya
Senin için sıralanmış hepside, parıldar ala ala..
Sonsuz boşlukta görülmeyecek kadar küçük bir zerresin
Kainatta var olduğunu bilen en yüce varlık da sensin

Senin inanıp inanmaman yok etmez O'nu
Sana şekil verip, üfledi ruhundan etti kulu
İnanırsan kalbinde, aklında, her zerrende
İnanmazsan fersah fersah uzakta, ulaşılamaz yerde...
Herşeyde mantık, izah arama...
Kadın gibi hislerini kullan, teslim ol, hep sorgulama...
Beyninde, kalbinde yeri olsun O'nun
Bırak!! Öldükten sonra O seni bulsun

Haccecan
22.01.2009

21 Ocak 2009 Çarşamba

Beyaz kağıttaki leke...


Kurban Bayramında memlekete gittiğimizin 4. günü komşum cep tefonundan beni aradı. Komşum:
-"Haccecan, apartmanda yangın çıkmış duydun mu?" Haccecan:
-"Neee, ne diyorsun ne yangını?" Komşum:
-"Ya öyle önemli birşey değil. Apartmanın girişinin ordaki elektrik tesisatında yangın çıkmış. Büyümeden söndürülmüş"
Komşumda benim evin anahtarı vardı Allah'tan. Evimdeki elektrik tesisatını kontrol ettiler. Apartmanda büyük paniğe neden olmuş yangın. Birinci katdaki komşumun 2 yaşlarındaki ikiz çocukları çok korkmuş, o yangından sonra taşındı apartmandan. Yinede çok ucuz atlattığımız bir tehlike... Tesisat çok kötü, sigortalar sürekli atarak yanacağının sinyallerini veriyordu. Ama sinyallere aldıran kim?
Yangından sonra ise 3-4 hafta kadar apartman merdivenlerinin ışıkları yanmadı. Elimde yüklerle karanlıkta çıkmaya çalışırken, bir kaç kez düşme tehlikeside atlatmıştım.
Bir gece saat 02.30 sularında evine gelen ev sahibi merdivenlerde birisiyle karşılaşmış. Adam, ev sahibiyle karşılaştığında merdivenlerden koşarak kaçmış. Ev sahibide peşinden kovalamış. Merdivenlerin ışığı yanmadığı için kaçan kim anlaşılamamış tabi.
Bu olay üstüne ise apartmanda dedikodular aldı başını gitti.
"Gece sığınacak yer arayan evsiz, aklı kıt adamdı bu."
"Apartmana hırsızlık için giren bir adamdı bu."
"Gece gizlice bekar kızın evinden çıkarken ev sahibiyle karşılaşan kızın aşığı bir adamdı bu."
Kaçan bir adam ve üstüne yazılan bir sürü senaryo.... Gerçeği tam olarak hala öğrenemedik. Bekar kızın aşığı olan o kız kim, oda anlaşılamadı. Apartmanda 3 tane bekar evi var. Benim evimde erkek kardeşim, kız kardeşim, annem olduğu için bu olaydan yırttım. Diğer bekar evinde ki kızlar abileriyle kalıyorlar. Onlarda ayıklanmış oldu haliyle. Geriye kalan son bekar evinde ise tek başına yaşayan öğretmen bir bayan var. Bu son senaryoyu ise üstüne alınan öğretmen tepkisini ortaya sert bir şekilde koydu. Anlayana! tabi... Öğretmeni iyi tanırım. Sohbetine doyamadığım, dolu dolu bir insandır. Bu aşık adam senaryosu ona çok çirkin geldi ve isyan bayrağını çekti...
Kimse gözüyle bir şey görmemişken, ortada bir kanıt yokken masum bir insanı harcayıp, onu nasılda kolay lekeleyebiliyoruz. Yalnızlık Allah'a mahsusken, yalnız yaşamaya, bu memlekete hizmet etmeye çalışan bir insanı bekar olduğu için ve cinsiyeti kadın olduğu için harcamak ne kadar da kolay...
Cinseyeti erkek olsaydı ve evine kız atsaydı erkekliğin şanından olan bir iş yapmış olacaktı bekar erkek!!
Benim aklımdan ise başka başka senaryolar geçti tabi...
Gece 02.30 civarı evine gelen ev sahibi neden o kadar geç saatte dışardan geliyor? Dışarıda başka kadınlarla birlikte olmadığı, gece hayatı yaşamadığı ne malum!!
Yangının üstünden kaç hafta geçmiş. Neden merdiven elektriği hala yapılmadı? Bu olayda elektriğin yapılmasını sağlamayan ev sahibinin hiç mi suçu yok. Ne malum bu adamı kendisi uydurdu. Gören mi var?!!
Evine adam alacaksa bu kadının bekar olması mı gerekli? Kocası evde yokken evli kadın eve adam alamaz mı? Niye sadace bekar olanlar zan altında bırakılıyor?
Adam eve hırsızlık, gasp, tecavüz için girmiş de olabilirdi. Adam, bekar kızın evine gasp, hırsızlık, tecavüz suçlarını işleyip gitse, suçlu kim ilan edilecekti? Aşığını evine aldı diyerek kirli, hain ve ağır bir yükü kızın omuzlarına yüklemek kolay. Kızın yaşadığı tecavüz utancını kim yüklenecekti?
Hırsızın, tecavüzcünün, gaspçının hiç mi suçu yok? Kaçan değilde neden hep kalan suçlu?
Yok yok... Bu olaydan almam gereken dersi aldım. 4 senedir oturduğum bu apartmanda komşularım bana değil, apartmana giren bir adamın karanlıktaki gölgesine inanacaksa (karanlıkta gölgede olmaz) bende size güvenmiyorum, artık kalbimde yeriniz yok...
Babam her zaman derdi ki.. "Kız evladı beyaz bir kağıda benzer, çok ufak bir leke bile kağıdın kirli görünmesine neden olur"
Yıllarca bir laf, söz, dedikodu olmasın diye her davranışıma, her sözüme dikkat ettim. Ben ne kadar beyaz olursam olayım, insanların gözünde herşey kirli. Sizin gören gözleriniz, hisseden kalpleriniz, düşünen aklınız kirli ey komşular... Sizin her şeyi kirli gören bir kalbiniz varsa beyaz kağıdın ne suçu var?

20 Ocak 2009 Salı

Kim?


Kim yükledi omuzlarına görünmez yükleri?
Kim dedi ki kalbini kıran arsız sözleri?
Kim canını yakarak düşürdü yollara seni?
Hiç uğraşma kapanmaz kanayan yara izleri....

Sende herkes kadar girdin yükün altına
Kırıldığın sözleri atmayı öğrendin kulak ardına
Hayat yolunda sürünürken kalktın ayağa
Yaraların kanarken devam ettin yoluna
Haccecan
17.01.2009

19 Ocak 2009 Pazartesi

Huzurun Gölgesi....


