Görev Beni Çağırıyor... Seni de...

25 Ağustos 2009 Salı

Ramazan ayının etkileri

Ramazanın ilk günü benim için baya zordu. Bir sene boyunca hobini gırtlak yiyen ben, üstüne üstlük sahura da kalkmayınca öğlen saatlerine doğru kendimi güçsüz, halsiz, bitkin, yorgun hissettim. Akşam saatlerine doğru ise duygularım evrim geçirip canavarlaştı ve beni çiğ çiğ yedi.

İftar saati yaklaştığında üzerimde ki bu halsizlik, yorgunluk yerini; terk edilmişliğe, yalnızlığa ve herkesin acıyarak baktığı sahip çıkılması gereken zavallı bir insanmışım gibi hissetmeme bıraktı.

Oruç tutmadan bir gün önce kız kardeşim telefonda,”İlk iftarını bende yaparsın” dediğinde; Ben; “Bakarız, başka yere gitmezsem sana gelirim” demiştim. Halbu ki gidecek hiçbir yerim yok, nereye gideyim? Gurur yapıyorum kendimce. Ramazanın ilk günü ise iki kez kız kardeşimi arayıp, ne yapıyorsun? diye aramama rağmen bir kez bile “Akşama iftara geliyorsun değil mi veya ne zaman geliyorsun?” diye sormadığı için dünkü yaptığı iftar yemeği davetini alenen yaptığını düşündüm. Onun öylesine yaptığı iftar yemeğini ciddiye aldığım için yıkılan ben oldum tabi. Ramazanın ilk günü evimde tek başıma iftar yapma düşüncesi nasılda koydu bana. Kız kardeşimle yaptığım iftar yemeğinin lafını etmediği ikinci telefon görüşmesinden sonra yalnızların yalnızı, bahtsızların bahtsızı Haccecan zırıl zırıl ağlamaya başladı. (Açlık bana yaramıyor anlaşıldı…) İş yerinde beraber çalıştığım Hüthüt ; “ Ah arkadaşım… Kardeşin el kızı oldu tabi, belki eşi senin gelmeni istemiyordur, kız kardeşinde ne yapsın?, Seneye seni böyle görmek istemiyorum, seneye kadar evlen ” dediğinde bir yandan ağlıyorum bir yandan haykırıyorum. “Kiminle evlenecemmmmmm?” Göz yaşları içinde sorduğum bu soruya cevap veremedi. İçten içe de kardeş çalana kızıyorum. “O benim kardeşim, benimmmmm…”

Ardından iş yerinde ki abim; “Akşama iftara ne yapıyorsun?” diye sorduğunda “Bakalım kız kardeşime giderim belki” diye cevap verdim. “Akşama bir yere gitmezsen mutlaka bize gel” dediğinde, “Tamam gelirim.” cevabını verdim. Kız kardeşime gitmek için hala umudum var. Bu nasıl umutsa!!!

İş yerinden çıktığımda o acı gerçekle tekrar karşılaştım. Ben iftara nereye gideceğim? Kız kardeşimi son bir umut aradığımda telefona cevap vermedi. İftara davet eden abim “bana acıdığı, sahip çıkılması gereken, beni doyurarak sevap alarak mutlu olmayı düşündüğü!” için ona da gidemezdim. Ben kimsenin sevap kaynağı ve acınacak bir zavallı değilim!... Gideceğim yeri kendim belirlemeliydim.

Bu durum canımı fena halde sıkmaya başladı. Kendime güç verip de yalnızlığıma sığındığım zaman yalnızlık çok zor bir durum gibi gelmezken, insanların bana acıyarak muamele etmesi canımı yakmaktan başka bir işe yaramıyor. “Tek başına ne yapıyorsun? Tek başına sıkılmıyor musun? sorularını sorarak uyuyan devi uyandırıyorlar… Güllük gülistanlık yaşarken “herkes bana zavallı gözüyle bakıyor. Kendime acımalıyım. Evet evet.. Yalnızlık o kadar acınacak bir durum ki insanlar bana sorup duruyor bu yüzden. Acı kendine Haccecan. Acıııııııııı” deyip başlıyorum isyanları oynamaya…

Aradım bir arkadaşımı, “Nasılsın?” der demez, halimi anladı ve” atla gel bize” dedi. O akşam iftarı onlarda yaptım ve orada kaldım.

