Görev Beni Çağırıyor... Seni de...

19 Şubat 2009 Perşembe

Ödül merasimi

Bu aralar bloglarda herkesin birbirine layık gördüğü ödüllerden benimde oldu... Layık görerek beni onurlandıran Nurcan'a ve Vladimir'e teşekkür ediyorum. Vladimir en çok ihtiyaç duyduğum anda senin yazdığın şu satırlarını okudum; "Sevdiği için, kendini bu yolla ifade edebildiği için yazıyor, ufak direnişlerini okudukça bazen boşuna bu direnişin diyorum onlardan o kadar çok var ki, her zaman da onlar kazanacak, farketmesi yıllarını alıyor insanın; Haccecan." Bu satırlarını gördüğümde çok sevindim. Sevincim gerçekleri duymak değildi, direnişimin boş olduğunu söylemendi. Direnişimin boş olduğunu bende kendime çok söylüyorum ama nasıl bir ruh varsa bende mücadele ettikçe güç kazanıyorum sanki... Mücadelesiz bir hayat düşünemiyorum... Mücadele etmezsem ne yapacağım onuda bilmiyorum. Mücadelenin beni çok yıprattığı aşikâr... Mücadele ettiğim insanlarda iyiki varlar... Yoksa ben neyle mücadele edecektim? Bence; önemli olan ise mücadele etmek değil; "hangi tarafta mücadele ettiğindir." Vijdanen rahat olup, aynada kendime utanmadan bakabiliyorsam, insanların saygısını, sevgisini kazanabiliyorsam, mücadeleyi zaten kazanmışımdır. Mücadeleden yorgun ve yara almış olarak ayrılsamda, gururlu ve mağrur bir savaşçının haklı gururunu yaşar insan. Onlar kazanmış gibi görünselerde aslında kaybettiklerini "zaman" gösterecek. Bu konuda İlahi adâlete inanıyorum... Ödül oyunun kuralları da şöyle.
1) Seni ödüllendiren blog yazarının linkini vermek 2) Bu ödülü başka 7 blog sahibine linklerini vererek göndermek. 3) Seçilen blog yazarlarını durumdan haberdar etmek. Bu aralar işte sorunlar yaşıyorum. Yeni bir sisteme geçtik, her şey değişti... 3 sene emek verdiğim herşey yıkıldı ve benden hepsini yeniden yapmam isteniyor. Yeni amirim işten anlamıyor, varlığına alışmam gereken insanlarda geldi çalıştığım yere. Bütün personelle, diğer kurumlarla birebir iletişim kurmak zorunda olan ben olduğum için omuzlarıma daha fazla yük binmiş gibi hissediyorum bu aralar. Mesai arkadaşlarımın %99' u ile anlaşamıyorum, iletişim kuramıyorum, onlara verdiğim selamı alamıyorum, selam verenler ise samimi gelmiyor. Bu zor ve ağır gelen süreçte beni yalnız bırakmayan blog dostlarıma sonsuz teşekkür ediyorum. Nefes almak için bloglarınızı ziyaret ettiğimde, elimden geldiğince yorum bırakmaya çalışıyorum... Ödül törenini yasa çevirdim sanki... Bu puslu havayı dağıtıp, en içten dileklerimle hepinize sevgiler gönderiyorum. Ödülü verdiğim arkadaşlarım: 1-Tutsak 2-Sufi 3-Abi 4-Nightologist 5-1Sen 6-Zeynep Melike 7-Taluyka Blogumun sol tarafında olan herkes ödülü aldığını kabul etsin. Ödül kuralları arasında 7 sayısı olduğu için sınırlı sayıda arkadaşımı yazmak zorunda kaldım.

15 Şubat 2009 Pazar

Neden Yazıyorum?

