Görev Beni Çağırıyor... Seni de...

30 Mart 2009 Pazartesi

Seçim ve sonuçları


Pazar sabahı saatler ileri alınmadan önceki saate göre bu sabah 03.45'te kaltım. Sandık başkanım beni (saatler ileri alındıktan sonraki saatle) 05.30'da evden alıp, doğruca görev yapacağımız okula gittik. Saatlerin ileriye alındığı gün ile seçimlerin yapılacağı günün aynı gün olması bir hataydı bence ve karışıklıklara neden oldu.
Akşama kadar oy verme işleriyle uğraştık. Bir sandık başkanı, bir memur üye (o ben), 5 tane ise her partiden bir gözetmen vardı. Oy verme saat 16.00' da bitti. Oy verme süresince, bütün belediye başkan adayları ve muhtar adayları ve hakim bey sandığımızı ziyaret etti. Sandık başkanımız Allah'tan tecrübeliydi. "Önceki seçimlerde oy pusulalarını sabah ezanında Seçim Kuruluna teslim ettiğini, karışık ve zor bir iş olduğunu" söylediğinde abarttığını düşünüyordum. Hakkaten dediği gibi karışık ve zahmetli bir işmiş.
Seçim işi başlamadan önce tarafsız, doğru, dürüst çalışacağımıza yemin ederek başladık işimize. Hasta, yaşlı ve bedensel özürlülere öncelik tanıdık. Bilindik yurdum manzaraları yaşandı. Okuma yazma bilmeyen yaşlılarımız imza yerine parmak izini aldık. Özellikle imza atması gereken yeri gösterdiğim halde ısrarla yanlış yere imza atanlar oldu. Yanımızda karısına hangi partiye oy vereceğini anlatan mı dersin, yanında kimliği veya T.C nosunu gösterir belge getirmediği için oy kullanamayacağını söylediğimizde fırça atan mı dersin, oy pusulasında istediği partiye evet mühürünü basmayı beceremeyip elini yüzünü mürekkep yapan mı dersin, oy pusulasında her partiye evet mührünü basan mı dersin, evet mühürünü vurulması gereken yerin dışında vurulmadık yer bırakmayan mı dersin..... daha neler neler....Tam bir cümbüştü...
Oy verme işlemi bittikten sonra oyları sayma işleminde halka açık olarak yapıldığından, bulunduğumuz yer bir anda kıraathaneye döndü. Bu erkekler kahvesinde ki tek bayanda bendim. Bu benim kaderim galiba.... Birleştirilmiş iki masanın başında yedi kişi oturuyoruz, sandık başkanı zarfları açıyor, ben ve görevli parti gözetmeni çeteleme yapıyoruz. En çok curcuna muhtarlık oy pusulaları okunurken yaşandı. O kadar kalabalıktı ki odada adım atacak yer kalmadı. Arada kafamı kaldırıp kalabalığa bakıyorum, gülmemek için kendimi zor tutuyorum. Gülsem yanlış anlayacaklar diye gülemiyorumda, bir ara öyle bir hale geldim ki, dudaklarımı ısırdım gülmemek için. Ama bir sürü adamın muhtar seçimini böyle ciddiyetle takip etmeleri, birbirleriyle rekabet içinde olması, hepsinin gözlerinin üstümüzde olması içimdeki komedi sever Haccecan'ı ortaya çıkardı. Ama öyle komik görünüyorlardı ki... Bana göre hepsi komedi oyununda birer oyuncu.... Ne yani muhtar ister A olsun ister B olsun... Ne önemi var ki?
Seçim içinde milletçe daha çok yol almamız gerektiği kanısına vardım. İnsanların kendilerini temsil edecek insanları bir günde karga tulumba bir seçimle seçmeleri doğru değil bence. Seçim öncesi ise ayrı bir cümbüş... Parti müzikleri çalan arabalar ortada vızır vızır dolanıyor, akşamın bir vakti hopörlörden bir başkan adayı konuşma yapıp gereksiz gürültü yapıyor, televizyona kazara baktığımda siyasetçiler birbirlerine taş, çamur atıyor.... Burası küçük bir yer olduğu için çevremdekilerin bir tanıdığı mutlaka ya muhtar, ya aza, ya belediye başkanı, ya belediye meclisi üyesi olduğundan oy isteyen sayısı çoktu. Sandık başına geçene kadar kime oy atacağımı bilmiyordum. Sandık başında ise Bakmayan Kusur'un partisine oy verdim. Hala gülüyorum bu duruma. Sen tut o kadar laf et, onun partisini sevmediğimi söyle, bunu bahane edip görüşmeyi bitir, sonra tut ona oy ver. Hep böyle olmuştur zaten. Neye hayır, asla, olmaz dersem tutup onu yapıyorum.
Seçim işleri bitip oy pusulalarını hakime teslim ettikten sonra eve vardığımda saat 11.30' du. İstanbul'da görevli olmadığım için sevindim. Yine sandık görevlisi olan abim eve vardığında saat sabah 04.00 müş.
Dün güldüğüm bir başka olay ise bizde görevli polisti. Adam öyle doğal, öyle komik ki. İki gündür görevli olduğundan yorgun ve uykusuz olan polis abimiz huysuz ve asabiydi. Ondan daha yorgun olan 30 saattir uyku uyumayan başka bir polis abinin ise sesi tamamen kısılmıştı. "Evime bir an önce gidip çocuğuma sarıldığımda bir şeyim kalmaz" dediğinde ise takdir ettim polis abimi.
Seçimleri birde Haccecan gözüyle okudunuz... Bir seçimi daha kazasız belasız atlattık. Milletçe geçmiş olsun...

28 Mart 2009 Cumartesi

Üşüyorum


Helikopter kazası sonucu hayatını kaybeden BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ve helikopterde bulunan diğer insanlara Allah'tan rahmet diliyorum. Başımız sağolsun... Muhsin Yazıcıoğlu'nun ölmeden önce ölümle ilgili söylediği sözler aşağıda yazıyor. Ne kadar doğru demiş;

Bindiği helikopter düşen ve acı haberi gelen BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu, 19 Mart günü partisinin Karaman Seçim Bürosu’nda şunları söylemişti: “Şimdi bakın yoldan geldik, yola gideceğiz. Hiç birimizin garantisi yok. Şurada ayakta duranın da, oturanın da garantisi yok. Yani, ruh bir saniyeliktir. Küf dedi mi gitti. Bunun da nerede geleceği, nasıl geleceği, ne şekilde yakalayacağı belli değil. Bir saniyenize bile hakim değilsiniz. Bir saniyesine bile hakim olamadığınız, hükmedemediğiniz bir hayat için, bir dünya için, bu kadar fırıldak olmanın anlamı yoktur. Düz yaşayacağız, düz duracağız, düz yürüyeceğiz. Dik duracağız, doğru gideceğiz. Allah’ın izniyle hayatım boyunca hep böyle gittim. Allah’ın izniyle, olsak da milletle olacağız. Olmasak da, milletle olmayacağız. Yarın ahirette Allah, bize ‘Niye iktidar olmadın?’ diye sormayacak. Sorsa da ‘Vermediniz’ diyeceğiz.”
Muhsin Yazıcıoğlu, Mamak Cezaevi'nde bulunduğu dönemde yazdığı “Üşüyorum” başlıklı şiirde duygularını şöyle dile getiriyordu:
Üşüyorum
“Bir coşku var içimde bugün kıpır kıpır
Uzak çok uzak bir yerleri özlüyorum
Gözlerim parke parke taş duvarlarda,
Açılıyor hayal pencerelerim
Hafif bir rüzgar gibi süzülüyorum
Kekik kokulu koyaklardan aşarak
Güvercinler ülkesinde dolaşıyor
Bir çeşme başı arıyorum
Yarpuzlar arasında kendimi bırakıp
Mis gibi nane kokuları arasında
Ruhumu dinlemek istiyorum
Zikre dalmış her şey
Güne gülümserken papatyalar
Dualar gibi yükselir ümitlerim
Güneşle kol kola kırlarda koşarak
Siz peygamber çiçekleri toplarken
Ben çeşme başında uzanmak istiyorum
Huzur dolu içimde
Ben sonsuzluğu düşünüyorum
Ey sonsuzluğun sahibi, sana ulaşmak istiyorum
Durun kapanmayın pencerelerim
Güneşimi kapatmayın
Beton çok soğuk, üşüyorum”