Kalbini her kırışımda affederek kendine bağlıyorsun beni.. Bana küsmeni ve benden nefret etmeni o kadar çok istiyorum ki... Senden kaçabilmem için tek gereken bu. Affettiğinden gidemiyorum ya senden... Sevgin her tartışmamızda daha da bağlıyor beni sana.. Gitmeni istiyorum ben..Git!! Git diyorum sana...
...
Dur sen gitme...
Ben gitmeliyim...
....
Gidemiyorum işte...
Merhametinin ve affediciliğinin gölgesine sığınmış bedeviyim ben... Yanıyorum sıcaktan, terliyorum, dudaklarım çatlamış... Yalanlar, isyanlar, ihanetler çölünde yanarken... Gölgene sığınıyorum... Kana kana içiyorum huzuru yanında. Huzur beni teslim alıyor... Sen benden gidene kadar...
....
Korkuyorum, ya sende terkedersen beni... Sen terk etmeden, ben terk etmeliyim seni...

17 Ocak 2009 Cumartesi

Mazluma ağıt...


Niye omuzların düşük, gözlerin yaşlı?
Zormu geldi zalimin kanlı zulüm faslı...
Kapat gözlerini görmeyesin bu ayıbı
Sabret geçer elbet bu feryad zamanı.

Gökler yarılıyor, içinden feryadlar yağıyor
Medeniyet! bunu yalan rüzgarı sanıyor
Kalbi cebindekiler "kan mübahtır" diye haber salıyor
Tanrısı para olanlar göz yummaya devam ediyor

Böyle zalimlik olmaz, bebe kanı dökülmez
Gireceğimiz toprak için böyle zulüm edilmez
Zalime ise kin, nefret güdülmez
Merhamete gelin diye dualar ettik...

Giden gitti bari insanlık ölmesin
Olanların hepsi hafızalarımızdan silinsin...
Haccecan
17.01.2008

Hepsi sizin...

Fotoğraf
Burayı tıklayın... Açılan sayfada fare ile istediğiniz kadar, istediğiniz yere tıklayın. Fareyi basılı tutun...
Hepsini kucak dolusu sizlere gönderiyorum...

16 Ocak 2009 Cuma

Bukce dilinden nağmeler...

Fotoğraf
Üç haftadır evde internetimiz yoktu. Sorunun ne olduğunu anlayabilsek çözecektik ama sorunun ne olduğunu da anlayamadık. İki kere Telekomdan geldiler. "Bağlantıda bir sorun yok, Adsl cihazınız ağrızalı" dediler. Cihazı üç kere tamirciye gönderdik. "Cihazda bir sorun yok, gayet iyi bağlanıyor" diye geri gönderdiler. Git gel derken iki hafta geçti. Sonra yeni bir cihaz getirdik. İki gün bağlanmakla uğraştık yine bağlanamadık. İnternet bağlantısı var gibi görünüyor ama bağlanmıyordu. Bugün komşumun arkadaşı gelmiş eve biz evde yokken. Annem evde ya... Ben telefonun ucunda, arkadaşım evde konuşarak sonunda bağladılar interneti. Gözümüz aydın...
.....
Erkek kardeşim 3 hafta önce okulu tatil olupta eve geldiği zaman ne hayallerle tatile girdiğini söylemişti. İnternette oynadığı oyunda birinci olacakmış. Tatil süresince internete giremediği için hayalleri suya düştü tabi garibimin. "İnsanda bu kadar kötü şans olur" diye ahlandı vahlandı. Filistinde tepesine bomba yağan insanlarla kendini kıyaslama yeteneği yok kardeşimin napayım.... Bir hafta önce öğle arası eve geldiğimde onu sehpanın üstünde ders notlarını temize geçerken gördüğümde, "internetsizlik insanı ne hale getiriyor" diye düşünmüştüm. Evde ders çalışmak en son yapacağı işti. Sıkıntıdan ne yapacağını şaşırmıştı garibim... Tatil sonunda ise evden kaçar gibi kaldığı yurda gitti...
....
Bu sabah, işteyken odama bir adam geldi. Bakışlarıyla kapıda bir beni süzdü.. bir öğrencimi süzdü... bir beni süzdü, bir öğrencimi süzdü... Sonra odaya girdi.... İncelemeye devam etti bizi. Öğrencimin odada bulunmasından rahatsız olmuş gibi ona bir bakış fırlattı. Sonra bana dönen adam:
-"Burası x birimimi" diye sordu. Ben:
-"Evet buyrun x birimi burası." Adam:
-"Daha önce alt katdaydı bu oda, iki saattir burayı arıyorum. Ben yirmi senedir antideprasan ilaç kullanıyorum, ilacımı yazdıracağım, reçete kağıdı almaya geldim" dedi. Antideprasan kullanıyorum demeseydi de psikolojik sorunları olduğu anlaşılıyordu zaten. Adam bunları söylerken bir masama doğru yaklaşıyor, bir geri çekiliyor. Ben:
-"İlk önce doktorunuzun yanına uğramanız gerekiyor. Doktorunuzun yanına uğradınız mı?" Adam:
-"Yok, direkt buraya geldim."Ben:
-"Burada artık uygulamalar değişti. Aşağıya doktorun yanına inin, o size ilacınızı yazacak. Reçetenizi ben vermeyeceğim" dedim. Adam sert bir şekilde:
-"Bakın oraya gittiğimde reçete almak için beni tekrar buraya göndermesinler. Reçete verilecekse bana verin, bir daha buraya çıkmayayım." dedi. Adam böyle tehditkar konuşunca ben tereddüte düştüm. "Acaba reçeteyi ben veriyordum da, sevmediğim işi yapmamak için hafızam bana bir oyunmu oynuyordu? gibi düşünceler kafamda dolanırken, adama; " doktorun yanına gitmesi gerektiğini" bir kez daha söyledim.
Adam gittikten sonra, " inşallah doktoru bulurda bir daha gelmez" diye düşündüm. Sanki öğrencim odada olmasaymış, bana bir zarar verecekmiş gibi hissettim. Tırstım...
.....
Hafızam beni bu aralar çok aldatıyor... Geçen gün kızkardeşimle konuşurken ben;
-"Hatırlıyor musun? Ben küçükken göz kapağım kaşınıyordu, gözümü kapatmadan gözkapağımı kaşımaya kalkınca olan olmuş, parmağımı gözüme sokmuştum." dediğimde kızkardeşim:
-"Gözü kaşınıp, parmağını gözüne sokan sen değil bendim." demez mi? Ben ise:
-"Nasıl olur, parmağını gözüne sokan bendim. Hatta olayı hatırladığımda gözümün acısını bile hissediyorum." diye itiraz ediyorum. Sen soktun, ben soktum diye uzun tartışmanın sonunda ben:
-"Senin şanına parmağını gözüne sokmak yaraşmaz, bırak bu olayı ben yaşamış olayım. Böyle bir utançla sen yaşama!.." diyorum. Oda kabul ediyor....
Yaşlandığım zaman demans olacağım der dururdum. Yaşlanmaya kalmadan demans olmuşum dostlar... Bu olayı yaşadım diye anlattığım arkadaşa burada gerçeği ilan ediyorum!!.
Başkalarının yaşadığı olayı, ben yaşamışım gibi hatırlıyorum, reçeteyi doktor verecekken, adamın bir lafıyla "acaba ben mi verecektim" diye kendimi yokluyorum... Sonum hiç iyi değil...
....
Bugün öğleden sonra iki gündür uğraştığım formları müdürlüğe götürdüm önemli iş diye. Formları verirken, bunlara gerek yoktu demezler mi... Artık işleri önemsememe kararı verdim...
Akşam kız kardeşimle dürümcüye gittik. Bir dürüm alıp, ikiye bölüp kardeş kardeş yedik. Dürümü yerken, dükkanın kapısında bir deli!! durdu, içeriye bir küfür savurup yoluna devam etti. Arkasından ise dükkanda çalışanlardan bir tanesi delinin peşine bir küfür savurdu....
Delilerle aram çok iyi maşallah... Neredeysem gelip buluyorlar beni....
Alın Bukce diliyle yazılmış bir yazı size. Anlayabilenlere armağanım olsun...