Neden olacak... En çok yazarken dinlenildiğimi hissediyorum. Yüz yüze iletişimde de başarılı sayılırım ama yazı dilinde kendime olan güvenim daha fazla. Yazmaya başladığımda sanki bütün dünya susuyor ve beni dinliyor. Yüzyüze iletişimde dinlenilmediğimi, sözümün kesildiğini veya anlaşılmadığımı düşünürsem boş konuşuyormuş hissine kapılırım, bu hisse kapıldığımda söyleyeceklerimi unuturum, unutmasamda konuşmak istemem. "Dikkate alınmıyorsam neden konuşayım ki?" diye düşünürüm. Konuşmuş olmak için konuşmak da benlik değil.
Keşke eğitimimizde, öğretimimizde, kalbimizde, ruhumuzda herşey doğru olsaydı. Keşke herkes birbirini saysaydı, sevseydi, dinleseydi. Ama nerde.... Konuşurken sizde şahit olmuşsunuzdur. Sizi gerçekten dinleyen insan bir elin parmağından daha azdır. Karşısınızda ki insanın asıl derdi, dinlenilmektir, dinlemek değil. Sizin dertlerinizle, sıkıntılarınızla ilgilenen pek kimse yoktur. Dinlenilmekten de vazgeçtim. Birazcık gözlem yeteneği olan insan çevresinde olup biteni şaşkınlıkla izleyecektir. Şiddet almış başını gidiyor. "Gözün üstünde kaş olması" bahanesi bile aranmıyor artık şiddet uygulanırken.
Ama yazarken öyle mi? Ne kadar saçmalarsam saçmalayayım, bir kişide olsa beni soluksuz okuyor (Namı diğer dinliyor) olduğunu bilmek keyif verici. Bütün okuduklarına karşılık bir yorumda gelirse olay tamamdır. Gel keyfim gel.
Neden mi yazıyorum? Yazarken 65 kiloluk et parçası gibi hissetmiyorum kendimi. Bedenimin içine hapsolmuş ruhumun kanatlanıp, gitmek istediği yere gidebildiği hissine kapılıyorum. Kendimi en huzurlu hissettiğim anlardan bir tanesidir yazma anı. Ve biliyorum ki yazdıklarımı okuyan insanlar da karşısında bir et parçası göremeyecek. Okuyanlar, üstüne istediğim her anlamı yüklediğim yanyana sıralanmış harfleri görecek. İki bacağı, iki kolu, bir kafası ve diğer uzuvları olan, insan olarak adlandırılan bana bir anlam katmak istiyorum. Kendimi anlamlı hissetmek için yazıyorum.
Neden mi yazıyorum? Ses karmaşasından kaçmak ve sesler arasında kendi sesimi farkedebilmek için yazıyorum. Yazmak ve okumak eylemleri arasında hiç bir ses yok. Sessizlik içindeki huzuru hissetmek ve hissettiğim bu huzuru okuyanlara da hissettirmek için yazıyorum. Beynimin içindeki düşünceleri sessizce ve kimseye hasar vermeden okuyanların beyninin içine boşaltmak istiyorum. Anlaşılmak istiyorum. Var olduğumun bilinmesini istiyorum. Bu isteklerimin hepsinin gerçekleşmesi için yazıyorum. Gerçekleşmesede bunun için uğraşırken mutlu oluyorum. Mutlu olmak için yazıyorum.
Neden mi yazıyorum? Kafamın içinde darmadağın duran düşünceleri hizaya getirmek, onlara bir şekil verip, düzenleyip beynimde kolay ulaşabileceğim yere yerleştirmek için yazıyorum. Düşüncelerimi kontrol altına almak için yazıyorum. O kadar farklı, karmaşık ve çok düşünce var ki kafamda, kendimi şimdiye kadar tanımlayamadım o yüzden. Ben kimim, ne düşünürüm ne hissederim hala tam olarak bilmem. Kendimi tanımlamak için yazıyorum.
Neden mi yazıyorum? Unutmamak ve unutulmamak için yazıyorum. Sözün uçup gittiğini, yazının ise kaldığını biliyorum. Havada uçuşan sözlerimi bir yere bağlayıp, hapsetmek için yazıyorum. Yaşım ilerledikçe, geçirdiğim değişimleri, edindiğim deneyimleri, yaşadığım sevinçleri, hüzünleri, acıları, heyecanları.... beynimin sonsuz kıvrımları arasında bulamadığımda gözümün önünde bulmak için yazıyorum.
Neden mi yazıyorum? Gerçek sandığımız ama yalan olan bu dünyanın kurallarını, adaletini sevmiyorum. Bu dünyaya gelirken, gelmek isteyip istemediğimin bana sorulduğunu da hatırlamıyorum. Kendime yeni bir dünya kurmak ve bu dünyanın kurallarını kendim belirleyebilmek için yazıyorum. Dilediğimi var ediyorum, dilediğimi yok ediyorum. Dilediğimi güldürebiliyorum, dilediğimi ağlatabiliyorum bu dünyada. Benim dünyamda ölüm ve hastalık olacak ama insanlar kötü bilmeyecek onları. Ölümü çok güzel bir yolculuk yapacağım, hastalığı ise tırtılın kozaya girip çıkması gibi yapacağım. Hastalanıp iyileşince insan eskisinden çok daha güzel ve sağlıklı olacak. Savaşa yer olmayacak dünyamda ve silahlar kurşun atmayacak, insanın ihtiyaç duyduklarını, sevgiyi, hoşgörüyü, iyiliği atacak, kan akmayacak. İnsan kötülük ne bilmeyecek. Bu hayallerimi gerçek yapacağım benim dünyamda. Hayalimin gerçekleşmesinede kimse engel olamayacak. İsteyen benim dünyama girip mutlu olur, istemeyen de "bu kız deli!" deyip çıkıp gitme özgürlüğünü vereceğim. Herşey rıza ile olacak, kimseye baskı, şiddet uygulamayacağım. Bu kurduğum hayali dünyayı sizlerle paylaşmak için yazıyorum.
Aslında yazmaya sebep niye arıyorum ki... Sebebi yok, seviyorum diye yazıyorum işte...