İftarı evlerinde yaptığım arkadaşımın teyzesi ise “sende mi yalnız yaşıyorsun?” diye konuşmaya başladı. “Senin yine bir koca bulup evlenip çocuk sahibi olma gibi bir umudun var. Benim o da yok !” dedi. Çocuğu olmayan bu kadın kocasını yıllar önce kaybetmiş. Kocasının emekli maaşıyla kiralık bir evde yaşamaya çalışıyordu. Kendimden daha iyileri görünce içimden halime oturup ağlamak , çevremde ki herkese bu durumu şikayet etmek gelirken ne hikmetse hep benden daha kötüler karşıma çıkmıştır.
Ramazan ayının 5. Gününde ise açlığa alışmış durumdayım, ruh halim ilk güne nispeten daha iyi. “Herkese beni ne zaman iftara davet edeceksiniz?” diye sorarak kendimi zorla davet ettiriyorum.
Yinede bu yalnızlık ve herkesin bana iyilik yaparak huzur duyduğu "mutluluk kaynağı" olma düşüncesi ağrıma gitmiyorda değil...
İç ses: Dünyada o kadar aç, yalnız, çaresiz, dermansız insan var ki Haccecan. Sadece insanlarda değil... Suya muhtaç ölen ağaçlar, yiyecek bulamayan hayvanlar bilem var. Senin bu çektiklerin ne ki?

21 Ağustos 2009 Cuma

Yeni doğmuş bebek


Huzurevinin bahçesinde iki tonton yaşlı adam bi banka oturmuş laflıyorlar;
-Aaah ah.. yaş oldu 73.. elim ayağım tutmuyor, her tarafım ağrıyor..benle aynı yaşta değil misin? ya sen kendini nasıl hissediyorsun?
-Yeni doğmuş bir bebek gibi..
- A aa? Nasıl yani?
- Kafada saç yok, ağızda diş yok, galiba az önce de altıma yaptım....

20 Ağustos 2009 Perşembe

Vatan Sevgisi


Vatan Sevgisi
(Babamın Mektubu)
“Sardunyalı Küçük Trampetçi”nin öyküsü, seni çok derin duygulandırdığına göre, konusu “Vatanı Niçin Seversiniz?” olan bu sabah ki sınav sorusunu büyük bir kolaylıkla yazmalıydın.
Vatanımı niçin severim sözü, aklına yüzlerce yanıt getirmiyor mu? Vatanımı severim, çünkü annem-babam orada doğdu; çünkü damarlarımda dolaşan kan onundur; çünkü annemin ağladığı ve babamın büyük anılarını saygı ile andığı bütün ölüler, onun kutsal toprağında gömülüdür. Çünkü doğduğum il, konuştuğum dil, beni aydınlatan kitaplar, kardeşim, kız kardeşim, arkadaşlarım, arasında yaşadığım halk ve beni çevreleyen doğa; bütün gördüğüm, sevdiğim ve içten bir duyarlılıkla seyrettiğim şeyler, vatanımdan birer parçadır. Ohh, bu vatan sevgisini sen henüz tümüyle duyamazsın. Bunu, büyüdüğün zaman çok daha iyi anlayacaksın.
Uzun bir geziden dönerken, sabahleyin bir vapurun güvertesinde parmaklıklara dayanarak, yurdunun mor dağlarını ufukta gördüğün zaman, kalbinden taşan, içten gelen sevgi dalgalarının gözlerini yaşla doldurduğunu görecek ve dudaklarından sevinç sesleri çıktığını duyacaksın.
Uzak bir şehirde, yabancı bir halk içinde, tanımadığın bir işçinin yanından geçerken, senin dilinden birkaç sözcük söylediğini işitince, ruhunun, seni ona doğru ittiğini hissedeceksin. Bir yabancı tarafından vatanının ağır ve kaba kelimelerle yerildiğini işittiğin zaman kanını başına sıçratan acı bir tiksinmeyle, yine o hissi duyacaksın.
Düşman bir millet, vatan üzerine bir ateş fırtınası salarak saldırdığı zaman, her taraftan ellerinde silahlarıyla delikanlıları ve onları “Cesaret” diyerek kucaklayan babalarla; askerleri “Muzaffer olun!” dileğiyle uğurlayan anneleri gördüğün zaman; onu daha derinden, daha övünerek duyacaksın. Gözlerinde yenmemin büyüklüğü parlayarak şehre dönen, yarısı yok olmuş, elbiseleri paramparça, yorgun, ama şanlı bir alayın girdiğini görmek mutluluğuna erersen, onu gökten gelen bir sevinç gibi duyacaksın.
Kurşunlarla yırtılmış bayrağın arkasında, kendilerini çevreleyen heyecanlı bir halkın çiçekleri, duaları ve öpücükleriyle örtülerek, sargılarla bağlı yaralı alınlarını yüksekte tutarak şehre giren bir uzun kahramanlar kafilesini gördüğünde, bu duygu kalbinde en yüksek kerteye ulaşacak ve kutsallaşacaktır. Vatan sevgisini işte o zaman anlayacak ve derinden duyacaksın.
Vatan sevgisi o kadar büyük ve kutsal şeydir ki, bir gün eğer seni, onu korumaktan gelen bir tabur içinde, sağ görür ve yaşamını esirgemek üzere saklandığını duyarsam; benim kanım, sevgili oğlum olduğun halde, okuldan döndüğün zaman, sevinçli bir sesle seni kucaklayan ben, boğazımı tıkayan bir hıçkırıkla karşılayacak ve artık seni hiç sevemeyerek kalbimdeki bu hançerin yarasıyla öleceğim.
Baban