Bukce Dili

yagliboya donald zolan 
Oğlum bir hafta sonra evleniyor. Sorumluluk sahibi bir baba olarak, ona öğüt vermem gerekiyor. Fakat bunu evde yapamam çünkü annesi ağız tadıyla öğüt vermeme izin vermez, sözü ağzımdan kapıp kendi devam eder. İş yerimden oğluma telefon açtım, "akşam yemeğini dışarıda birlikte yiyelim", dedim. Deniz kenarında ki bu şirin lokantada şimdi onu bekliyorum. Geliyor aslan parçası, yakışıklılığı da aynı ben. Hoş beşten sonra konuya giriyorum.
-Oğlum haftaya düğünün var, bir baba olarak sana bazı konularda yol yordam göstermem gerekiyor. Kaç dil biliyorsun oğlum sen?
-İngilizce, Fransızca bir de kendi dilimi de sayarsak Türkçe'yle üç dil oluyor.
-Bugün ben sana dördüncü dili öğreteceğim. Dilin adı Bukce. Kadınlar tarafından kullanılır. Sen buna "kadın dili" de diyebilirsin.
-Kadınların ayrı bir dili mi var?
-Tabi ki. Eğer kadın dilini bilirsen bir kadınla yaşamak dünyanın en büyük zevkidir ama bu dili bilmezsen hayatın kararabilir. O yüzden bir kadınla mutlu olmak isteyen her erkek Bukceyi öğrenmeli.
-İyi de niye Bukce?
-Çünkü kadınlar konuşurken genellikle, söyleyecekleri sözü, net söylemezler. Eğip bükerler onun için dilin adını "Bukce" koydum.
-Bukce zor bir dil mi baba? diye sordu gülerek.
-Bana bak, çok önemli bir konu, eğleniyor gibisin biraz ciddiye al. Bir kadınla mutlu olmak istiyorsan bu dili bilmen çok önemli. Çünkü kadınlar sözü bükerek Bukce konuşurlar sonrada senin sözün doğrusunu anlamanı beklerler. Felsefesini anlarsan kolay, anlamazsan zor.
-Tamam baba, haklısın ciddiyetle dinliyorum. Peki, sence kadınlar neden bizimle aynı dili konuşmuyorlar, söyleyeceklerini direkt söylemiyorlar.
-Bence bir kaç sebebi var. Birincisi; duygusal oldukları için. "Hayır", cevabı alıp kırılmaktan korktuklarından dolayı, sözlerini de dolaylı söylüyorlar. İkincisi; kadınlar dünyaya annelikle donanımlı olarak gönderildikleri için onların iletişim yetenekleri çok güçlü.
-Bu konuda biz erkeklerden bir- sıfır öndeler yani.
-Ne bir - sıfırı oğlum, en az on - sıfır öndeler. Düşünsene, henüz konuşmayan, küçük bir çocuğun bile yüz ifadesinden ne demek istediğini hemen anlıyorlar. İşin kötüsü kendileri "leb demeden leblebiyi anladıkları" için biz erkekleri de kendileri gibi zannediyorlar. Onun için, "leb" deyip bekliyorlar. Hatta bazen, "leb" demek zorunda kaldıkları için bile kızarlar. "Niye, "leb" demek zorunda kalıyorum da o düşünmüyor", diye canları sıkılır.
-Biz de bazen Canan'la böyle sorunlar yaşıyoruz. "Niye düşünmedin?", diye kızıyor bana.
-Kızarlar oğlum kızarlar. Kadınlar ince düşüncelidirler, detaycıdırlar, küçük şeyler gözlerinden hiç kaçmaz. Bizim de kendileri gibi düşünceli olmamızı beklerler fakat erkekler onlar gibi değil. Biz bütüne odaklıyız, onlar detaya. Beyinlerimiz böyle çalışıyor.
-Ne olacak baba o zaman, yok mu bu işin çaresi?
-Var dedik ya oğlum, Bukce'yi öğreneceksin, bunun için buradayız. Hazır mısın?
-Hazırım baba.
-Bukce bol kelime kullanılan bir dildir. Biz erkeklerin on kelime ile anlattığı bir konu, Bukce'de en az yüz kelime ile anlatılır. Dinlerken sabırlı olacaksın. Mesela karın o gün kendine elbise aldı, diyelim. Bunu sana "bu gün bir elbise aldım." diye söylemez. Elbise almak için dışarı çıktığı andan başlar; kaç mağazaya gittiğinden, almak için kaç elbise denediğinden, indirimlerden, yolda gördüğü tanıdıklarından, alırken yaptığı pazarlıktan devam eder ve sana kocaman bir hikaye anlatır.
-Hikaye dili yani.
-Aynen öyle. Sen akıllı bir erkek olarak ona asla, "Hikaye anlatma, ana fikre gel, kısa kes." demeyeceksin. Böyle bir şey dediğinde, bittin demektir. İster öyle de, istersen "seni sevmiyorum." de. İki durumda da "seni sevmiyorum" demiş olacaksın.
-Ne alakası var, baba. Seni sevmiyorum demekle, kısa anlat demenin.
-Çok alakası var. Kadınlar dinlenmedikleri zaman sevilmediklerini düşünürler.
-Bu önemli, Bukce'de dinlemek sevmektir, diyorsun.
-Aynen öyle. Devam edelim. Bukce imâ dolu bir dildir. Kadınlar konuşurken, bir şeyler imâ etmeyi severler. Biz erkeklerde imâlı konuşuyoruz diye düşünürler ve sözlerimizle onlara ne demek istediğimizi çözmeye çalışırlar. Oysa erkeklerin imâ yeteneği pek gelişmemiştir. Bizim kastımız söylediğimiz şeydir.
-Geçen hafta Canan bana "Bir kaç kilo daha versem gelinliğin içinde daha iyi duracağım." dedi. Ben de "Böyle de iyisin." dedim. Canı sıkıldı bir kaç saat surat astı. "Neyin var." diye sordum. "Hiçbir şeyim yok" dedi. Sence nerede hata yaptım?
-Böyle de iyisin, derken o "de" ekini orda kullanmamalıydın. Canan bunu şöyle anlamıştır. Böyle de fena sayılmazsın, eh işte, idare edersin ama tabi daha da iyi, daha da güzel olabilirsin."
-Peki ne demem gerekiyordu?
-Şunu hiç unutma. Kadınlar kendileri ile ilgili, giysileri ile ilgili ya da aileleri ile ilgili bir soru soruyorlarsa, kesinlikle iltifat bekliyorlardır. Es kaza eleştirmeye kalkarsan yandın. Bunu hiç unutmazlar. O gün "Hayatım sen zaten çok güzelsin, kilo vermeye falan bence ihtiyacın yok." deseydin, o günün zehir olmazdı. Mesela bir gün kucağına oturup, ağır mıyım, derse sakın "evet, biraz" falan deme "hayır" de. Yoksa bir daha kucağına oturmaz.
-Yani diyorsun ki bir kadın her daim güzeldir, her giydigi yakışır ve her kadının annesi bir hanımefendi, babası da beyefendidir. Bana ne yaparlarsa yapsınlar.
-Aferim oğlum, çok hızlı anlıyorsun bana çekmişsin. Kadının, kendi anne babasıyla sorunu olsa, kendi eleştirir ama asla senin eleştirmeni kabul etmez. Bunu kendine hakaret olarak alır.
-Ve asla unutmazlar, değil mi?
-Aynen öyle. Yıllar önce annene, annesi için "biraz cimri" demiştim. Hala "Sen benim annemi sevmezsin." der ve annesi bize bir şey aldığında gözüme sokar, en cok göreceğim yere koyar.