14 Şubat 2009 Cumartesi

Dünyanın dönerken çıkarttığı ses

Kulaklarımız o kadar hassas bir planla yaratılmıştır ki en küçük seslerden tutunda çok gürültülü seslere kadar her şeyi netlikle duyabiliriz.. Öylemi? Tabii ki hayır. Bununda bir limiti var. Nasıl geceleri ağzımızdaki küçük bakterilerin dişlerimizde yaptıkları etkiyi yani o sesi duymamız imkansızsa, dünyanın o dönüş aşamasında çıkardığı sesi de duymamız olanaksızdır... Ama bilim işte boş durmayıp keşfediyor, buyurun açılan sayfada dünyayı seçin ve başlayın dünyanın dönerken çıkarmış olduğu sesleri dinlemeye...
TIKLAYIN DİNLEYİN BAKALIM

12 Şubat 2009 Perşembe

Fırçala, fırçala...Egon varsa sende fırçala....

Yeni başkan, beni fırçalamanın dozunu arttırdı ama... Birgün fena çatacağım ona....
"Hocam şuraya bir bakarmısınız? Böyle yazdığım zaman yazıyı, şöyle sorun oluyor, yazmazsam nasıl olacağı belli olmuyor... Napayım?" diye sorduğumda; "Benim anlamadığımı biliyorsun. Böyle anlamsız bir soruyu bana neden soruyorsun? Bana lüzumsuz soru sorma" deyip bir güzel bir kaç kişinin içinde bozdu beni. Bu ters cevabından sonra tövbe ona bir daha bir şey sormam. Bu üçüncü oluyor. Anlamıyorsan başıma niye amir oldun be adam!! İşten bende anlamıyordum, burnum sürte sürte işi öğrendim, sen neden biraz öğrenmeye çabalamıyorsun?
Evrakları kontrol etmeden imzalayor, hata olduğunu öğrendikten sonrada basıyor bana fırçayı. Adam imzalamak için evrakları maç izlediği halı sahaya "gönderin" diyor. Mesai saatleri içerisinde cep telefonuyla arayıp makamına lütfetmesini, iş olduğunu söylüyoruz. İşini o kadar ciddiye alıyor yani!! Ne yapacağımı şaşırdım. Meğersem ben devenin üstünde gidiyormuşum... Deveden inip eşeğe binmişim... Erkek personelin içinde tek bayanım. Beyefendiler keyfini bekliyorum iş yapsın diye. Önemli bir yazıyı bilgisayarda yazmaya cebelleşirken, koca binada yer yok gibi yanımda bıdı bıdı konuşup dikkatimi dağıtıyorlar. Evrağın bir yerinde eksiklik olduğunda da tekrar uğraşsın Haccecan. Bir kaç gündür yazıcının toneride yoktu. Mail adresine mail atıyorum, bir kaç oda ilerdeki yazıcıdan çıkartıyorum evrakları.
Dün başkan yanlış evrağa imza attı. "Eyvah!! yanlış yere imza attım" dediğinde "Önemli değil, hepimiz insanız, hepimiz hata yaparız" deyip imada bulundum ama anlayana!!. Adamın ya sorunlu bir evliliği ya da şiş bir egosu var. Erkek personelle benimle konuştuğu gibi konuştuğuna hiç şahit olmadım. Ya karısıyla sorunlarının intikamını benden alıyor veya egosunu benimle tatmin ediyor. Bende normal bir bayan değilim ki anacağım, alttan alamıyorum. Susmak, tırsmak, ezilmek benlik değil. Öl deseler daha iyi. En ufak bir lafı kaldıramıyorum, kafama takıyorum. Bana söylediği laflar, zihnimde tekrar edip durur, adamı kafamda düşman ilan ederim ve her söylediği bana batar. Sonundada şişerim, şişerim patlarım...
Öğlene doğruda "bakmayan kusur" aradı telefonda. Söylediklerini dört kere tekrar ettirdim, en sonunda baktı anlamıyorum, heceleyerek konuşmaya başladı. Ondan sonra anladım çocuğu. Onunla konuşurken apartmanın merdivenlerini çıktım, çizmelerimi tek elimle çıkartmaya çalıştım, nefes nefese kaldım. Bunun üstüne bana "Nasıl sporcusun sen, merdiven çıkmakla yorulurmu sporcu adam?" demezmi. Benim zayıf yönümden vurdu. Beni bir kaç merdiven çıkmakla çabuk yorulan konumuna düşürecek söz etmeyecekti. Zaten amirimden fırça yemişim, sinirim hat safhada. Haccecan;
-"Siz kaçıncı katta oturuyorsunuz" diye sordum. Bakmayan kusur;
-"Atlasam ölmeyeceğim bir katta (bu espri soğuk hava etkisi yaptı), birinci katta oturuyorum" dedi. Haccecan;
-"Hımm, peki işte kaçıncı katta çalışıyorsunuz?" diye sordum. Bakmayan kusur gülerek;
-"Zemin katta çalışıyorum" dedi. Haccecan;
-"Bana merdiven çıktında yoruldun diyecek en son kişi sizsiniz" dedim.
Adam benimle konuşmaya çalışıyor, bende tersliyorum.Haccecan:
- "Kötü bir gün geçirdiğim, sinirliyim şu an" dedim. Bakmayan kusur;
-"Sinirli olduğunuz zaman beni arayın, soğuk esprilerimle sizi rahatlatırım" dedi. Haccecan;
-"Şu an sinirliyim ve sizinle konuşuyorum ama sakinleşmedim" dedim. Yemek yiyeceğimi söyleyip telefonu kapattım. Yemekten sonra kızkardeşimi aradım. Telefonda kızın kafasını şişirdim, ne oldu bittiyse anlattım. Gözümden iki damla yaş döküldü, sonra biraz rahatlayıp telefonu kapattım. Valla kızkardeşim hayatımın çok önemli bir yerine sahip. Gidince napacam bilmiyorum.
Bir kaç saat sonra Bakmayan kusur tekrar arayıp; "Benim üzülmeme çok üzüldüğünü, Bakanlıkta tanıdıkları olduğunu, bir telefona baktığını, başkana gerekenin yapılabileceğini söyledi." Haydaaa... Adamı mı sürdürecek napacak? Ben "sorunları böyle halletmediğimi. torpili sevmediğimi ve asla göz yummayacağımı, söylediklerini doğru bulmadığımı, uyum süreci yaşadığımı, sorunların bir kaç ay sonra geçeceğini söyledim" Bu son cümleme ben bile inanmadım. Sorunlar hiç geçmeyecek, çünkü sorunlarım başkanın kişiliğiyle alakalı. Kişilik asla değişmez ki sorunlarım değişsin.
Tuhaf günler geçiriyorum. Bakmayan kusur hayatıma renk getirdi. Körler sağırlar birbirini ağırlar gibi iletişim kurmaya çalışıyoruz ama baya yol kat ettik. Onun tarafından baya ilerleme var. Ben ise hala yerimde sayıyorum.
Bu akşam ise süperdi. Arkadaşlarla bir yerde baya oturduk, sohbet, kahkaha havadaydı. Bu ortamın binde biri iş yerinde olsaydı iş benim için daha çekilir olurdu.
İç ses; Bakmayan kusura Bakanlıktaki tanıdığını aramamasını söylemekle hata ettin. Hemde büyük hata. Hergün nereden fırça darbesi yiyeceğim diye bekle dur şimdi...