Yaprak Dökümü 1


Kurban bayramı dönüşünde memleketten bizimle gelen annem, memlekete geri dönüş yolunda şu an. On beş dakika önce gözyaşları içinde vedalaştık. Bizi yolcu eden hep annem olurdu ve her zaman yüzü gülerdi. Şimdi veda eden o oldu, veda etmek, yolcu etmekten daha zor gelmiş olsa gerek. Evimizde misafir olduğu sürece annemle yaşadıklarımızı, annemin yaptıklarını bir kaç madde halinde yazıp Haccecan'ın tarihinde yerini almasını istiyorum.
1- Bu süre zarfında her zaman sıcak yemeğim, sıcak evim vardı. Evde birisinin beni beklediğini bilmek beni eve daha çok bağlıyordu. Beni merak edip, nerede kaldığımı, nasıl olduğumu soran birisi vardı. Bazen nerede kaldığımı sorduğunda hesap sormak olarak algıladığımdan içten içe kızıyordum. Elindekinin kıymetini anlayamayan aptal Haccecan'ın içten içe hissettiği bu duygularını yok etmesi gerekiyor.
2-Bilgisayar öğrenmeye heveslenen annem, her gün bilgisayar öğretin diye veryansın etmeye başlamıştı. Fareyi oynatıp imleci istediğimiz yere getirebilmek annem için baya zor oldu, nadiren fareyi X işaretinin üstüne getirip pencereyi kapatabildi. Msn'den abimle yaptığımız görüntülü konuşma yaptığımızda, bilgisayarın başından bir an bile ayrılmadan abimi gülen gözlerle seyretti. Televizyonda yayınlanan, "oğlunun annesine cep telefonundan bilgisayarı nasıl kullanması gerektiğini anlatan" reklam ne zaman yayınlansa annem kahkahalara boğulup kıpkırmızı kesilirdi. Reklamda telefonda ki oğlu annesine bilgisayarda pencereyi aç dediğinde, annesi odanın penceresini açıyor, annem ise bu sahneye katıla katıla gülüyordu.
3-Oğlunun ve kızlarının büyüdüğünü kabul edemeyen, bizi hala çocuk gören annem, ilk günlerde evde otorite kurmaya çalıştı. Kendi doğrularını yapmamız için, bazen sert konuştu, bazen ağladı. Baktı ki yaptıramayacak, bizi kendi halimize bıraktı ve kendine yapacak başka işler aramaya başladı. Yazın evlenecek kızkardeşime havlu kenarı işledi bol bol. Bütün komşularımla arası iyiydi. Komşulardan dantel örnekleri topladı. Banada dantel yapmam konusunda baskı yaptı. Bir aralar bilgisayarım bozulduğunda, eve doluşan ve dantel yapan komşular arasında gaza gelip bende bir havlu kenarı başlamıştım. Bu macera bilgisayarın tamir olmasına kadar sürdü tabi. Havlu kenarı bitmediği için beceriksiz, işini bitiremeyen muamelesi görmekteyim hala. Becerikli ve maharetli kadın; iyi dantel yapan, eli hızlı, yemek pişiren, temizlik yapan, hizmette kusur etmeyen kadın olarak görüldüğünden, bu sınıfa girmeyen kızı için annem telaşlanmaktadır. Pişen yemekten, evde ki nevarelerden komşularda nasiplerini aldı. Biz evde yokken komşu ziyaretlerine gitmeler, komşuların bizim eve gelmelerin ardı arkası kesilmedi.
4-Evde sürekli Kuran-ı Kerim okundu. Sabah ezanıyla kalkan annemin başı secdeden hiç kalkmadı. Bizim için hayır dualarını eksik etmedi. Her sabah, "Allah yardımcın olsun" duasıyla işimin başına gittim. Onunda duasının etkisiyle olsa gerek, bu aralar işte yaşadığım sorunlar azalmasada kafaya pek takmıyorum, daha az stres yapıyorum.
5-Evimiz artık annem gibi kokuyor, evde benim kurduğum düzen gitmiş yerine annemin düzeni gelmişdi. Şimdi annem yok, annemin kokusu da yok. Yeni bir düzen nasıl oluşturacağım bilmiyorum. O evdeyken o kadar tembelleştim ki... Ne mutfak işlerine, ne ev işlerine karıştım. Annem, evde ki damlayan musluğu ve açılmakta zorlanan kapıyı usta getirtip tamir ettirdi. Bu tamirlerden sonra kendisiyle gurur duyup, bizimde takdir etmemizi bekledi.
6-Geldiğinde kansızlık teşhisi konulan annemin beslenmesine dikkat ettik ve ilaçlarını aksatmadan alıp, kullanmasını sağladık. Annemin yüzüne renk geldi ve biraz kilo aldı. Sağlığına dikkat etmesini ve ilaçlarını aksatmamasını öğütledim bol bol. İnşallah aksatmaz.
Aklıma şimdilik bu kadar geliyor, geldikçe yine yazarım. Allah yollarını açık etsin. İçim bir tuhaf, hüzünlüyüm be... Çok koydu gitmeleri...

27 Mart 2009 Cuma

Kitap Sobesi


Sevgili Şeker Portakalı beni sobelemiş. Kendisine teşekkürlerimi, sevgi ve selamlarımı gönderiyorum. Konumuz ise "etkilendiğim bir kitabı anlatmak".
Bir kitap olarak neden sınırlandı bilmiyorum ama ufak bir hile yapıp, çok etkilendiğim üç kitabın ismini yazacağım.
1- Lise yıllarımda gözyaşları içinde okuduğum, savaşı, savaşın olumsuz yönlerini anlatan bir kitap. Korkunç Yıllar. İnsanların birbirlerine nasıl zulüm yaptığını, nasıl canavarlaşabildiğini, ne acılar çektiğini bu kitabı okuyarak öğrendiğimde, bu dünyaya bir anlam veremedim ve neden sorularını sormaya başladım. Cennet olabilecek dünyayı cehenneme çevirmiş içinde cayır cayır yanıyorduk. Dünyayı kurtarabilecek kadar güçlü olduğunu sanan Haccecan bu cehennemi cennete çevirebileceğini düşünüyor, elinden birşey gelmediği için üzülüyordu. Güçlü olmadığını öğrenmesi uzun bir zaman alacaktı ama sonunda anlayacaktı.
2-İçindeki isyanları, dünyaya karşı gelmesi ile kendimi birebir benzettiğim asi kız Roxy karakteri ve Leyla'nın Evi kitabı.
3-Saflığı, temiz kalbi, hırpalanmışlığı, yenilmek yerine inadına yaşamayı tercih eden Meryem karakteri ile Zülfü Livaneli'nin Mutluluk adlı kitabı.
Şimdi sıra geldi arkadaşlarımı sobelemeye. Aşağıda ismi yazılı olan arkadaşlarımı sobeliyorum. Sobe konusunda zorunlu değilsiniz arkadaşlar, içinizden ne geliyorsa onu yapın. Kolay gelsin.

26 Mart 2009 Perşembe

Bayılma...