-Hadi o konularda dilimi tutarım da, şu imâ işini çözmek zor geldi.
-Zor gibi ama biraz gayret edersen çözersin. En önemlisi imâları anlayacaksın ama "sen şunu mu demek istiyorsun." diye asla yüzüne vurmayacaksın. İlla Bukce anlatacak, asık bir yüzle karşılaşmamak için senin de anlaman gerekiyor. "Hayır, evde yiyeceğim ama istersen hazır bir şeyler alıp geleyim, ne dersin."dedim. "Tamam" dedi. Döneri sever biliyorsun, dün eve giderken, ekmek arası döner yaptırdım. Onun dönerini de kepekli ekmek arasına yaptırdım. Bunu düşündüğüm için ayrıca sevindi. O da diyette, düğünde daha zayıf görünme derdinde, bu sıralar.
-Bu Bukce'de kısa konuşma yok mu baba?
-Var ama yerinde olsam hiç tercih etmezdim. Kadın konuşmuyorsa ya da kısa konuşuyorsa kesin ciddi bir sorun var demektir. Mesela baktın canı sıkkın, soruyorsun, "Neyin var" diye. "Hiçbir şeyim yok." diyorsa, aman bir şeyi yokmuş, diye bırakma. Yoksa az sonra, çok ilgisiz olduğundan yakınarak, ağlamaya başlar.
-Bukce'de "Hiçbir şey yok" demek "çok şey var, benimle ilgilen" demek oluyor, o zaman.
-Evet. Biz erkekler "Bir şey yok." diyorsak ya gerçekten bir şey yoktur, sadece başımızı dinlemek istiyoruzdur ya da bir şey vardır ama; "Şu anda konuşacak bir şey yok." diyoruzdur. Her ikisinde de konuşmak istemiyoruzdur. Ama kadınlar ilgiyi sevgi olarak gördükleri için "Bana değer veriyorsan, ilgilen ki anlatayım." demek istiyordur. Çok nadirdir, gerçekten anlatmak istemiyor olabilir, o zaman da fazla üstüne varıp bunaltmayacaksın tabi.
-Bir arkadasım da kadınların "peki" demesi tehlikelidir, demişti.
-Doğru. Bir kadının ağzından çıkan "kuru bir peki, olur, tamam" her zaman tehlikelidir. Bu Bukce de "Şimdi tamam diyorum ama acısını daha sonra çıkaracağım." demektir. Sana en kısa zamanda kesin bir ceza keser. Fakat pekinin yanında "peki canım, olur hayatım" gibi bir hoşluk ekliyorsa korkmaya gerek yok.
-Zor bir dil baba.
-Yok yok gözün korkmasın. Bukce, konuşman gerekmiyor. Dili anlaman yeterli.
-Anlamak da pek kolay değil ama.
-Korkma o kadar zor değil. Devam edelim. Kadınlar istediklerini söylemek zorunda kalınca, düşünemediğimiz için biz erkeklere kızarlar, ve konuşurken suçlayarak konuşurlar fakat suçladıklarının farkında olmazlar. Sitem ediyoruz zannederler.
-Nasil yani?
-Mesela, karın sana "ne zamandır dışarı çıkmadık." derse bunu suçlama olarak üstüne alma, seninle gezmek canı istiyordur, bunu sen düşünüp teklif etmediğin için kalbi kırılmıştır. Maksadı seni suçlamak değildir. "Daha geçenlerde gezmeye gittik." gibi bir savunmaya girme. "Tamam canım haklısın, ben de istiyorum, en kısa zamanda gideriz." de, konu kapanır. Tabi ilk fırsatta da sözünü yerine getirirsen iyi olur.
-Küçük ama önemli detaylar.
-Aynen öyle. Mesela karın "üşüdüm" diyorsa, üstünü kalın giy demeni ya da kombiyi açmanı değil, ona sarılmanı istiyordur.
-Keşke okullarda öğretselerdi biz erkeklere Bukce'yi. Ne kadar erken başlasak o kadar çabuk kavrayabilirdik, belki.
-Haklısın aslında ben de sana öğretmek için geç kaldım. Neyse zararın neresinden dönülse kârdır.
-Not mu alsaydım? Epeyce detayı varmış dilin.
-Sen bilirsin oğlum, unutacaksan al. Keşke ben de not alıp gelseydim. Umarım sana eksik öğretmem. Şimdi aklıma geldi. Kadınlarin en nefret ettigi sözcük "Fark etmez"dir. Fark etmezi kadınlar "Hiç umurumda değil, ne yaparsan yap " diye anlarlar.
-En değerli sözcük nedir?
-Sen bil, bakalım.
-Seni seviyorum, demek herhalde.
-Evet, kadınlar "seni seviyorum" sözünü sık sık duymak isterler. Biz erkekler söylemiştim, zaten biliyor diye bu konuda gaflete düşmemeliyiz.
-Bukce sadece konuşma dili midir baba? Bunun bir de davranış dili var gibi geliyor bana.
-Ben de tam ona geliyordum. Kadınlar küçük şeylere önem verirler. Akşam ona sarıl, televizyon izliyorsan sarılarak izle. Gündüz onu düşündüğünü ifade etmek için kısacık da olsa bir mesaj gönder, küçük süprizler yap. O yemek hazırlarken ona yardım et, salata yap, çay demle.
-Akşam gelip sırt üstü yatmak yok yani.
-Gözünde büyütme. Sayınca çok şey gibi görünüyor ama aslında bunlar zaman alacak, zor ve masraflı şeyler değil. Sen bu küçük şeylere dikkat et, zaten karın sana paşa gibi davranır, seni yormaz. Bir erkek bu küçük şeylere dikkat etmezse zamanını karısıyla büyük kavgalar yaparak geçirir. Sevgiyle geçirmek varken niye kavgayla geçiresin ki? Kadınlar çok vericidir ama eğer sen hep alıp vermezsen, bir gün birden patlarlar. Küçük küçük alırlarsa, büyük büyük verirler.
-Tamam baba bunlara dikkat edeceğim.
Garson yemek tabaklarını kaldırırken oğlumun telefonu çalmaya başladı. Belli ki nişanlısı arıyor, konuşmak için deniz kenarına doğru adımlamaya başladı. Az sonra geldi.
-Baba çok teşekkür ederim. Bukce'yi anlamaya basladım. Canan aradı. "Salonun perdelerini ne renk olsun karar veremedim, yarın birlikte mi baksak." dedi. Tam "Fark etmez, sen seç" diyecektim ki bunu senin söylediğin gibi "Ev de perde de umurumda değil" gibi anlayacağı aklıma geldi. "Tabi canım, istersen birlikte bakabiliriz ama ben senin zevkine güveniyorum, sen seç istersen," dedim çok mutlu oldu. Kendi seçecek.
-O zaten perdeyi çoktan seçmiştir de kadınlar illa yaptıklarını onaylatmak isterler. Birlikte de gitsen o seçtiği perdeyi almak isteyecektir. Biz erkekler onların ne demek istediklerini anlarsak, işlerden kolay sıyırırız.
-Baba tekrar teşekkür ederim. Bu iyiliğini hiç unutmayacağım. Bana Bukce'yi öğretmeseydin halimi düşünmek bile istemiyorum.
-Şanslısın oğlum. Benim seninki gibi bir babam yoktu. Bunları deneye yanıla öğrenmem yıllarımı aldı. Sen yine iyisin, hazıra kondun. Güle güle kullan, isteyene de öğret, herkes de güle güle kullansın. Kullansınlar ki yüzleri gülsün.
Anonim
(Haccecan diyor ki: Erkeklere bir dil daha öğretiyormuşuzda haberimiz yok muş... :)))