11 Şubat 2009 Çarşamba

İki ses, bir beden...



Bugün apartmanın merdivenlerinden yukarı doğru çıkmaya çalışırken, telefonum çaldı. Numara yabancıydı ve sabit bir telefondan aranıyordum. Çok sakin, ince, naif bir sesin sahibiydi arayan beyefendi. Arayan; bakmayan kusurdu. Gerçi dün msnde:
-"Yarın sizi arayabilirmiyim?" diye sordu. Ben ise;
- "Arkadaşlarınızı aramadan önce arayabilirmiyim diye sorarmısınız?" deyip sorusuna soru ile cevap verdim. Bakmayan Kusur ise:
-"Yok siz beni tanımıyorsunuz, yanlış anlamanızı istemem" diye cevap vermişti. Bu bazen aşırıya kaçan nezaketi, saygısı sıkıcı oluyor ama benle iletişim kurmakta kolay değil buda bir gerçek. Emrivaki yapsaydı veya ısrar etseydi hiç konuşmak istemeyecektim.
Apartman merdivenlerinden çıktığımı, soluk soluğa kaldığımı söylediğimde; "evinize girin sonra arayım" deyip telefonu kapattı. Sonra tekrar aradığında ise yemek yediğimi öğrendiğinde "sonra arayayım" deyip yine telefonu kapattı. Evden çıkarken tekrar aradığında ise telefonuna yetişemedim, ben çağrı attım ve o beni aradı.
İnsanlar ben konuştuğumda "niye bağırıyorsun" diye sorarlar "ben bağırmıyorum konuşuyorum" dediğimde de "bak hala bağırıyorsun" derler. Benim sesim o kadar gür ve yüksek tondadır. Bakmayan kusurun sesi ise bir o kadar zıt. Onu anlayacağım diye canım çıkıyor. Ağzının içinden konuşuyor, yumuşak ve ince sesiyle. Onu anlayabilmek için kimsenin olmadığı, sessiz bir odaya gittim ve kapıyıda kapattım. Bütün dış etkenlere karşı kendimi kilitleyip, bütün dikkatimi bakmayan kusura verdim. Kaç dakika konuştuk bilmiyorum ama msnden daha iyi konuşabildiğimiz kesin. Yaptığım bir kaç espriye güldü bile... "Müsait olduğunda çaldır tekrar konuşuruz" dedi ama biraz kendi başıma kalmak istiyorum. "Ne düşünüyorum, ne istiyorum, hayallarim, beklentilerim neler" biraz düşünmem gerek...
Bir yanım diyor ki... Bu yola hiç girme. Bu yolun sonu iyi değil. Hiç bir şey eskisi gibi olmayacak... Kendinle artık başbaşa kalamayacaksın, biz olmayı öğrenmen gerekecek. Artık her konuda kendini kısıtlaman ve kısıtlanmaya alışman gerek. Her konuştuğuna, her davranışına dikkat etmen gerek diyor bir yanım.
Öteki yanım ise diyor ki; Sen zaten hep kontrollüydün, her kararını kendin alıyordun, her şeyin üstesinden kendin geliyordun. Öfkeyide, acıyıda, sevincide tek başına yaşıyordun. Ama biliyorsun ki bunun sonu yok, sen kendi kendine yetebilecek kadar güçlü değilsin. En çok eksikliği hissettiğin "sevgiyi" kendine veremezsin ancak başkası verebilir. Dünyada olan biten herşeye üzülmek boş. Büyük dünyanın yükü senin omuzlarına ağır geliyor. Dünyayı kurtaracak süper haccecan değilsin sen. Kendine küçük bir dünya kur ve küçük dünyanın dertleriyle, sıkıntılarıyla, mutluluklarıyla, sevinçleriyle avun. Ancak küçük dünyan da mutlu olursun sen küçük kadın....
İki farklı ses ama tek ben... Hangi sesi dinleyip, hangi yola gideceğimi ise bilmiyorum... Şimdilik...