Çocuk Kalbi (İtalyan; Edmondo De Amicis) adlı kitaptan alıntı bir mektup.

Başka uluslar yetişdirdiği genç nesillere vatan sevgisini böyle aşılarken benim vatanımın genç nesillerinin boş yetişmesini görmek bana acı veriyor... Benim gibi acı duyan başkalarıda var mı?

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Akıl mı, gönül mü?


Sabah işe gitmek için yolda giderken arkamdan “hanım efendi!... hanım efendi “ diye birisi seslendi. Durdum ve sesin geldiği yöne doğru baktım. Yanıma doğru lila renkli bir gömlek ve siyah bir pantolon giymiş bir beyefendi gelmeye başladı. Ben ; “yine bir vatandaş sigara ile ilgili ya bir şey soracak ve ya bir şey isteyecek herhalde” diye düşünürken, beyefendi bana doğru yaklaşmaya devam etti. Yaklaşırken gözlerimin içine bakmaya başladı. Hem yaklaşıyor hem bakmaya devam ediyor. Bu bakışlar hiç de normal değil! Yanıma geldiğinde durdu ve bakmaya devam etti. Bir iki saniye bakmış olmasına rağmen sanki saatlerce gözlerimin içine bakmış gibi hissettim. Bakma süresi uzadıkça gözlerimle adama “ne oldu? neden durdurdun?” sorularını sözsüz iletişimle sorup adamı konuşmaya zorladım. Beyefendi:
“Kusura bakmayın. Ben sizi sürekli yolda görüyorum” deyip bir süre sustu ve gözlerime bakmaya devam etti. Ben; “eee başka?” anlamında bir bakış daha attıktan sonra: “ sizinle tanışabilir miyiz?” diye sordu. Ben: “Siz kimsiniz?” diye sordum. İsmini vermedi. Eliyle ileri doğru gösterip “Ben şurada çalışıyorum” dedi. "Şurada" diyerek nereyi kastdettiğini ve kim olduğunu anlamadım. Bende: “Kusura bakmayın, yolda aldığım böyle tekliflere kapalıyım” deyip döndüm yoluma ve yürümeye devam ettim. Bu arada arkamdan “Kusura bakmayın” dediğini duydum ancak ona cevap vermeden yoluma devam ettim…
“Sabah sabah bu olayda neydi? Bu adam da kim? Şurada dediği yer neresi?” sorularını kendime sorup kendim cevap vermeye çalışırken, trafik ışıklarının oraya doğru yaklaştığımda hergünden farklı bir şeylerin olduğunu sezinliyordum ancak olaya bir anlam veremiyordum. Yürümeye devam ettim. Görüş mesafemi kapatan duvarı geçtiğimde bir transitin, bir kamyona çarptığı büyük bir trafik kazasının olduğunu gördüm. Polisler yolu kesmiş, ambulanslar yaralıları taşıyor, herkesin yüzünde acı ve hüzün dolu bir ifade var. Felaketlerde ellerinden hiçbir şey gelmesede orada “ah vah!, tüh tüh!” sözleriyle olaya aksiyon katan, yetkililerin işlerine engel olmakla kalmayıp, başka kazalarında yaşanmasına neden olan kuru kalabalığın bir parçası olmak