13 Ocak 2009 Salı

En sevdiğim yer...

Sevgili Kuzey ve Defter beni mimlemişti. Kendisine sevgilerimi ve teşekkürlerimi iletiyorum. Mim konusu:Sevdiğimiz Mekanlar...
1. sırada evim. Evim evim güzel evim... Benim sığınağım, her şeyim... Kendimi en güvende hissettiğim yer... Tasından, tarağına kadar kendi alın terimle aldığım eşyalarla doldurduğum, kirada olsa oturduğum evim... Dünyanın hiç bir yeri evimin bana sunduğu huzuru, rahatlığı, keyfi bana sunamaz...
2. sırada ise... İnanın yer ayrımı yapamıyorum. 2. sırada belirli bir yer yok... Çok gezdim, çok gördüm. Güzel yurdumun her köşesi güzel. Güzelliğe güzellik katan ise yurdum insanının misafirperverliği, misafiri başlarının üstüne koymaları. Aç kalmazsınız, susuz kalmazsınız... Bu özelliklerimizi ve insanlığımızı kaybetmezsek Türkiye'nin dünyada kelebek etkisinin oluşmasını sağlayacağını düşünüyorum. Dünyayı daha adil ve hoşgörülü bir yere çevirebileceğimize yürekten inanıyorum. Kötüyü değil güzeli doğruyu örnek almamız gerekiyor sadece.
Iğdır, Ağrı, Erzurum, Elazığ, Malatya, Kayseri, Erzurum, Diyarbakır, Batman, Bitlis, Van, Trabzon, Giresun, Ordu, Amasya, Sivas, Ankara, Erzincan, Bayburt, Gümüşhane, Artvin, Rize, Antalya, Konya, Adıyaman, Bolu, Bartın, Zonguldak, Çorum, İstanbul'a gidip görmek nasip oldu. Bu sene Tekirdağ ve Çanakkale'ye gitmek istiyorum. Dünya'nın değişik ülkelerine de gitmek istiyorum. Memuriyet benim elimi ayağımı bağlıyor, yoksa daha fazla gezerdim :D
İyi bir kalbe sahip olan her insanın kalbimde yeri vardır. Mekanlarının çok da önemi yok. Mekanı sevmemim tek koşulu; sevdiğim, sevebileceğim insanların o mekanda bulunuyor olması...
2. en sevdiğim mekan Türkiye bir adım önde olmak üzere bütün dünya diyorum...
İç ses: Sevmemek gibi bir lüksümüz var mı ki zaten?
Bende Nurcan'ı ve Z.M ' yi sobeliyorum... Kolay gelsin dostlarım...

12 Ocak 2009 Pazartesi

Haydin Yardıma

Fotoğraf
İsrail'in Gazze'de Başlatmış olduğu askeri harekat sonucunda mağdur olan Filistin halkına yardım amacıyla 07.01.2009 tarih ve 27103 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan Başbakanlığın 2009/1 nolu genelgesi ile yardım kampanyası başlatılmıştır.
Dost ve kardeş Filistin halkının karşı karşıya bulunduğu sıkıntıların hafifletilmesine katkıda bulunmak ve her türlü desteği sağlamak üzere Başbakanlık genelgesi doğrultusunda nakdi yardım kampanyası başlatılmasına karar verildiği ilgi yazıyla bildirilmiştir.

T.C Ziraat Bankası Aşağı Ayrancı Şubesi
Hesap No: 555 555 55 Ana Hesap
5001 TL
5002 Dolar
5003 Euro

Türkiye Halk Bankası Bakanlık Şubesi
Hesap No: 05000005 TL
5300003 Dolar
2P000023 Euro
Vakıflar Bankası Finans Markek Şubesi
Hesap No: 205 55 55 TL
405 66 66 Dolar
405 77 77 Euro

9 Ocak 2009 Cuma

Durun Artık!!