10 Şubat 2009 Salı

Dört Mevsim





Bir zamanlar 4 Oğlu olan bir adam varmış. Çocuklarının çok erken karar vermemeleri ve önyargılı olmamaları için onları bu konuda eğitmek istemiş. Böylece her birini uzak bir yerde duran ağacın yanına gidip ona bakmalarını istemiş. İlk oğlan Kışın gitmiş, ikincisi İlkbahar, üçüncüsü yazın ve sonuncusu sonbaharda. Geri döndüklerinde hepsini bir araya çağırmış ve ne görüklerini sormuş. İlk Oğlan; "ağacın çok çirkin, yaşlı ve kupkuru olduğunu" söyledi. İkinci oğlan; "Hayır yeşillikle doluydu ve canlıydı" dedi. Üçüncü oğlan; "başka fikirdeydi .Çiçekleri vardı ve kokusuyla görüntüsüyle o kadar muhteşemdi ki daha önce hiç böyle bir şey görmemişti. Sonuncu Oğlan hepsinin haksız olduğunu ve ağacın meyvelerle dolu, canlı ve hayat dolu olduğunu" belirtti.
Yaşlı Adam Oğullarına hepsinin haklı olduğunu söyledi. Çünkü hepsi farklı mevsimlerde ağacı görmeye gitmişti. Onlara bir ağacı veya bir insanı kısa bir süre veya bir mevsim tanıdıktan sonra yargılayamayacaklarını anlatmaya çalıştı. Ya da neye sahip olup olmadıklarını .....
Gerçekleri ancak sonunda 4 mevsimi gördükten sonra görürsünüz .
Eğer kışın vazgeçersen, ilkbaharın nimetinden olursun, yazın güzelliğinden ve sonbaharın bütünlüğünden de... Bir mevsimin acısının, diğer güzel mevsimleri parçalamasına izin vermeyin.
Hayatınızı bir mevsim (bir dönem) yüzünden yargılamayın....
İnternetten Alıntı

7 Şubat 2009 Cumartesi

Yüzleşme...


Bugün bir beyefendiye telefon numaramı verdim. Çok sevdiğim bir ablam, "iyi bir insan olduğunu ve tanışmaktan zarar gelmez" dediği için msn adresimi o beyefendiye vermekte çekinmemiştim. Zaten kendini öyle çok sakınan, ha orda erkek varmış, aman telefon numaramı kimse görmesin diye bir kaygım pek yoktur. Oturmasını, kalkmasını, konuşmasını bilene Allah'ın izniyle bir şey olmuyor. (İstisnalar hariç) Şimdiye kadar telefon sapığım hiç olmamıştır mesela. Kime ait olduğunu bilmediğim numaralar mesaj attığında, en geç dördüncü mesajları " özür dilerim bir daha rahatsız etmeyeceğim" olmuştur. Güvenipte telefonumu verdiğimde güvenimin sarsıldığını da hatırlamıyorum.
Neyse telefon numaramı verdiğim beyefendiye geri döneyim. Konuyu dağıttım yine. İki hafta msn de merhaba, nasılsından öteye pek bir şey konuşamadık. Kıyısından köşesinden dini konuları konuştuk, milliyetçi olduğunu açık açık ilan etti ki bir siyasi görüşü olmayan ben için de bu ilan bir negatiflikti. İlk gün fiziki özelliklerinide söyledi ki bu da başka bir negatif durumdu. Chet sohbeti gibi gelir bana fiziki özellikleri saymak. Birde fizikten önce kimyaların uyması gerek diye düşünüyorum. "Nbr" gibi kısaltmalarsa sohbetin uzamayacağı ve sormuş olmak için sorulan sorular gibi gelir. Msn de konuşurken imlâ hataları acayip dikkatimi çeker ve beni rahatsız eder. Konuşurken düzgün ve güzel konuşmak ne kadar önemliyse, yazarak konuşurken imlâ hatalarıda o kadar önemli. Yazı karakterinden kişiliğini anlayamayacağınız için karşı tarafı çözmek için gözle görülebilir tek kanıtınız dili güzel kullanıp kullanmadığıdır. Öznesi, yüklemi olmayan, anlaşılmayan cümleleri kullananlarda güven vermez bana. Anlaşılmazlığın arkasına sığınanlar, anlamaya gerek olmayanlardır. Kendini ifade edimiyorsa, kısa kısa cümleler kuruyorsada işi yaş...