istemediğimden yoluma devam ettim. Trafik kurallarına uymama konusunda ısrar ettikçe, acele edip, ayağımızla gaza basmakla kendimizi muhteşem! ölümsüz! sanmaya devam ettikçe bu kazalar yaşanmaya devam edecek. Üzüldüğüm şey, araçlarda ki suçu günahı olmayan insanların, şoförlerin hatasının bedellerini ödemesi. Bu trafik kazasında ki araçta tüm insanların yara almasına rağmen, 2-3 yaşlarında ki bir bebeğin burnu bile kanamadan kazadan 45 dakika sonra araç koltuğunun altında farkedilmesi ise anlayanlara çok şey anlatıyor. Tabi anlayana….
….
Köylere su verilen kaynak su deposunun kirli olduğu – kapalı bir mekanda tütün tüketildiği hakkında aldığımız ihbarları değerlendirmek amacıyla bugün yaylaya gittik. Su kaynağına ulaşmak hiç de kolay değildi. Araba yolu olmadığı için yürüdüğümüz yol kesilmiş ağaçlarla kaplı olduğu için hem yokuş tırmanıyor, hem koca ağaçların üstünden geçmeye çalışıyorduk. Su depolarını yapan inşaat işçilerinin nereli olduğu depolarının üstüne yazdıkları yazı ile anlaşılıyordu. Bitlis-Mutki.... Orada gerekli denetimleri yaptıktan sonra bay marifet abim, “biz çocukken kızlar bu otla ellerine kına yakardı” diyerek elime bir otu parçalayıp koydu. Bir elimle kına otunu tutuyorum, bir elimle fotoğraf makinasını. Zorla çıktığım yolu, daha zor indim…
Dönüş yolunda bir yayla evinde üzüm, karpuz, peynir, ekmekle karnımızı doyurduk. Bizi hazırlıksız yakalandığı halde evinde ağırlayan kadın; evine bizimle birlikte girmişdi. Otlattığı 5 ineğine ilk önce suyunu verip hepsini ahıra soktuktan sonra bizim karnımızı doyurdu. Eee misafir ineklerinden sonra geliyor tabi. Biz gidiciyiz, ekmek teknesi olan inekleri ise hem kalıcı hem yoldaşı…
Yol üstünde namaz kılmak için bir mescide giden Hocalı abim, mescitden cübbe ve fes giyerek çıktığında hepimiz gülmekten öldük. Üzerinde ki cübbe ve fes ile onun o halini ölümsüzleştirmek için fotoğrafını çektim ardından o cübbe ve fesi ben giyinip fotoğraf çekindim. Hoca Haccecan tarihe geçti böylelikle.. Öhöm öhöm…
Şoförümüzün 12-13 yaşlarında ki oğluda bizimle geldi. Arabaya binerken-inerken kapımı açıp-kapatan, fotoğraflarımı çeken bu çocuğu melek ilan ettim. Diğer beylere “bu çocuğu örnek alın” diye sıkı sıkı tembihledim. Kimse sözlerimi kaile almadı ama olsun. Çocukta olsa bir erkekte saflık, iyi niyetlik, kibarlık, saygı, masumluk, gözlerine baktığımda tebessüm etmesi, hörmetkar olması…Harika şeyler… Büyüdüğünde özünden ayrılıp klasik bir erkek olacak… Yazık…
Kısacası bugün harika bir gündü…