Fotoğraf
Küçük şeylerden mutlu olmayı bilirim ben. Bilirdim önceden.
İçinde mutlu olmaya dair hiç birşeyi olmayan insan, mutluluğu; bir bebeğin ilk adımlarında arar. Bir ihtiyarın çorak topraklar gibi kırışmış yüzündeki tebessümde arar.
Güzel bir e-postayı diğer arkadaşlarıma da göndererek, güzellikten nasiplerini aldıklarını düşünerek mutlu olurum ben.
Bu küçük mutluluklar mutlu etmemeye aksine korku vermeye başladı bana. Dünyada acı çeken insanlar varken mutlu olmak benim neyime? Mutsuzlara borçlu olmak istemiyorum. Siz mutsuzken ben de mutlu olamıyorum işte!!...
E-posta kutum öldürülen bebek fotoğraflarıyla dolu... Bu güzellik değil ki paylaşayım dostlarımla... Yürümeyi öğrenemeden ölen çocukların cesetlerini görmek mutlu etmiyor beni... Yaşlıların yüzlerinde ki korku, dehşet, çaresizlik mutsuzluktan öte kahrediyor beni...
Siz mutlu değilsiniz diye bu mutsuzluğum...
Bu aralar mutsuz olma sebebim de sizsiniz...
Allah'ım yalvarıyorum... Merhametinden zalimlerin kalplerine de ver. Kalp gözleri açılsın ve vijdan ateşiyle yanıp pişman olsunlar... Dursunlar artık...

8 Ocak 2009 Perşembe

Biraz daha dayansaydın....


Hasreti mi sormuştun bana?...
Ne yapacaksın ki hasreti öğrenipte..
Acısını hissetmediğin hasreti, haykırsam suratına
Anlayamazsın. Benim kadar...
Çekmen gerek... içine sindirmen gerek...
Buram buram yanman gerek...
Pişmen gerek oğlum!...

Hasretin acısını çekerim ne var ki mi dedin sen?...
Ne kadar kolay dökülüyor sözcükler ağzından...
Ne kadar basit sanıyorsun böyle!....
Sıcaklarda, rahatlarda yatarak olmuyor oğlum!...
Ayazlara gel, zora gel, kışa gel...
Herkesi sil hayatından...
Dosta gel...
Bana gel...
Sana geldiğimde ne olacak diyorsun şimdide?...
Anlatayım...
Artık rahat yok sana... Rahatlık da yok...
Acıyı öğreteceğim sana, hasreti... gözyaşını...
Öfkeyi...
İçindeki hissiz senin içinde fırtınalar kopartacağım.
Ruhunda dinmez isyanlar çıkartacağım!...
Bütün duyguların doruklarını göstereceğim sana...
Canın yanacak...

Yeter artık bırak beni mi dedin?
Ah!! Üzgünüm..
Pempe rüyandan uyandırdım seni
Biraz daha dayansaydın öğrenecektin gerçeği!...
Azat ediyorum seni..
Hiç hatırlamayacağın bu rüyadan...
Uyandırıyorum seni!...
Haccecan
08.01.2009

7 Ocak 2009 Çarşamba

Kulağıma Fısıldananlar...

Yeni doğan, bir kaç günlük bebeğin kulağına eğildi. İlk önce ezanı okudu kulağına. Ardından ismini üç kez kulağına fısıldadı.... Mustafa... Mustafa... Mustafa...
Seçilmiş, seçkin anlamına gelen Mustafa ismi, Hz. Muhammed'in adlarından bir tanesiydi. Bunu bilen babası, bebeğine bu ismi vermeyi istemişti.
İsmiyle müsemma olan Mustafa bebeğin kulağına büyüdükçe başka sözlerde fısıldanmaya başlamıştı. Mustafa'nın kulağına;
"Mahallesine giren tankların üstüne taş fırlatan kendinden bir kaç yaş büyük abilerinin kahrolun!... kahrolun!... kahrolun!... sözleri,
Evlerine düşen bomba yüzünden yaralanan çocuğunu feryat ve figanlarla hastaneye götüren babanın ardından, insanların; intikamın alıncak..., intikamın alınacak..., intikamın alınacak sözleri,
Elektriği, suyu, yemeğe ekmeği bulunmayan evlerinin üstüne ne zaman bomba düşüceğini bilmeyen çaresiz anne ve babasının ölüm bizi ne zaman bulacak?..., ölüm bizi ne zaman bulacak?..., ölüm bizi ne zaman bulacak?..." sözleri fısıldanıyordu.
Mustafa kulağına fısıldanan sözlerin ağırlığını taşıyamaz hale gelmişti. Öfke, nefret kusuyor, dünyaya geldiği güne lanetler ediyordu. Çelimsiz, bakımsız, zayıf vücuduna kinle beslenmiş büyük ruhu sığmıyordu.
Ölümün kendisini temiz bir yatakta, başında dualar okunarak bulmayacağını çok erken öğrenen Mustafa, her an ölümü ensesinde hissediyor, ölümün bu yaşananlardan çok daha güzel ve masum olduğunun hayallerini kuruyor, annesi babası gibi bir an önce ölümün gelip kendisini bulmasını istiyordu.
Sevgi, saygı, merhamet, bağışlama, iyilik yapmak, güvenmek, güleryüz, tebessüm, adalet, eşitlik, güvende hissetmek, mutluluk, barış, tok bir mide, güzel ve kalın giysiler......... İyi ve güzel ne varsa varlığını bile hissedememişti. Belkide varlığını hissedemeden bu dünyadan göçüp gidecekti.
Dünyada milyonlarca insan, iyi ve güzel ne varsa Mustafa'ların hissetmesini, yaşamasını diliyor, bunun için dua ediyor. Elimizden tek gelen bu, bunuda yapmamız gerek...
Zulümün, savaşın, kan dökmenin, haksızlığın, siyasi çıkarların milliyeti, ırkı, dini, dili olmaz... Farlı yaratıldık... Evet ama farklılıklarımız için birbirimizi öldürmemiz, birbirimizin malına, canına, ırzına tecavüz etmek için yaratılmadık...
"Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız Allah'tan en çok korkanınızdır. Allah bilendir, haber alandır."(hucurat 13)
Sevgili İlham Perisi ' ne ve Hüseyin Soykök 'e bu yazıyı yazmama vesile oldukları için teşekkür ediyorum...Yazımı Hüseyin Soykök'ün sözleriyle bitiriyorum.
VE HER İKİ TARAFADA ATIN ELİNİZDEKİ PAÇAVRALARI SİZE YENİ BİR BAYRAK TASARLADIM DİYORUM..BKZ RESİM.