Off ya.. Derdim başka benim. Bu çocuktan hiç bir elektrik almadım. Konuşamıyorum bile onunla.... Konuşmadan önce "kusura bakmazsanız birşey söyleyeceğim, kırılmazsanız bir şey soracağım" diye söze başlıyor. Normalde saygı en büyük dileğim, isteğim ama saygının abartısıda can sıkıyor. Kendimi kırılmaya hazır hassas cam kavanozun içindeki çiçek gibi hissettiriyor böyle olduğu zaman.
Aslında böyle tanışmalar, konuşmalar, telefonlaşmalarda benlik değil. Şimdiye kadar bu tür tanıştırılmalardanda uzak durmuştum. Direkt evlilik niyetiyle olduğu zaman işin ciddiyeti beni korkutuyor. Zorla konuşturuluyoruz da samimiyet hiç yokmuş, resmiyet hakimmiş, sanki bir an önce karar vermem gerekiyormuş gibi hissediyorum. Ya o benden hoşlanırsa, ben ondan hoşlanmazsam? Ya istemeden karşı tarafa zarar verirsem veya ben zarar görürsem? Bunun gibi bir sürü soru iç sesimi harekete geçiriyor.
Bu çocuğun ismi "bakmayan kusur" olsun. Kusur olmayacak şeyleri bile gözüme batıyor. Arada aşk olsaydı bu kusurlar çekici bir hal alacaktı eminim. Adam tokat atsa, okşadı diye mutluluktan havalara uçar insan.
Bu hafta iş benim için çok kötüydü. İki gün üst üste yeni başkandan fırça yedim. Ağrıma, zoruma giden o kadar şey var ki... Herşey anlatılmıyor işte... Haksızlığa dayanamıyorum ben ya.. Öl deseler daha iyi...
Kendimi yakıp atasım var. Sonra küllerimden daha sakin, daha az kafaya takan ve sakin bir yapıda yeni bir beni yapasım var. Mümkün mü?
Bakmayan Kusur'a telefon numaramı verdiğim için şu an çok pişmanım. Beni aramaz inşallah. Kaçtığım şeylerle yüzleşmek zorundamıyım?

6 Şubat 2009 Cuma

Doğru Adam ve Doğru Kadın

Bir uçak yolculuğunda yan koltukta oturan bir adamın alyansını sağ elinin işaret parmağına taktığını fark eden yazar yorum yapmaktan kendini alamaz;
- "Bayım alyansınızı yanlış elinize takmışsınız!" Adam bunun üzerine;
-"Yanlış kadınla evlendim de ondan!" diye karşılık verir.Yazar bu anıyı aktardıktan sonra şöyle sorar;
- "Peki ya bu adam doğru adam mı? Yani kadın doğru adamla mı evlenmiş?
Yanlış seçilmiş bir insana doğru insanmış gibi davranırsanız sonuçta doğru insanla evlenmiş olmaz mısınız? Doğru seçilmiş bir insanla evlendiğiniz halde yanlış davranıyorsanız yanlış bir evlilik yapmışsınız demektir çünkü. Doğru insan olmak doğru insanla evlenmekten çok daha fazlasıdır!
"Yazar kitabında şu öyküyü anlatır.."
Yıllar önce Hawai'de başlık parasına benzer bir uygulama revaçtadır. Bir erkeğin sevdiği kızla evlenebilmesi için kızın ailesine belli sayıda inek vermek zorundadır. İnek sayısının 10 adet olması gerekmekle birlikte kızın özelliklerine göre bu sayı değişebilmektedir ve adada iki kızı olan bir adam yaşamaktadır. Kızlardan büyük olanı bizdeki deyişle -kabul görmeyen- tipte, şanssız bir kızdır ve babası ona 3 inek fiyat biçmiştir; 2 inekli bir teklifi de kabul edecektir; hatta iyi bir pazarlıkla 1 ineğe fit olmaya razıdır.
Bir gün adanın zenginlerinden Johny Lingo bu eve geldiğinde herkes onun diğer kızı isteyeceğini düşünür. Oysa yaşlı adamı sevince boğarak büyük kıza talip olur. Herkes en azından isteneni yani; 3 inek ödeyeceğini düşünürken Johny yanında 12 tane inekle gelmiştir!!..
O dönemlerde normal bir balayı ortalama bir yıl sürmektedir ama gelin ve damat iki yıllık balayı planlamıştır. Damatla gelinin dönmesinin beklendiği gün ahaliden biri dönüşlerini haber vermeye gelir gelmesine ama gelenlerin Jony ve eşi olduğundan emin değildir. Aslında Johny'i tanımıştır fakat kızdan emin olamamıştır; yaklaşan kadın çok güzel, zarif birisidir. İyice yaklaştıklarında kimsenin tereddütü kalmaz. Fakat kızın güzelliği, cazibesi ve çekiciliği en eleştirici gözle bile reddedilmeyecek ölçüdedir. Yakından bakanlar Johny'nin 12 inek karşılığında iyi bir alışveriş yaptığını düşünürler."
Yazar işin püf noktasını şöyle özetler; "Johnny 12 inek ödedi, kız 12 ineklik bir kadın haline geldi."
Bu hep böyle olmaktadır; eşinize veya sevgilinize verdiğiniz değer, ona kazandırdığınız değerdir. Aslında "doğru adam", "doğru kadını" inşa eder, "doğru kadın" da "doğru adamı"...
İnternetten alıntı