Kızkardeşim bugün bayıldı.. Onun o hali aklıma geldikçe kötü oluyorum.
Hasta olan kızkardeşim; işten izin alıp geldi eve, beraber doktora gittik. Doktor kriptik tonsilit olduğunu penisilin vurunması gerektiğini söyledi. Penisilin alerjisine acil müdahale yapabilmek için bir tek hastanede vurdukları için, işten bir abimle düştük hastene yollarına. Acilde tanıdığım bir doktor vardı. Sağolsun ilgilendi bizimle. Penisilini vuruldu ve müşahade odasına aldılar. Durumu iyiydi, kızkardeşimi başında beklerken, bizi hastaneye götüren abi biraz hava almak için beni dışarıya çıkardı ve "annesini daha önce acile getirdiğinde kimsenin ilgilenmediği olayı anlatmaya başladı. Bu arada benim aklım kızkardeşimde, abinin sözünüde kesmek istemediğimden sonuna kadar dinledim abiyi.. Artık baktım olmayacak, 'benim aklım kızkardeşimde, içim rahat değil' deyip kızkardeşimin yanına gittim. Kapıda bir kadın "kızkardeşiniz sizi çağırıyor" dedi, daha da hızlandım. Kız kardeşim yatakta kendinden geçmiş, gözleri tavana bakıyor, yüzü korkunç bir halde. Panikleyip hemen doktor hanımı çağırdım. Kardeşim kendine gelsin diye uğraşmaya başladılar, ben kenarda izliyorum. Bu arada dişleri kenetlenmiş kızkardeşim rahat nefes alsın diye ağzını açmaya çalışan beraber gittiğimiz abinin elini ısırdı. Damar yolu açıp serum taktılar. Kardeşim biraz kendine geldiğinde, karnı aç olduğundan bu hale geldi deyip beni yemesi için birşeyler almaya dışarı gönderdiler. Dışarı çıkarken beraber gittiğimiz abiye; " kardeşimin yanından sakın ayrılma" diyorum. Hastanenin yakınlarındaki bir marketten rahat yiyebileceği meyveli yoğurt ve meyve suyu alıp geri döndüm. Kardeşim hala yatıyordu, o halde görünce daha da kötü oldum. Ama morali yerine gelsin diye onu güldürmeye çalıştım. "Fenalık geçirirken ne korkunç oluyorsun, bir daha beni böyle korkutma" dedim. Bu arada kayınvalidesi diğer yatakta yatan kadında söylediğime destek oldu. Kadın; "Seni öyle görünce bende ölüyorsun sandım, bende çok korktum" dedi. Bu lafın üstüne gülmeye başladık. Kızkardeşime meyveli yoğurdu yedirmeye başladığımda, "yavaş ol elimide yiyeceksin" diye muziplikler yapıyorum. O keyiflenince bende keyiflendim, ama yine elim ayağım titriyor belli etmemeye çalışıyorum. Bu arada gözyaşları akmaya başlayan kızkardeşim birden ağlamaya başladı. Oda korkmuş ve paniklemişti.
Kız kardeşim; En son kadına "ablamı çağırırmısınız" dediğimi hatırlıyorum, ondan sonra birşey hatırlamıyorum, rüya görüyordum" dedi. Valla ölene, bayılana birşey olmuyorda, kalan için zor... O yaşadığım korkuyu Allah bir daha yaşatmasın....
Şu insan psikolojisi çok değişik bir şey... Hala çözebilmiş değilim. Kızkardeşimin yüzünü öyle ilk gördüğümde tepkim neydi biliyormusunuz? Güldüm.. Evet güldüm. Kızkardeşimin bana şaka yapmak için ağzını gözünü öyle yamultuğunu düşünüp güldüm, sonra niye şaka yapsın ki diye ciddi bir durumun olduğunu görüp doktorun yanına koştum... Ne gündü Allah'ım...
Yerel seçimlerde görevlendirildim. Eğitim için toplantı yapıldı. 150 kadar görevlinin arasında tek bayan olduğumu düşünüyordum ki, bir umut ışığı son dakikada belirdi salonda. Niye o kadar erkeğin arasında iki bayan görevlendirildik anlam veremiyorum. Türkiye erkeklerden mi oluşuyor?
Eğitim veren hakim bey çok gençti. Genç yaşta hakim olmayı başardığı için "helal olsun be adama" diye geçirdim içimden... Seçimlerde ilk defa görev aldım. Benim için iyi bir tecrübe olacak inşallah.
Seçimler öncesi buradada hummalı bir çalışma var. Yıllardır bir taşı alıp başka yere koymamış belediye her gün çöp arabasını gezdiriyor, yolları süpürüyor, geçen sene yaptırdığı otobüs durağını söküp, yerine yenisini koyuyor.... Yıllardır çalışıyormuş numarası yapıyor... Bende yedim... Yerel seçimler için bir partiye oy vermenin mantığına inanmıyorum. Başkan adaylarının kişiliklerini araştırıp, daha önce ne yapmış onlara bakmaya çalışıyorum. Ve hala hangisine oy vereceğimi bilmiyorum.
Bugünün en büyük olayı kızkardeşimdi.. Aklıma geldikçe kötü oluyorum.. Kimse sevdiklerini kötü halde görmez inşallah.... Yalnızlığın ne lanet bir şey olduğunu daha da iyi anladım, bizi hastaneye götüren abi, tanıdığım doktor, evde annem - babam olmasa, ben olmasam ne olurdu kardeşimin hali? Allah kimseyi kimsesiz koymasın.
26.03.2009
Haccecan

24 Mart 2009 Salı

Artık Yokum


Yapma ama böyle...
Ezip geçme beni yine...
Salma üstüme o bakışları..
Dişlerin mahkum etsin
O kırıcı, zalim sözleri..
Hırçınlığını dizginleyemiyorum artık..
Sahildeki kaya gibi
Güçlü ve sert olsam bile
Hangi kaya sürekli çarpan
Dalganın karşısında erimemiş ki?...
Ne kadarda sakin ve durgundun oysa..
Gelmeni beklerdim hep ardın sıra..
Çarpmaların okşamaydı..
Ne oldu sana?
Benmiyim suçlusu içindeki fırtınanın?
Cevaplarında ben yokum bu soruların..
Artık bende yokum...

Haccecan
24.03.2009

21 Mart 2009 Cumartesi

Anladığın Kadarsın...