Sobelendim

tablo donald zolan
Resim
Sevgili Pessoa beni sobelemiş. Kendisine sobesi için teşekkürü bir borç biliyorum. Bundan sonra sobeleyeceğim insanlar arasında yerini aldığını da kendisine müjdeliyorum. Sobe aşağıdaki soruları içeriyor.
1. En sevdiğiniz kelime nedir?
**Gülümse**
2. En nefret ettiğiniz kelime nedir?
**Yapamazsın!.. Dur orda... gibi yasaklar ve gereksiz kurallar**
3. Sizi ne heyecanlandırır?
**ölümü ensemde hissetmek, sapıklar tarafından takip edilmek, tecavüze uğrayacağımı düşünmek**
4. Heyecanınızı ne öldürür?
**büyük hevesle yaptığım işlerin değer görmemesi, yıkıcı eleştiri**
5. En sevdiğiniz ses nedir?
**ney sesi**
6. Nefret ettiğiniz ses nedir?
** gereksiz, boş, çok konuşan kadın sesi**
7. Hangi mesleği yapmak istemezsiniz?
**Kolay ve gereksiz olan meslekleri**
8. Hangi doğal yeteneğe sahip olmak istersiniz?
**Zara'nın sesi kadar güzel bir ses**
9. Kendiniz olmasaydınız kim olurdunuz?
**Annem**
10. Nerede yaşamak isterdiniz?
**Yalnızlığın ve bekarlığın normal sayıldığı herhangi bir yer**
11. En önemli kusurunuz nedir?
**Çabuk sinirlenmem, öfkelenmem**
12. Size en fazla keyif veren kötü huyunuz hangisi?
**Öfkelenmem**
13. Kahramanınız kim?
**Kemal Amcam**
14. En çok kullandığınız küfür nedir?
**Buraya yazamam, Diyarbakır mahkemesi bloğumu kapatabilir**
15. Şu anki ruh haliniz nasıl?
**Hafif gergin ve iç gıdıklayıcı bir ruh hali**
16. Hayat felsefenizi hangi slogan özetler?
**Ya sev, ya terket**
17. Mutluluk rüyanız nedir?
**Gereksiz işlerin ve sorumlulukların yok edilmesi..Eşit, adil, mutlu bir dünya!..**
18. Sizce mutsuzluğun tanımı nedir?
**Bir kaç kişinin kararıyla insan kanının dökülmesi ve bunun meşrulaştırılması**
19. Nasıl ölmek istersiniz?
**Elim ayağım tutuyorken, aklım başım yerindeyken, temiz bir yatakta, torunlarım, çocuklarım başımda hayır dualar ederken ölmek isterdim**
20. Öldüğünüzde cennete giderseniz Allah'ın size kapıda ne söylemesini istersiniz?
**İnsanlar senden razı, bende senden razıyım, gir cennetime Haccecan***

Karanlık, Vladimir , Namlu , Özgürrüya , Nurcan , Zeynep Melike, Sufi , Deli Kurt ve ismini yazmadığım diğer arkadaşlarım.... Hepinizi sobeliyorum...