5 Şubat 2009 Perşembe

Saat


Bu saati görmelisiniz TIKLAYIN

4 Şubat 2009 Çarşamba

Soğuk ve Karanlık


Bir üniversite profesörü öğrencilerine su soruyu sorar;
- Var olan her şeyi Tanrı mı yarattı? Bir öğrenci ayağa kalkar ve cevaplar.
- Evet, her şeyi Tanrı yarattı! Profesör sorusunu yineler ve öğrenci yine 'Evet efendim' diye cevaplar. Profesör devam eder;
- Eğer her şeyi yaratan Tanrı ise ve şeytan var olduğuna göre şeytanı da Tanrı yaratmış olur. Çalışmalarımızda uyguladığımız kesinleştirme prensibine göre de Tanrı şeytandır. Bu arada başka bir öğrenci ayağa kalkar ve;
- 'Bir soru sorabilir miyim profesör' der. Profesör sorabileceğini söyler. Öğrenci;
- 'Soğuk var mıdır' diye sorar. Profesör;
- 'Nasıl bir soru bu böyle, tabii ki vardır' diye cevaplar. 'Sen hiç soğuktan üşümedin mi?' Öğrenci 'Aslında, fizik yasalarına göre soğuk yoktur; yaşamda/ gerçekte biz soğuğu sıcaklığın yokluğu olarak düşünürüz. Soğuk yoktur, o yalnızca sıcaklığın yokluğunda duyumsadıklarımızı tarif etmek için yarattığımız bir kelimedir' der ve öğrenci devam eder;
- "Profesör, karanlık var mıdır?" der. Profesör;
- Tabii ki vardır." der. Öğrenci;
- Korkarım gene yanılıyorsunuz efendim. Çünkü karanlık da yoktur. Yaşamda/ gerçekte karanlık ışığın yokluğudur. Biz ışık üzerinde çalışabiliriz ama karanlığı çalışamayız. Gerçekte, biz Newton'un prizmasını kullanarak beyaz ışığı kırar ve renklerin çeşitli dalga uzunlukları üzerinde çalışabiliriz. Ama karanlığı ölçemeyiz. Bir basit ışık, karanlık bir mekânı aydınlatarak karanlığı kırmış olur yani karanlığı geçersiz kılar. Siz belli bir mekânın/uzayın ne kadar karanlık olduğundan nasıl emin olursunuz? Işığın miktarını ölçerek! Bu doğrudur değil mi? Karanlık insanlık tarafından, ışığın olmadığı yer/ mekân için kullanılan bir kelimedir. O zaman size son bir soru daha sormak isterim, efendim. Şeytan var mıdır? Bu kez profesör pek emin olamamakla birlikte cevaplar;
- "Tabii vardır. Açıkladığım gibi, biz onu her gün, her yerde görürüz. O, dünyadaki işlenmiş tüm suçlarda, şiddette yer alır. Bunların tümü şeytanın kendisinden başka bir şey de değildir" der. Öğrenci itiraz eder:
- "Şeytan yoktur efendim. Yani o kendi başına yoktur. Şeytan basit olarak Tanrı'nın yokluğudur. O aynen karanlık ve soğukta olduğu gibi insanın Tanrı'nın yokluğunu tarif etmek üzere yarattığı bir kelimeden ibarettir. Tanrı şeytanı yaratmadı. Şeytan/ kötülük insanın tanrısal sevgiyi yüreğinde hissetmediği zaman yaptıklarının bir sonucudur. O, aynen sıcaklığın olmadığı yere gelen soğuk, ya da ışığın olmadığı yere gelen karanlık gibidir." der. Profesör kürsüdeki yerine çöker .
Genç öğrencinin adı Albert Einstein'dır.

3 Şubat 2009 Salı

İyilik meleğinin kanatsız versiyonu muyum?