Yaşadığımız dünyaya ait her türlü niteliği, her özelliği ve bildiğimiz herşeyi duyu organlarımız aracılığıyla öğreniriz. Duyu organlarımız aracılığı ile bize ulaşan bilgiler, bir dizi işlem sonucunda elektrik sinyallerine dönüşür ve bu sinyaller beynimizin ilgili noktalarında yorumlanır. Beynimizin bu yorumları sonucunda biz örneğin bir kitap görürüz, çileğin tadını alırız, ıhlamur ağaçlarını koklar, ipek bir kumaşın dokusunu bilir veya rüzgarda sallanan yaprakların hışırtısını duyabiliriz.
Bu noktada şaşırtıcı bir gerçekle daha karşılaşırız: Beynimizde, gerçekte ne renkler, ne sesler, ne de görüntüler vardır. Beynimizde bulabileceğiniz tek şey elektrik sinyalleridir. Bu, felsefi bir görüş değildir; algılarımızın işleyişi ile ilgili bilimsel bir açıklamadır. Örneğin Mapping The Mind (Zihnin Haritasını Çıkarmak) isimli kitabında bilim yazarı Rita Carter, dünyayı nasıl algıladığımızı şöyle açıklar:
Her bir duyu organı kendine uygun uyarıya cevap verecek şekilde yaratılmıştır. Bu uyarılar ise, moleküller, dalgalar veya titreşimler şeklindedir. Tüm bu çeşitliliklerine rağmen duyu organları temelde aynı görevi görürler: kendilerine özgü uyarıları elektrik sinyallerine dönüştürürler. Bir uyarı ise sadece bir uyarıdır. Kırmızı renk değildir, veya Beethoven'ın Beşinci Senfonisinin ilk notası değildir - sadece bir elektrik enerjisidir. Aslında, bir duyuyu diğerlerinden farklı hale getirmek yerine, duyu organları hepsini benzer hale, yani elektrik sinyallerine dönüştürürler.
Öyle ise, tüm duyulara ilişkin uyarılar, birbirinden tamamen farksız bir formda beyne elektrik akımları şeklinde girerler ve buradaki sinir hücrelerini uyarırlar. Tüm olan budur. Bu elektrik sinyallerini tekrar ışık dalgalarına veya moleküllere dönüştüren bir geri dönüşüm sistemi yoktur. Bir elektrik akımının görüntüye ve bir diğerinin kokuya dönüşmesi ise, bu elektrik akımının hangi sinir hücrelerini etkilediğine bağlıdır.
Sonuç olarak şu bir gerçektir ki, her insan hayatı boyunca gördüğü herşeyi beyninde görür ve hiçbir zaman gördüklerinin asıllarına ulaşamaz. Gördükleri, dışarıda var olduğunu varsaydığı görüntülerin beyninde oluşan birer kopyasıdır. Bu kopyanın aslına uygun olup olmadığı, dahası bir aslının var olup olmadığı ise bizim bilgimizin dışındadır.
Bir materyalist olmasına rağmen, Alman psikiyatri ve nöroloji profesörü Hoimar von Ditfurth, bu bilimsel gerçek hakkında şunları söyler:
Argümanlarımızın hareket ettirici kolunu nereye yerleştirirsek yerleştirelim, sonuç değişmiyor: Etiyle kemiğiyle karşımızda duran, gözümüzün gördüğü şey, "dünya" değildir, sadece onun imgesidir; bir benzeridir; orjinalle ne kadar örtüştüğü tartışılır bir izdüşümüdür.
Örneğin şu anda başınızı kaldırıp içinde bulunduğunuz odaya baktığınızda gördüğünüz, sizin dışınızdaki oda değildir. Siz odanın, beyninizin içinde oluşan kopya görüntüsünü görürsünüz. Ve hiçbir zaman bu odanın aslını duyularınız aracılığı ile görmenize imkan yoktur.
Maddenin, beynimizde oluşan bir algılar bütünü olduğu gerçeğini tam olarak kavrayamayan bazı insanlar, bazı yanılgılara düşmekte, bu gerçekten yanlış sonuçlar çıkarmaktadırlar. Örneğin bir kısmı, maddenin hayal olduğuna dair izahları "madde yok" denmiş gibi algılamaktadır. Bir kısmı ise, maddenin ancak biz gördüğümüz zaman hayal olarak var olduğunu, ancak görmediğimizde yok olduğunu sanmaktadır. Bunların hiçbiri doğru değildir.
Öncelikle, "madde yok" veya "insanlar, ağaçlar, kuşlar... bunların hiçbiri yok" demek kesinlikle doğru değildir. Çünkü bunların hepsi vardır, ve hepsini Allah yaratmıştır. Ancak Allah tüm bu varlıkları kitabın başından beri anlattığımız gibi bir görüntü, algı olarak yaratmıştır. Yani Allah, bu varlıkları yarattıktan sonra onları, kendi başlarına var (kaim) olan sabit varlıklar kılmamıştır. Her birini her an yaratmaya devam etmektedir. Biz görsek de görmesek de bu varlıklar Allah'ın hafızasında sonsuza kadar bulunmaktadırlar. Bizden öncekiler gibi bizden sonraki varlıkları da Allah tek bir an içinde zaten yaratmıştır. Zamanın bir algı olduğu konusunda anlatıldığı gibi, zamanı da Allah yaratmıştır ve Allah zamana bağımlı değildir. Dolayısıyla bizim için gelecekte var olacak olan varlıklar da aslında Allah katında "tek bir an" içinde yaratılmışlardır ve şu anda vardırlar. Ancak biz zamana bağımlı olduğumuz için onları henüz görmeyiz.

20 Mart 2009 Cuma

Örümcek ağı..


Bir örümceğin, örümcek ağını nasıl yaptığını görmek istiyorsanız tıklayın. Bu kadar çok zahmet çeken örümceğin ağını bozmadan önce bir kez daha düşünürüz belki...

19 Mart 2009 Perşembe

Sağlık taraması...

***Yağlıboya Çocuk Resimleri***

Bugün güzel bir gündü... Haftaiçi beş günü bir odaya kapanıp çalışan ben için farklı yerlere gitmek büyük bir değişiklik oluyor... Köydeki okullara sağlık taramasına gittik. Taramayla benim pek bir alakam yok ama fotoğraf çekeceğim diye bende düştüm peşlerine. İleriye dönük planlarım var. Fotoğraf çekmeye daha fazla önem verip buranın tanıtımı için slayt gösterileri düzenlemeyi, fotoğraf sergisi açmayı düşünüyorum. Azmettim yapacağım.
Sağlık taramasında çocukların saçları bit var mı yok mu diye kontrol edildi. Dişlerindeki çürükler tespit edilip genel muayene yapıldı. Erkek çocuklarında "İnmemiş testis " vakasının olup olmadığını tespit etmek için muayene edildi. Sonuç ise içler acısı; kişisel bakıma muhtaç olan çocukların bir kaçının başında sirke ve bit görüldü. Dişlerinin en az 2-3 tanesi çürük olan çocuğun sayısı hiç de az değildi. 50 erkek çocukta ortalama 5 inmemiş testis vakasına rastlanıldı ki bu az bir sayı değil. Ailelerine haber gönderilen bu çocukların aileleri çocuklarıyla ilgilenirlerse ilerde kısır olmaktan kurtulacaklar. Normal bir erkek cinsel organının nasıl olması gerektiğini bilmeyen anne ve babası çocuğunda ki eksikliğin farkında bile değil...Büyüdüğünde o çocuğun yaşayacağı psikolojik bunalımları bir düşünsenize... İçler acısı bir durum...
Çocukların gülen yüzleri ise görmeye değerdi. İlk okul birinci sınıfa giden çocuklar ile beşinci sınıfa giden çocuklar arasında gözlemlediğim bir konuyu yazmak istiyorum. Kız öğrenci önlükleri tek parça olduğu için birinci sınıf kız öğrencilerinin kalbini dinlemek için eteğiyle birlikte göğsünü açıp kalbini doktora dinletiyordu. Ergenliğe girmeye başlamış beşinci sınıf kız öğrenci ise böyle bir şeyi kabul etmemiş, üstten önlüğünü indirip kalbini dinlettirmişti. Doktorumuz zaman kaybetmemek için "önlüğünü alttan kaldır" dediğinde kız öğrenci utanmış, dediğini yapmamıştı. Araya ben girerek; "5. sınıf öğrencisi kocaman bir kız var karşınızda hocam, saygı göstermemiz gerek" dediğim de doktorumuzda hak verdi. Kızlar tam ergenliğe girmeye başlamışlar, göğüsleri yeni büyümeye başlamıştı. Ergenlik zor bir dönem vesselam. Ne çocuk, ne büyük... Arada kalmış, bedenlerinde ki değişiklikleri hayretle izliyorlar....
İnmemiş testis muayenesi olan erkek çocukları ise kız çocuklarına göre çok daha rahattı. Pipisini gösteren çocukta utanmanın aksine yüzünde bir tebessüm oluyor, diğer erkek arkadaşlarıyla karşılıklı gülüyorlardı.
Burda yine kültür yapımızın etkin olduğunu düşünüyorum. Utanması gerektiği öğütleriyle büyütülen kızlar doktorun karşısında bile utanıyordu. Erkeklerde ise böyle bir utanma duygusuna şahit olmadım.
İlk okul birinci sınıf öğrencileri arasında kız-erkek ayrımı pek dikkate alınmıyor, fotoğraf çekmem için kardeşçe pozlar veriyorlar ancak beşinci sınıf öğrecileri arasında bariz bir cinsiyet ayırdımı oluyor, kız ve erkek öğrencilerin arasına mesafeler giriyordu. Büyüdükçe kardeşlikten çıkıp başka isimler almaya başlıyoruz....
Yurdum için güzel günleri beklemek için henüz çok erken... İnsanımız daha kendini tanımıyor, neler yapabileceğini ve ne kadar güçlü olduğunu bilmiyor. Umutluyum ama Türkiyemin güzel günlerini benim göremeyeceğim kesin... Belki bizden sonrakiler görür...