Hangi gündü hatırlamıyorum ama iş yerinde odamda çalışırken hizmetlimiz kapıyı açıp “Haccecan hanım, sizi birisi soruyor” dedi. “Buyursun gelsin deyip” onu odama aldım. Bir beyefendi kardeş çalanın ismimi verip, muayene olurken kendisine yardımcı olmamı istedi. “Kendi işim için bile kimseye rica etmediğimi, sırasını alıp beklemesi gerektiğini, bir sorun yaşarsa burda olduğumu, geldiğinde ona yardımcı olabileceğimi” söyleyip onu gönderdim. Kardeş çalanla bir araya geldiğimizde de onu fırçalamıştım. “İnsanları işlerini yapmam için sen mi yanıma gönderiyorsun?, Kimseyi bir daha öyle gönderme” dediğimde kardeş çalan “olaydan haberinin olmadığını söylemişti”. Olayın aslı daha yeni ortaya çıktı. Meğer kendine eş arayan bu beyefendi, kardeş çalanın arkadaşının arkadaşıymış. Beni görmek için bir yardımcı olmam bahanesiyle beni görmeye yanıma gelmiş. Beni kendince kurduğu bu kumpas ile görüp beğenmiş ve benimle görüşmek istediğini kardeş çalana söyletmişdi. Bende böyle oyunlardan hoşlanmadığım için red cevabını gönderdim.
Yaptığımız fotoğraf gezilerinin birinde tanıştığımız başka bir beyefendi ise benimle evlenmek niyetinde olduğunu açıkca söyledi ve bu konuda çok ısrarcı davranıyor… “Beni bir günlük tanımayla evlilik kararını nasıl alabildi acaba?” diye ona da red cevabı verdim. Red cevabını duymamış gibi bu evlenme niyetinde ısrarcı olduğunu söylüyor…
Bu aralar kısmetlerim o kadar çok ki… Napacağımı şaşırdım… Evlenmek ve çocuk istediğimi yakın çevremde bilmeyen yok. Acaba erkekler bu düşüncemi alnımdan okumaya mı başladılar?
Ne yapmam gerektiğini, nasıl yaklaşmam gerektiğini de bilmiyorum. “Açık sözlü olsun, erkek dediğin çıkacak karşıma ne istediğini açıkca söyleyecek” diyordum. Bu ara taliplerimin hepsi böyle… Böyle açık sözlü olup, isteklerini yüzüme söylediklerinde ister istemez geri adım atmak zorunda kalıyorum. Öyle ya… Kimsin, nesin? Kendini tanıt hele, beni de tanı… Güven ver…
Aman ya ne desem boş… Gönlüm bir şey dese mantığım susuyor… Mantığım bir şey dese gönlüm susuyor… Gönlümün ve mantığımın konuştuğu, ikisininde tamam dediği eş adayı lazım bana. Aha bak! Beklentilerim, isteklerim biraz daha da büyüdü, eş bulmam ise imkansızlaştı… Önceden gönlüm sevse yeter diyordum. Şu anda da gönlüm birisini seviyor ancak o da hayal... Gönlümün ve mantığımın "evet" dediği bir eşi nereden bulacam ben… Yoksa böyle düşünmeyi bırakıp uygulamaya mı geçmeliyim? En son bahsettiğim beyefendiyle görüşmeye mi başlamalıyım?