6 Ocak 2009 Salı

Pazartesi Sendromu

 donaldzolan
Resim
Ne gündü Allah’ım. O kadar doluyum ki, bıraksam kendimi bir saat rahat ağlarım…
Başkanımız değişti, yeni gelen başkan haliyle işlerden anlamıyor. Eski başkanımız bir hatam olduğu zaman onu düzeltmem için evrakları bana geri gönderirdi, yeni başkan ise ben işten anlamıyorum diyerekten okumadan evrakları imzalıyor. Buda üstümdeki sorumluluğu artırdı, daha fazla dikkat etmem gerekiyor. Bu ise daha fazla gerginlik ve stres olarak geri dönüyor bana.
Eski başkan ile sabah vedalaştık, ona ufak bir hediye almıştım. Hediyeyi aldığında sevindi. Hediye almayı severim ve hediye vererek insanlarla aramda ki bağın hiç kopmamasını sağlarım. Hediye verdiğim insanların hediyeyi gördükçe birkaç saniye olsa da beni düşünmesini, beni iyi hatırlamasını isterim. Eski başkan işler ters gittiği zaman “hata yapmışsın” diye bazen bana çatardı. Bu yüzden kalbimin kırıldığını hatırlıyorum. Bu hediye ile birazda onu cezalandırmak istedim galiba. Özde iyi ve sevdiğim bir insan ama sonuçta erkek. Kırılacağımı, incineceğimi düşünmeden sert çıktığı da oluyordu. Ben ise bir tipik Kadınım… Asla unutmuyorum!... Yeri ve zamanı geldiğinde; kendimi haklı gördüğüm konuda haksız muamelesi görmüşsem, hele de kırılmışsam, o konuyu gündeme öyle yada böyle getirip haklılığımı ispat ediyorum. Şimdiye kadar böyle oldu… Eski başkanla tokalaştık, helalleştik.. “Seni kırmış olabilirim, hakkını helal et” dedi.
“Gelen gideni aratır” sözünün haklılığının bir kere daha ispat olduğu bir dönem yaşıyorum… Gün boyu eski başkanı aradım, işler o kadar karmaşık bir hal aldı ki… Aramaktan başka çarem yok…
Yanımda stajyer öğrenciler olmasaydı bugün işlerin üstesinden gelmem imkansızdı. Fotokopi, imza, tebliğ işlerinde onları koşturdum. Onların olmadığı dönemde bu işleri ben yapıyorum. Ay sonu çalışmaları, yeni başlayan on kadar personelin yazıları, nöbet listeleri, yolunu şaşırıp aradığı kişiyi bulamayanların soruları, telefonla arayanlar, müdürlüğe gidecek evraklar hazır değil mi diye soranlar… Bir ara mühürü de benim odaya verdiler ki cümbüşü görün. Hastaların hepsi benim odaya gelmeye başladı. İşte bu Haccecan’ın son hadde vardığı noktaydı. Volkan gibi patladım ondan sonra.
-Bu kadar işin arasında birde mühür mü basacam. Dikkatimi işime vermem lazım, işi olmayan, boş oturan arkadaşlardan biri yapsın” deyip gönderdim mühürü. Beş dakika sonra birisi geri getirmeye kalkıştığında olan oldu. Bağırdım, çağırdım…
Bunca sene işlerin öyle yada böyle üstesinden geldim. Nasıl üstesinden geldiğimi ise Allah biliyor.. Üstesinden gelerek hata yapıyorum beklide. Hallolduğunu görenler sorun olmadığını düşünüyor ve benim psikolojik olarak yıprandığım bu sistem devam ediyor. Ama işi yapmazsam veya eksik yaparsam kendimi eksik hissedip, bu sefer kendimle çatışmaya başlayacağım.
İsyan ettiğim konu ise iş dağılımında ki dengesizlik. Mesai arkadaşlarım bana “çay içmeye niye gelmiyorsun?” diye soruyorlar. Ben işleri yapacağım diye kendimi paralarken, onların sohbet edip, çay içmesi acayip kanıma dokunuyor. Şu aralar ise kendilerine ait belirli bir oda verilmediği için ateş püskürüp ortalıkta dolanıyorlar. Negatif sözleri ile de bitik olan beni daha da bitiriyor…
En sinir olduğum olaylardan bir tanesi de, hesap işlerini yaparken dikkatimin dağıtılması. Bir hasta olsa kızamıyorum ama “Müsait misin?” diye odama gelen mesai arkadaşıma “Yoğunum işim var şu an” dediğim halde sanki hiçbir şey dememişim gibi “benim şu işim var şu evrakın şurası değişmesi gerek” deyip başımda beklemesi. İşini yaptırana kadar da gitmiyor. Onun için önemli olan kendi işinin hallolması. “Ben yoğun muyum, müsait miyim?” kimsenin umurunda değil. İki tatlı söze nasıl muhtacım, birisi bana biraz gaz verse, beni biraz motive etse ne var sanki? Birisi yaptığım işe karşılık eline sağlık dese, pozitif konuşsa da beni biraz hayata ve işe bağlasa ne hayır dua ederim var ya… Teşekkür edenlerde var hakkını yiyemem, ama samimi gelmiyorlar bana… Kuru bir teşekkür… Samimiyet arıyorum ben samimiyet…
Birde standart bir kocayla evli olduğum varsayımları üstüne bir senaryo aklıma geldikçe evlilikten daha da kaçıyorum. İş stresiyle eve gelmiş Haccecan, yorulmuştur, streslidir. Eve geldiğinde, çocukları televizyonun karşısında oturmaktadırlar. Çalışan bir anne olarak, çocuklarıyla yeterince ilgilenemeyen Haccecan, kendini yetersiz ve eksik anne gibi hissederek ömür boyu bunun vicdan azabını çekeceği düşüncesi elini kolunu bağlamaktadır. Günde bir – iki saatini çocuklarına ancak ayırabilen Haccecan, bu bir iki saat süresi boyunca onlara annelik taslamak istememektedir. Arkadaş gibi yaklaşıp, konuşmak istemektedir. Çocukları ise Haccecan’ı ne anne olarak görebilmekte, ne de arkadaş…
Mutfağa giren Haccecan, yemek yapmaya koyulmuştur. Bir saat sonra ortaya iki çeşit yemek ya çıkartmıştır, ya çıkaramamıştır. (Elim ağır, iki çeşit yemeği çıkartırsam ne ala!! Ama yıllar sonra pratiklik kazanırım diye düşünüyorum. Belki.. bir ihtimal.. Ufakta olsa ufukta bir ışık var.)
Sonra zil çalacak. Şu an yüzünü kafamda hayal edemediğim eşim gelmiş, çocuklar kapıyı itiş kakış açıyorlar. Sonra çocuklar odalarına tekrar geri dönüyor. (3 çocuğum kapıyı birlikte açtılar, çünkü en son “kapıyı sen aç” diye kavga ettiklerinde “kapıyı üçünüz birlikte açacaksınız” diye kural koymuştum.)
Sonra kurduğum sofraya hep birlikte oturuyoruz ve hep birlikte kalkıyoruz. Bu arada ne bir sohbet, ne bir tebessüm… Yemekten sonra yüzünü hayal edemediğim eşim televizyon karşısına, çocuklar ise odalarına bilgisayar başına…Haccecan ise mutfağa bulaşıkların başına… Ütü, çamaşır, ev temizliğini yazmayayım…
Cumartesi günü şurdaki arkadaşımı ziyarete gittim. Kızın bir haftada ki yaşadıkları da az değil. Babası fenalaşıp acile kaldırıyorlar. Babasını hastanede bırakıp gece evine tek başına dönmek zorunda kalıyor. Adamın birisi takip ediyor bunu. Gece tek başına sokağa çıkan kız ne için çıkar sokağa? Ya acil bir işi vardır, ya acil bir işi!!! Binbir korku ve telaşla evine varıyor. Ertesi gün babasının başında beklerken, teyzesi Emniyetten çağırdıklarını, Emniyete gitmesi gerektiğini söylüyor. Arkadaşım benim Emniyette ne işim olur diye düşünüyor, birisi beni işletmiştir diye Emniyeti arıyor. Gerçekten Emniyet çağırdıklarını öğreniyor. Arkadaşım Emniyete giderken beni de yanına almak istiyor ama annesi “yanında bir erkeğin olmasının daha doğru olacağını” söylediğinden akrabalarına haber veriyor. Onlarında isteksiz gelmesi ve Emniyete çağırdıkları için arkadaşımı suçlu ilan etmeleri ise onu yıkıyor.
Kredi kartı mağduru olabileceğini öğreniyor Emniyette. Kimlik bilgilerini ele geçirdiği kişiler adına kredi kartı çıkartan bir şebekenin varlığını ortaya çıkarttılar. İşin benle ilgili kısmı da şu; buraya ilk geldiğim sene yapacak bir şeyler arayan ben saz kursuna yazılmaya karar vermişdim. Saz kursundan kimlik fotokopimi istediler bende kimlik fotokopimi çektirip vermiştim. Kurs bir hafta sonra başlayacak deyip beni göndermişlerdi. Bir hafta sonra gidip baktığımda ise kursun yerinde yeller esiyordu. Hiçbir açıklama yapmadan, ortadan kaybolmuştu adamlar. Yakında benimde ifademi alırlarsa veya adıma kredi kartı borcu ortaya çıkarsa hiç şaşmayacağım da, bu parayı nasıl ödeyeceğim? Saflığımın kurbanı oldum ben, siz olmayın..
Pazar günü ise İsraile karşı düzenlenen mitinge katıldık. O güne ait bir sürü fotoğraf çektim. Evde internet bağlantımız olmadığından paylaşamıyorum sizlerle. Bu yazıyıda dün (05.01.2009) yazdım, bugün internete yükleyebiliyorum.

4 Ocak 2009 Pazar

Katil Serçe


Serçenin biri, bir bahar günü uçuyormuş. Bir anda farketmiş ki karşıdan motorsikletli bir adam geliyor.Her ikisi de çarpışmayı engellemek için ellerinden geleni yapmışlar... Ama nafile... Serçe 'gümmpattt' diye kaska çarpıp düşmüş. Motorcu koşmuş serçenin yanına. Serçe baygın yatıyor. Kıyamamış, bırakamamış yolda; almış getirmiş eve. Eskiden kalma bir de kafesi var evde. Baygın serçeyi kafesin içine güzelce yerleştirmiş. Yanına da az biraz su, az biraz ekmek koymuş, vurmuş kafayı yatmış...Bizim serçe bi müddet sonra ayılmaya başlamıs..Daha tam seçemiyor ortalığı.. Hafif bulanıklık var yani...Bi bakmış ki parmaklık, ekmek, su falan var bulunduğu yerde...Birden dank etmiş vaziyet:
-"İnanmıyorum motorcuyu öldürmüşüm ...!"
İnternetten alıntı

2 Ocak 2009 Cuma

Günün Nüktesi


Yemeğe Yenilmek
Sasani hükümdarlarından Ardşir Babegân, doktoruna, "Bir günde ne kadar yemek yemeli?" diye sordu. Doktoru:
- Üçyüz gram kadar yeter, dedi.
Babegân
- Bu kadarcık şey insana ne kuvvet verir ki? diye bunu az bulunca, doktor şu karşılığı verdi:
- Bu kadarı seni taşır. Bundan fazla olursa sen onu taşırsın.