18 Mart 2009 Çarşamba

18 Mart


18 Mart Çanakkale Şehitlerini Anma Günü... Rahmetle anıyorum. Ruhları şâd olsun.

ÇANAKKALE CEPHESİNDE KADIN SAVAŞÇILARIMIZ
Çanakkale Savaşları’nın henüz araştırılmayı bekleyen bir çok siyasal, sosyal ve askeri yönünün daha olduğu bir gerçek. Örneğin; bu savaşların bizde belki de hiç bilinmeyen bir diğer yönü, Çanakkale’de bazı kadın Türk kadın savaşçılarının da, Mehmetçik ile birlikte çarpıştıklarıdır.
Konuyla ilgili ilk belgesel bilgilere Avustralya ve Yeni Zelanda arşivlerinde, Anzac askerlerinin Çanakkale’de siperlerde yazdıkları günlük ve mektuplarda rastlanmaktadır. Örneğin, The Age adlı Avustralya gazetesinde, 8 Eylül 1915 tarihinde şu başlıkta bir haber yer almaktadır.
“Kadın bir keskin nişancı: ilk günkü çarpışmada vuruldu: J. C. Davies adlı bir asker annesine yazdığı mektupta şöyle demektedir: “... Vurulduğum 18 Mayıs günü, keskin nişancı bir Türk kızı vardı. Güzel, iri yapılı ve 19-21 yaşları arasında görünüyordu. Günün uzunca bir bölümünde sürekli olarak ateş etti. Gerçi bir çok adamımızı vurdu ama gün bitiminden önce Avustralyalı bir asker tarafından vurulunca, gene de üzüldüm. Ölüsünü ele geçirdiğimizde yanında bir Türk erkeğinin cesedini de bulduk. Kadının vücudunda tam 52 kurşun vardı... Bu savaş korkunç”
Arşivlerde aynı konuyu dile getiren birkaç mektup ya da günlük daha bulunmaktadır. Gerçi bu tür haberlerin Anzak askerlerinin, zor siper koşullarında, aylarca süren çarpışmaların yıpratıcı etkisinde geliştirdikleri hayal ürünü şeyler olduğu da düşünülebilir. Ancak, “Keskin nişancı Türk kadınları” ve “Türk kadın savaşçılarını” anlatan diğer asker mektupları da incelenip, birbirleriyle karşılaştırıldığında, anlatılanların doğru olma olasılığının çok yüksek olduğu söylenebilir. Kısacası, Çanakkale Savaşları’nın daha birçok yönü, genç araştırmacılarımızın çalışmalarını ve aydınlatılmayı beklemektedir.

BOMBA SIRTI OLAYI
“Bombasırtı Olayı (14 Mayıs 1915) çok önemli ve dünya harp tarihinde eşine rastlanması mümkün olmayan bir hadisedir. Karşılıklı siperler arasındaki mesafe 8 metre, yani ölüm muhakkak. Birinci siperdekilerin hiçbirisi kurtulmamacasına hepsi düşüyor. İkinci siperdekiler yıldırım gibi onların yerine gidiyor. Fakat ne kadar imrenilecek bir soğukkanlılık ve tevekkülle biliyor musunuz? Bomba şarapnel,kurşun yağmuru altında öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor ve en ufak bir çekinme bile göstermiyor. Sarsılma yok. Okuma bilenler Kuran-ı Kerim okuyor ve Cennet’e gitmeye hazırlanıyor. Bilmeyenler ise, Kelime-i Şahadet getiriyor ve ezan okuyarak yürüyorlar. Sıcak cehennem gibi kaynıyor. 20 düşmana karşı her siperde bir nefer süngü ile çarpışıyor. Ölüyor, öldürüyor. İşte bu Türk askerinde ruh kuvvetini gösteren dünyanın hiçbir askerinde bulunmayan tebrike değer bir örnektir. Emin olmalısınız ki Çanakkale Muharebelerini kazandıran bu yüksek ruhtur.”
Mustafa Kemal ATATÜRK
Kuran-ı Kerimde Şehitlerle İlgili Ayeti Kerimeler
Âl-i İmrân(*) Sûresinin 169,170 . Ayetinde
Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar diridirler, Rableri katında Allah’ın, lütfundan kendilerine verdiği nimetlerin sevincini yaşayarak rızıklandırılmaktadırlar. Arkalarından kendilerine ulaşamayan (henüz şehit olmamış) kimselere de hiçbir korku olmayacağına ve onların üzülmeyeceklerine sevinirler.
Âl-i İmrân(*) Sûresinin 171 . Ayetinde
(Şehitler) Allah’ın nimetine, keremine ve Allah’ın, mü’minlerin ecrini zayi etmeyeceğine sevinirler.
Tevbe(*) Sûresinin 52 . Ayetinde
De ki: “Bizim için siz, (şehitlik veya zafer olmak üzere) ancak iki güzellikten birini bekleyebilirsiniz. Biz de, Allah’ın kendi katından veya bizim ellerimizle size ulaştıracağı bir azabı bekliyoruz. Haydi bekleyedurun. Şüphesiz biz de sizinle birlikte beklemekteyiz.”
Ahzâb(*) Sûresinin 23 . Ayetinde
Mü’minlerden öyle adamlar vardır ki, Allah’a verdikleri söze sâdık kaldılar. İçlerinden bir kısmı verdikleri sözü yerine getirmiştir (şehit olmuştur). Bir kısmı da (şehit olmayı) beklemektedir. Verdikleri sözü asla değiştirmemişlerdir.

17 Mart 2009 Salı

Ben neymişim be?

Fotoğrafın hikayesini okumanızı tavsiye ediyorum. Fotoğrafın üstünü tıklayın.

Sevgili Şaban Cuman beni sobelemiş. Sobe konusuda "kendimi tanıtmam"... Bu sobe için kendisine teşekkür ediyor, saygı ve selamlarımı gönderiyorum efendim...
Kendini tanımlayamamış ben için zor bir konu. Zoru başarmayı seviyorum Allahtan. Bu konuda bloğumu okuyan arkadaşlarımdan yardım isteyeceğim. "Merhaba Güzel İnsanlar" bloğunu okuyan siz sevgili arkadaşlarım Haccecan'ı nasıl bilir ve tanırsınız? Bu blog yazarı hakkında ne düşünüyorsunuz? Olumlu veya olumsuz her düşüncenizi çekinmeden yazabilirsiniz. Hakâret dışında her eleştiriye açığım. Kendimi tanıtma konusu ile yorumlar bir bütün olsun istiyorum. Ben hem kendimi tanıtmaya çalışayım, sizde yorumlarınızla tanıdığınız ve kendimi tanıtabildiğim kadar beni tanımlayın. Bir ayna tutun bana, öz eleştiri yapmamı sağlayın... Olur mu?
Tipik bir Koç burcu kadınıyım. Açık, dobra, hareketli, aceleci, sabırsız, enerjik, kafasına taktığını yapan, baskıya dayanamayan, emir almayı sevmeyen, adil, merhametli, sevdiğine sevgisinde sınır tanımayan, ince hesaplara kafası çalışmayan, netlik ve açıklıktan hoşlanan, doğal, samimi, içten, rol yapmayı sevmeyen, doğruluğa dürüstlüğe önem veren birisiyim. Koç burcunun bütün özelliklerini taşıyorum. Burçlara inanmıyorum deyip gezerdim ortalıkta. Okuduktan sonra birebir örtüştüğünü gördüğümde burçlara inanmaktan başka çarem kalmadı. Zoru seviyorum, kolay işi yapmış olmak bana haz vermez. Dağların zirvesine, ağaçların tepesine çıkmalıyım. Koşuyorsam birinci olmam çok önemli değil ama varış pistine öleceğimi bilsemde varmalıyım. Pes etmek ölmekle aynı benim için. Saygıya sevgiye çok önem veriyorum. İnsanların içi neyse dışıda o olmalı. Hayal kurmayı seviyorum, düşünce denizinde boğulmayı seviyorum. Günlük, samimi olmayan konuşmalar yapmaktan hoşlanmıyorum. Derin, sonu olmayan ve hayatla ilgili konuşmaları yapmaktan, zekamı çalıştırmaktan, konuşurken yarışmaktan hoşlanıyorum. İşin içinde rekabet varsa orada olmalıyım. Rekabet yoksa, monotonluk varsa uyumak daha cazip hale geliyor. Dedikodudan hoşlanmıyorum. İnsanların yüzlerine herşeyi söyleyebilmeyim. Yüzüne söyleyemezsem verem olurum. Çözümü olmayan veya anlayamadığım sorunlarla uğraşmakta beni verem eder. Çözümü olmayan problem olmamalı. Çözemeyeceksem işe yaramıyorumdur orada olmamın bir anlamı yoktur. İşe yaramadığım, bana ihtiyaç duyulmayan yerde olmamın hiç bir anlamı yoktur. Herşey açık, net ve anlaşılır olmalı, yok eğer değilse olmamalı, yok olmuşsa gözüm görmemeli gözümün önünden yok etmeliyim. Kendime koyduğum sınırlarım ve kurallarım çok fazla olduğundan, bu sınırları ve kuralları aşabilen ademoğlu pek karşıma çıkmaz. İradesiz ve güçsüz insanların bana yaklaşmasına, aşık olmasına bile müsade etmiyorum. Emin olun onun benden uzak durması onun için daha hayırlı. Benimle baş edemez, yaşadığı her güne lanet eder. Bu kadar sınır ve kural varken yalnızım diyede buraya dertleniyorum oda ayrı bir konu. Ama yalnızım diye hayatı yaşamaktan geride kalmıyorum.
Şebnem Ferah gibi sesim olsun isterdim. Şöyle çığlık çığlığa şarkı söyleyebilmeliydim. Sesim gürdür, Otobüsten inecek yolcu şoföre sesini duyuramayıp, ineceği durağı kaçıracaksa Haccecan gür sesiyle yolcunun yardımına yetişir. "İnecek var" diye bir kere seslenmem yeterlidir, yolcu ineceği yerde iner. Duygularımı yoğun yaşadığım dönemlerde isyan dolu, sert ritimli müzikler bana hitap eder. Sakin bir ruh hali içerisindeysem ney sesi veya saz sesi dinleyerek dalgasız deniz misali huzur içinde dinlerim. Her şeyi duygularım (hormonlarımda diyebiliriz) belirler.
Kitap okumak, spor yapmak, müzik dinlemek, internet (blog), seyehat etmek tutkumdur.
Kendimi tanımlayamadım ben. Yok yok tanımlayamadım görüyorsunuz işte... Tanımlayamadım diyerek kendime gizemli bir havamı vermek istiyorum nedir... Ama gizemli olmak benlik değil ki.. Açık, net anlaşılır olmalıyım ben, herşey öyle olmalı...Neyse bu kadar yeter... Koç burcu kadının özelliklerini okusun beni tanımak isteyen...
Şimdi geldi kimleri sobeleyeceğime.... Aşağıdaki arkadaşlarımı sobeliyorum. Hadi kolay gelsin...