14 Ağustos 2009 Cuma

Yitik Aşklar Uğruna Harcanan Ömürler

Yitik bir aşkın peşinde ömrünüzün bitip tükeneceğini düşündünüz mü hiç? Ben düşündüm.. Hemde çok... Düşünmeklede kalmadım...
Ömrümü herkesin yaptığı şeyleri yaparak geçirmenin beni basitleştireceğini daha en başından beri biliyordum. Kendimi bildim bileli şu sözler döküldü ağzımdan. "Ben bir kişiyi seveceğim, o da beni sevecek!"
Boyuma posuma bakmadan aşkı yaşamaya kalktığımda da gördüm ki, kimse evrenin varoluş sebebi olan aşkı yaşamak için değmiyor-muş... Aşkta önemli olan kişi değil aşkın kendisiymiş. Yaşanılan duygularmış... Aşık olduğunuz kişiyi gözünüzde büyütüyor, kendiniz için ulaşılamaz bir yere koyuyor sonra da aşk ateşiyle kavruluyorsunuz... Bende kavruldum hem de çok...Aşık olduklarım gözümde küçüldükçe ben büyüdüm, ben büyüdükçe çektiğim acılarda büyüdü... Hedeflerim, üstesinden gelmem gereken sorunlar, insanların nankörlükleri, duyduğum sözlerin ağırlığı, gördüklerimin verdiği acılar, eksikliğini hissettiğim şeylerin bana verdiği dayanılmaz sancı... Her şey büyüdü. Onlar büyüdükçe bende daha zor, daha katı, daha vurdumduymaz oldum. 
 Bu aralar; bana karşı duydukları karşılıksız aşk için ömürlerini feda etmeye hazır insanların feryatlarını dinliyorum... Çektikleri aşk acısının dermanını bende arıyorlar. "Dermanınız ben de yok!" diye onları görmezden geldikçe onlar kovalamaya devam ediyor. İtiraf etmeliyim ki bu canımı çok acıtıyor; kendimi zalim, hain, vefasız, kötü ve zor biriymişim gibi hissetmeme neden oluyorlar... Bu feryatları onları gözümde güçsüzleştiriyor, basitleştiriyor, öfkelenmeme neden oluyor... Ben aşk yaşarken aşık olduğum kişiye gidip feryat ediyor muyum? Siz ne hakla feryat edip kafamı şişiyorsunuz.... Sizi gidi zayıf, aciz varlıklar!... Aşkın verdiği acıya katlanamayacak kadar zayıfsanız ne diye aşık olursunuz ki? 

 "Yazmayı bırak!" demeyi bırak... Yazacağım işte... Yazdıkça varoluyorum... Kendini yok etmek için mi "yazmayı bırak!" diyorsun bana? Yazdıkça; yitip giden benden geriye elle tutulur, gözle görülür birşeyler kalıyor... Dağ; içinde ki yakıcı magmayı patlayarak atar, sende yazarak atıyorsun anlamadın mı hala? Yaz da at içinde ki seni eriyip bitiren bu alevleri...

Oysa ne çok isterdim sadece bir kişi tarafından sevilmeyi, sayılmayı... Adanmayı hak eden bir ömrün bana adanmasını... Bir bebek; sıcacık, güvenli olan anne kucağına nasıl muhtaçsa öyle muhtacım sevilmeye, sayılmaya, vazgeçilmez olmaya, dinginliğe, sakinliğe, güvene, mutlak bir güce sığınmaya...

 "Sen zayıf yönlerini yazacak kadar aciz misin, şimdi kim bilir okuyanlar ne düşünecek? demeyi de bırak! Kim ne düşünürse düşünsün... Umurumda değil hiç birisi... Zayıf yönlerini göstermeyen, her gün mutluluk oyununu oynayan insanların gerçekten mutlu, gerçekten güçlü olduğunu mu sanıyorsun? Onlara göre ben daha dürüst daha güçlü ve daha mutluyum... Hem zayıflıklarını yok saymak yerine onları ilân etmek; yok etmek demektir. İçimde ne yaşıyorsam onu söylemeliyim, içim dışım bir olmalı benim... Kendimle olan bu kavgam, bu savaşım elbet bir gün ateşkes ile sonuçlanacak... Peki ya onlar? Bu sahte mutluluk oyununun içinde kendilerini kandırmaya devam edecekler. Hemde mutluluk oyunu oynadıklarının farkında bile olmadan...

Yitik aşklar uğruna harcanan ömürler; her gününü yiyerek, içerek, eğlenerek, sıç..rak, sevişerek geçiren sıradan ömürlerden çok daha güzelken, ömrümü sıradan bir şekilde geçirmek istemiyorum....