Çanakkale Mahşerini hala okumadım. Okumama nedenim ise; kitabı ödünç aldığım arkadaşımın bana okuma süresi olarak on gün vermesiydi. Üstüne kaç on günler geçtiği halde okumadım. Dün gece ise "Feraye" isimli 360 sayfalık bir kitabı elime aldım ve hiç ara vermeden okudum. Yatağa yattığımda ise saat sabah 04.00' tü. Hep kız kardeşimin yüzünden. "Ben bu gece bu kitabı okuyabilir miyim?" diye sorduğumda "okuyamazsın!" demeyecekti bana. Gazla çalışıyorum ben galiba. "Yapamazsın" denilen şeyi aslında yapmam için önüme hedef koyuyorlar. "Yapacaksın" dendiğinde ise önümde hedef namına bir şey göremiyorum. "Yapacaksın" bana emir gibi geliyor "yapacaksın" denilen iş ise omuzlarımda yük olarak kalıyor sadace. Şu an uykusuzluktan gözlerim yanıyor. Ama "değdi mi? " derseniz "değdi değdi". Feraye'de Kurtuluş Savaşı yıllarını anlatıyordu. İçinde birde aşk olunca olan oldu. 10 saat aralıksız kitap okudum. Değişik oturuş pozisyonlarıyla saatlerce oturdum. İlerleyen saatlerde değişik yatış pozisyonlarıyla okumaya devam ettim. Kitap bittiğinde ise uyu uyuyabilirsen!!! Dön o yana, dön bu yana yok! Sabah ise her zaman ki kalktığım saatten daha erken kalktım. Güzel bir geceydi. En kısa zamanda aynısını tekrar etmeyi düşünüyorum. Çanakkale Mahşerini sanırım okumayacağım ama ödünç bir kitap, ödünç veren arkadaşım ise "okumadan verme" dedi. Bakalım ne olacak?
Bu hafta sonu yine Çığ Felaketinin yaşandığı yerdeydik. Bu sefer ölen insanları anmak için gittik. Devlet adamları, dağcı kulüpleri, gazeteciler, ölenlerin yakınları, arkadaşları, sevenleri derken bir hayli insan vardı. Benim için en duygulu anlar ise, geçen hafta çığ felaketinden kurtulan, bire bir ilgilendiğim bayanla tekrar karşılaşmaktı. Birbirimizi gördüğümüzde birbirimize doğru adımlarımızı hızlandırıp, sıkı sıkı sarıldık. Geçen hafta onu göremediğim için olay yerinden haber veremeden ayrılmıştım. Bizi çok aramış. O kargaşada tanışma fırsatımız bile olmamıştı. İnmiyim cinmiyim yoksa bir hayalmiydim onu bile bilmiyordu. Şu an bana da sorsanız yaşananların hepsi bir rüyaydı diyebilirim. Röportaj yaptıklarında kendisini bulmamız için çağrıda bile bulunmuş ama malum benim televizyon kanal özürlüyüm. Ayak üstü bir haftada yaşadıklarını konuştuk. Telefon numaramı ona verdim ve anma töreninden sonra birbirimizden yine ayrıldık. Akşam ise beni arayıp "bana ve yardım eden diğer arkadaşlara teşekkür ettiğini" söyledi. Kendimizi tanıttık. Evine davet etti beni. Tabi bende onu davet ettim.
Cenaze töreninden sonra tanıdıklarında kaldıkları akşam sinir krizi geçirmiş. Sinir krizi geçirirken bizi kasdederek "bana yardım eden insanları bulun" diye çığlıklar atmış. "Ama sinir krizi geçirdiğimi ve çığlık attığımı hiç hatırlamıyorum. Kolu, bacağı kopmuş, gözü çıkmış insanlar gördüm. Mesleğim ve kişilik gereği soğukkanlı birisiyim ama çığ olayından sonra çok etkilendiğini" söyledi. Psikiyatrik yardım almaya başlamış. Telefonda baya bir sohbetten sonra iyi dileklerimizi birbirimize iletip ve bir gün buluşmayı kararlaştırarak telefonu kapattık.
Olayın yaşandığı an hafızasından silinip gitmiş. Neden, niçin ve nasıl sorularıyla başbaşa kalmış. Cevaplarını hiç bilemeyeceğimiz, ancak ruhumuzu teslim ettikten sonra cevaplarını öğrenebileceğimiz sorulardı bunlar.
Bazen bu dünyaya iyilik yapmak için gönderildiğimi düşünüyorum. Bir bakmışım olayların içerisindeyim. İnsanların içinde nasıl hisler uyandırdığımı bilmiyorum ama benim içimde insanlara karşı kötü düşünce ve his yok.
Bu dünyaya kötülük yapmak için kimsenin gönderilmediğini ama kötülük yapan insanlarıda iyi insanlar kadar sevmemiz gerektiğini düşünüyorum. Kötüye meyilli insana beslenen nefret onu daha kötü yapacaktır. İyi insana nefret zaten yakışmaz. İyilik her zaman kötülüğün sırtını yere getirecektir. İyilik yaptığınız insanın kalbine ise mühür basıyorsunuz, oradan silinmenizin artık mümkünü yok... Bir çok insanın kalbinde iyilik mühürünüzün olması dileklerimle...