Mart ayının etkileri....


İçim kımıl kımıl... Havalardan mıdır, sudan mıdır, okuduğum bloglardan mıdır nedir, kahkaha atasım var. Sebebsiz yere hemde. Bu sebebsiz keyfimi odaya girip çıkanlar arada bölüyorlar ama olsun o kadar. Bu da sebepsiz mutluluğumun entrikası olsun.
Kedikumu'nu okuduktan sonra mutluluğum hat safhaya ulaştı. Çocukluk ne güzel bir şey ya... Şimdi çocukluk böyle, şöyle diye uzun uzadıya yazıp kendimi düşüncelere boğmak istemiyorum. İşin özeti; artık çocukluğuma, o masumluğa, saflığa, koşulsuzluğa dönebilmem imkansız... İmkansızı olur hale getirebilecek, çocukluğuma dönebilmem için uygulayabileceğim tek bir yol var. Çocuk yapmak...
Bende birçokları gibi bloguma bebeğim gazını çıkardı, kakasını yaptı, güldü, oynadı, soru sordu, ağladı, ilk dişini çıkardı, evi dağıttı, çamura bulandı diye yazmak istiyorum. Onun yüzüne baktığımda bu çocuğu ben doğurdum diye kendimle gurur duymak istiyorum. Kendi varlığımdan geçip varlığımı onun varlığına adamak istiyorum. Leyla'nın Evi kitabında ki Leyla karakteri gibi tek başıma yaşlanıp ölmek istemiyorum. Bir yuva kurup, bu yuvanın içinde gülmek, konuşmak, tartışmak, düşünmek, hayatın daha anlamlı hale gelmesini istiyorum. İstiyorum ya banane banane istiyorum.....
Annem bu hafta sonu gidiyor. Uçakla İstanbul'a gidecek. Ömründe ilk defa uçağa binecek annemin yüzünü görmenizi isterdim. Merak, hayal kurma hakim... Annemin bende kaldığı bu üç ayda neler yaşandı toparlayıp yazmam gerek...
Bahar mevsimini ufaktan ufaktan hissetmeye başladık. Doğa canlanmaya başladı. Canlıların üreme mevsimi bu ay. Kediler, koyunlar, böcekler, kuşlar.... Hepsi üreyip çoğalıyor... Hayvanlardaki bu çoğalma isteği banada bulaştı sanırım.... Ben çocuk istiyorum napayım....

16 Mart 2009 Pazartesi

14 Mart 2009 Cumartesi

İlk aşk....


Arada ilk aşkım aklıma gelir. İçim burkulur... Burkulur demek içimde ki acıyı tarif edemedi. İçim cayır cayır yanar... Tıpkı onun yandığı gibi...
Bizim zamanımızda ilk okula giderken siyah önlük giyer ve beyaz yakalık takar öyle okula giderdik. Kara bir kız çocuğuydum, kara bir önlük giydiğimde de dahada kararırdım. Adım "karakızdı" benim. Sesim gürdü. Bayram törenlerinde, özel günlerde şiir okurdum. Belediye anonslarının yapıldığı hopörlerden o zamanlar bayramlarda şiir okunur, ahalide bu şiiri dinlemek zorunda bırakılırdı. Okuduğu şiiri dinletilmek zorunda bırakılanlardan bir taneside bendim. Böyle bağıra bağıra şiir okuduğum zamanlardı.
Sınıfımızda birde bir çocuk vardı. Hayalimde beyaz tenli, yüzü temiz, siyah önlüklü, beyaz yakalıklı bir çocuk olarak kaldı. Hep öylede masum ve beyaz yüzüyle hatırlayacağım onu. Her çocuktan farklıydı o. Onun yüzüne bakamazdım, onunla konuşamazdım. Onun yanında ter basardı beni, onun olduğu yerden bir an önce uzaklaşmaya çalışırdım. Gür sesli benim, onun yanında sesi çıkmazdı. Farklıydı işte. Çocuk halime bakmadan sevmiştim bir kere. Bu çocuğu çocuk kalbimde farklı bir yere yerleştirmiştim. İsteyerek yerleştirmedim elbette. 8 yaşında bir kız çocuğu kalbine yaşıtı başka bir çocuğu nasıl bilerek ve isteyerek yerleştirebilir ki... Benim kontrolümün dışında kalbim kontrol ediliyordu sanki ve bu sevgi ben istemeden kalbime yerleştirilmişti. Çıkar yok, beklenti yok. Saf, masum, utangaç, ürkek, pırıl pırıl bir sevgi. Kağıt gibi, pamuk gibi, kar gibi temiz, beyaz... Onu sevdiğimi kimseler bilmedi. Kendime bile söylemedim sevdiğimi... Sevginin varlığını bilmediğimden, bilmediğimi inkâr ettiğimden olsa gerek, kendime bile söylememiştim.
Bir gün o gelmemişti. Okula gelmediği o gün kendisi değil ama acı haberi gelmişti. Evlerinde çıkan yangın sonucu ahşap evleri hızla tutuşmuş, o ve 2 kardeşi yanarak ölmüştü. Sınıftaki her çocuk ağlamıştı ama ben daha farklı ağlamıştım, daha farklı üzülüyordum çünkü daha farklı seviyordum. Daha farklı ağladığımı ve üzüldüğümüde kimseler bilemedi. Evimizdeki masanın altına saklanıyor, kendime sözler veriyordum. "Bundan sonra kimseyi sevmeyecektim. Bir kere sevmiştim o da yanarak ölmüştü. Ölmesin diye kimseyi sevmemeliydim ben. O, ben sevdim diye ölmüştü!!."
Orta okul için başka bir okula gitmeye başladığımda, yanan evlerinin önünden 3 yıl hergün geçmek zorunda kaldım. Her gün kendime verdiğim sözü hatırlıyor, kontrol edilemeyecek duyguları kontrol altına almaya çalışıyordum. "Artık kimseyi sevmeyecektim ben..." Yanmış, yıkılmış ahşap evin önünden her geçişimde "Acaba nasıl öldü, canı çok yandımı?" sorularının cevabını kendime vermeye çalışıyordum.
Aşkı, sevgiyi yaşamayı o ahşap evin yandığı günden beri beceremedim. Aklımın bir köşesinde hep "sevdiğim insan ölecek" düşüncesi durur ve sevmeye başladığım zamanlarda bu korku beni esir alır. Onun yüzüne bakamadığım gibi sevdiklerimin gözüne korkmadan bakamadım.
Onu sevdiğimi artık ilan ediyorum. Bembeyaz, pırıl pırıl bir sevgiydi bu. Duyun ey insanlar!!... 7-8 yaşlarında ki bir kız çocuğu ne kadar masum severse o kadar masum, çıkarsız, beklentisiz çok güzel bir sevgi yaşadım yıllar önce... Öldü, hiç bilmedi ama ne farkeder ki... Ben sevdim, çok sevdim... Bir daha kimse ölmesin diye kendime bir daha sevmemeye söz verecek kadar büyük sevdim...
İç ses: Belkide bu yüzdendir yüzüne bakmak zorunda kalmadığın insanları kolay sevebilmemin sebebi...

13 Mart 2009 Cuma

Dualar Nasıl Karşılık Görür?


Dini bir sohbetten çıkan adam arabasına binmek için yürürken dinlediği bir söz aklına takılmıştı. "Allah(c.c.) Duaları Duyar Ve Ona Karşılık Verir" nasıl sorusu beynini kemiriyordu. Soğuk havaya rağmen arabasına binmeden bunu düşünüyordu "nasıl ?" derken neyse deyip arabaya binecekken dua etmeye karar verdi. Ve Allah(c.c) a " Allah’ım bana nasıl duaları duyup karşılık verdiğini öğret" diye dua etti. Ve ardından arabasına bindi. Arabasıyla evine doğru ilerlerken içinden bir ses ona süt almasını söylüyordu. Önce boş ver dedi ama isteği o kadar güçlüydü ki süt almaya karar verdi. Ve gördüğü bir marketten bir paket süt alıp arabasına koydu. Ve yola devam etti. Yoluna devam ederken içinden bir ses bir sokağa dönmesini söyledi. Bu ses ona emir veriyordu adeta. Bu sesi de önce önemsemedi. Sokağı geçip gitti. Ama ardından Allah(c.c.) a ettiği dua aklına geldi ve dönmesi gerektiğini düşündü. Geri dönüp sokağa girdi ve bu sokakta yoluna devam etti. Yol ilerledikçe güzel binaların yerini barakalar, derme çatma evler almıştı.Ve şimdi aynı ses arabadan inmesini söylüyordu. Arabasından indi. Çevredeki bütün evlerin ışıkları sönmüştü. Herkes uyuyordu anlaşılan. Ama içinden gelen ses ona yolun sonundaki küçük eve gidip elindeki sütü vermesini söylüyordu. Rezil olmaktan korktuğu için vazgeçecekte ki, bütün cesaretini toplayıp eve doğru ilerledi ve kapıya vurdu. İçerden sesler geldi ve bir erkek sesi "kim o" diye sordu. Oradan koşarak kaçmak istedi ama kapı açılmıştı bile. Karşısında fakir görünüşlü bir adam vardı. Adama elindeki sütü uzattı. Adam sütü alıp içeri koştu. Gittiği odada ağlayan bir bebek sesi geliyordu. Ardından odadan bir kadın çıkıp mutfağa doğru koştu. Ve adam kapıya gelerek adamla konuşmaya başladı. Adam konuşurken gözlerinden sicim gibi yaşlar boşalıyordu. "İki ay önce şehre taşındık ama bir iş bulamadım. Bu güne kadar tanıdıkların yardımlarıyla geldik. Ama bu gün bebeğimize süt alamadık. Allah'a dua ediyorum. Allah’ım bebeğimize süt gönder diye" Adam konuşurken içerden kadının sesi geldi. Kadın bilmediği bir dilde konuşuyordu. Adam tercüme etti. "Allah’a dua ediyorum Allah’ım meleklerinle bebeğime süt gönder diye, ‘Siz bir melek misiniz?’ Sütü getiren adam cebindeki bütün parayı çıkarıp ısrarla adamın eline tutuşturdu. Ve ona iş konusunda da yardımcı olacağına söz verdi. Adam oradan ayrılırken bu defa onun gözlerinden yaşlar boşalıyordu.( Duası kabul olmuştu, artık biliyordu…)

10 Mart 2009 Salı

Gözün çıksın şoförrrr



Ben eski başkanımı özledim. Onu mumla arıyorum. Kıymetini bilememişim. Eski başkan; kızkardeşinin vefatından sonra daha duyarlı, daha sakin, daha saygılı olmuştu. (Kızkardeşlerinin ölmesi ailede tam bir yıkım oldu, bugün yolda gördüğüm annesinin bütün saçları kar gibi beyazlaşlamıştı.) İşler yoğun olduğunda " Boşver haccecan, herşey boş diyordu" önceden sorun yaptığı ve benide telaş ettiği konuları artık bana sorunda yaptırmıyordu. Hatta artık bana "Haccecanım" diyordu. "Hocam okuyunda öyle imzalayın evrağı" dediğimde, "ben sana güveniyorum, sen imzala de, ben boş kağıda bile imza atarım" diyordu bana. Öyle güvenmişti ve sevmişti beni. Bir sorun olduğunda bana karşı tepkili olanlara karşı beni savunurdu, bir derdim olduğunda gider yanında ne sorunum olursa anlatırdım, O'da sağolsun dinlerdi, elinden gelen birşey olursa da yapardı. Birşey yapmayı bırak, dinlenildiğimi bilmek bile beni mutlu etmeye yetiyordu.
Bir gün sabah mesaiye yeni geldiğimde cep telefonum çaldı. Arayan kızkardeşimdi. Telefonu açtığımda sesi çok kötüydü ve ağlamaklıydı. Bilirdim kızkardeşimi, o ben gibi değildi, duygularını karşı tarafa belli etmez, kolay kolay ağlamazdı, ağlarsa gerçekten onu üzen bir olay olmuştu. O saatlerde işte olması gerekirken, telefondan araba sesleri geliyordu. Yol kenarında yürüyordu. Sesimden aldığı kuvvetlede olayı anlatmaya başladı. Kızkardeşim;
- "Sabah dolmuşa bindim. Şoförün tam arkasında oturuyorum. 15 kişilik dolmuşa yine 20 kişiyi aldı. Tıklım tıkış gidiyoruz. Millet arkadan parayı uzatıyor şoföre. Yolculardan bir tanesi bütün 50 Tl uzattı. "Bozuk para yokmu?" diye sordu. Ardından iki- üç yolcuda bütün para uzattığında şoför söylenmeye başladı. "Dolmuşa bindiğinizde yanınıza neden bozuk para almıyorsunuz? Her sabah aynı şeyle uğraşıyorum." gibi sözleri peş peşe söyleyerek söylenmeye başladı. Sesi o kadar yüksek ki, resmen bizi azarlıyor, kulağımda mp3 çalar en yüksek seviyede çalmasına rağmen adamın bitmek bilmeyen yüksek sesle konuşmalarından rahatsız oldum ve dayanamayıp, "Artık biraz sessiz olurmusunuz?" dedim. Bunun üstüne şoför "Sen kim oluyorsunda bana sus diyorsun? Seni istesem şimdi burada indiririm" dedi. Adam arabayı durdurdu bende inmeye çalıştım ama arabada ki yolcular inmeme izin vermedi. Yolcular olayı ört bas etmeye, beni sakinleştirmeye çalıştılar. Biraz sonra bir yolcu inmek için arabayı durdurduğunda artık duramadım ve arabadan indim ve hala yürüyorum" dedi. İneceği duraktan iki durak erken inip, yarım saatten fazladır yürüyordu ve sinirleri bozulduğundan ağlıyordu.
O yaşadığı bu olayı anlatıyorken telefonun diğer ucundada benim sinirlerim bozuldu. Kızkardeşime teselli verecek bir kaç söz söyleyip telefonu kapattım sonra hemen benim eski başkanın yanına gittim. O zamanlar o amirimdi. Bir taraftan gözlerimden yaşlar akıyor, bir taraftan "ne hakla bunu kardeşime yapar" diye öfke kusuyorum. Beni sakinleştirecek sözler söyledi. O şoförün araç plakasını öğrenmelerini rica ettim. O şoförün yaptığınıda yanına bırakmayacağımı söyleyip çıktım başkanın yanından. Olaylar yeni başlıyordu.
Kızkardeşime bir dilekçe yazdırdım, üstünde yapılması gereken değişiklikleri yapıp, İl ve İlçe Emniyet Amirliklerine ayrı ayrı dilekçelerle başvurduk. Bu olayın bir kaç gün sonrası; şoförü ve kızkardeşimi ilçe emniyetten çağırıp ifadelerini aldılar. Şoför; yeminler ederek öyle bir şey yapmadığını, müşterinin velinimet olduğunu, müşteriye saygısızlık yapmayacağına dair bir ifade verdi. Bu ifadeye göre kızkardeşim hiç yokken ağlayıp, hiç yoktan dilekçe yazmış oluyordu. Kızkardeşim de kendi ifadesini verip; olan biteni tekrar anlattı. İl Emniyet Müdürlüğünden de kızkardeşimi arayıp oradada ifadesini aldılar. Şoförüde arayıp orada da ifadesini almışlardır fakat oradaki sonuçtan haberimiz yok.
O olayın üstünden bir ay kadar geçtikten sonra; dolmuşla eve dönüyorken arabada tek yolcu ben kalmıştım. İneceğim yer vardığımda şoföre "müsait yerde ineceğimi" söyledim. İnmek için hazırlanıyorken, şoför beni kızkardeşim sanarak, benim konuşmama müsade etmeyecek şekilde; "Sizden özür diliyorum. O gün çok sinirliydim, evden kavga edip çıktım, geçinemiyoruz, ben size inin demedim siz kendiniz indiniz, müşteri benim velinimetimdir" tarzında klişileşmiş sözleri peşi peşine sıraladı. Bende ise "O gün dolmuştan attığınız kişi ben değildim, o benim kızkardeşimdi, bizde ekmek paramız için gurbette çalışıyoruz, bizde geçinmekte zorlanıyoruz, sizin sinirli olmanız başkasına kızmanıza ve onu arabadan atmanızı gerektirmez, burada bizi sahipsiz sanıp her istediğinizi yapabileceğinizi sanıyorsanız yanılıyorsunuz, kaç senedir buradayız, bir kişiye yanlış davranışımızı gördünüz mü? Kardeşim o davranışı hak edecek en son kişidir, onu gördüğünüzde de kendisinden özür dileyin, bu özürü ben kabul edemem" deyip indim arabadan. Bu sözleri söylerken pek dinlediğini sanmıyorum, arada da bir şeyler söylüyordu, davranışını haklı göstermeye çalışıyordu.
Dolmuş şoförlerinden canım bağrım yandı desem abartmam. İki sene önce karate kursuna gidiyordum. Kahverengi kuşağa kadar ilerlemiştim. Yazları 17.30 da işten çıkar, koştura koştura dolmuşa biner yarım saat dolmuşun içinde arabanın kalkmasını beklerdim. Dolmuştan inip 20 dakika yürür, kurs yerine varır, iki saat antreman yapar, gittiğim yolu geri dönerek gece 22.00-23.00 arası evime varırdım. Dolmuşun içinde beklemekten usandığım için karateyide bırakmıştım.
Ben eski başkanımızı özledim yaa. Bu koca yazıyla ben bunu demek istiyorum aslında. Ne istediğini, ne dediğini bilen, konuya hakim bir amirle çalışmak ne büyük rahatlıkmış. Yeni başkanın ne demek istediğinide anlamıyorum, açık konuşmuyor, derdini, isteğini anlatamıyor. Anlayamadığım birinide sayıp, sevemiyorum ama dediğini yapmak zorundayım... Ah bu zorunluluklar ahh...

9 Mart 2009 Pazartesi

Yürek mi? Güzellik mi?


Ewan 22 yaşına o sene basmıştı, kendinden emin, çok zeki ve çok çekici bir genç adam olmanın asaletini taşıyordu. 10 gün sonra Kore'deki bir savaşa katılmak üzere İngiltere'den ayrılacaktı, hiçbir şeyden korkmuyordu ama duygusallığı nedeniyle, ülkesinden ayrılma fikri zor geliyordu ona. Ağır adımlarla büyük kütüphaneden içeriye girdi, bir kitap alıp oturdu ve okumaya koyuldu. Gerçekten de çok güzel temalara değinmiş etkileyici bir kitaptı elindeki, ama daha da güzel olanı kitabı daha önce başkasının da okumuş ve bazı yerlere notlar almış olmasıydı.Okuyanın notlar aldığı bölümler Ewan'i da derinden etkiliyor, notları okudukça sarsılıyordu. Kim olabilirdi bu? Hemen kütüphane memuresine gitti ve daha önce kitabı okuyan kişinin kim olduğunu öğrendi. Holly adında bir kadındı, adresini aldı ve eve varır varmaz bir mektup yazdı: 'Büyük Kütüphanede bir kitap okudum. Eklediğiniz notlar karşısında hayranlık duyduğumu belirtmeliyim. 10 gün sonra Kore'ye gidiyorum. Sizi tanımak ve sizinle mektuplaşmak istiyorum. Cevabınızı sabırsızlıkla bekliyorum. ' Holly'den olumlu cevap geldi ve mektuplar ardı arkasına yazılmaya başlandı. Her yeni mektupta birbirlerinden biraz daha etkileniyor, yüreklerini birbirlerine biraz daha açıyorlardı. 2 sene bu şekilde geçip gitti. Ewan ve Holly birbirlerine belki binlerce mektup yazmış, her mektuptan ayrı tatlar almışlardı. Ewan'ın ülkeye geri dönme zamanı gelmişti, son mektubunda Holly'i görmek istediğini yazdı. 'Ancak seni tanıyabilmem için bana bir fotoğrafını gönder lütfen' diye ekledi. Holly buluşmayı kabul etti fakat fotoğrafı göndermedi. 'Resmin ne önemi var ki? Bizi ilgilendiren kalplerimiz değil mi? Yakama kırmızı bir çiçek takacağım.' dedi. Günler birbirini kovaladı ve Ewan ülkeye döndü. Trenden indiği ilk anda gözleri Holly'i aradı. Bir müddet bakındı, sonra kalabalığın arasından şimdiye dek gördüğü en güzel kadın belirdi. Uzun boylu, çok güzel, uzun sarı saçlı, masmavi iri gözleri ve mavi elbisesiyle muhteşem bir kadındı. Kadına doğru bir adım attı, ama yakasında hiçbir şey yoktu. Kadın gözlerine baktı ve 'Merhaba denizci, benimle gelmek ister misin?' diye sordu. Tam o sırada güzel kadının omzunun üzerinden, yakasında kırmızı çiçek olan kadını gördü. Kısa boylu, şişman sayılacak kiloda, gri kısa saçlı, tozlu uzun pardösüsü ve kalın bilekleriyle öylece duruyordu. Ewan şaşkındı, az önce hayatında gördüğü en güzel kadından bir teklif almıştı ancak karşısında da yüreğine aşık olduğu kadın duruyordu. Kendini toparladı ve yanından geçen dünyalar güzeli kadına aldırmadan ilerledi. Elinde Holly'le birbirlerini tanımalarını sağlayan kitap vardı. Elini uzattı, 'Merhaba Holly' dedi gözlerinin içi gülerek. 'Pardon' dedi kadın. 'Ben Holly değilim. Az önce buradan geçen sarı saçlı mavi elbiseli bayan yakama bu çiçeği taktı ve bunun hayatının sınavı olduğunu söyledi. Sizi garın çıkışındaki cafe'de bekliyormuş...
' HAYATA DEGER BİR YAŞAM,
''SEVMEYE DEGER BİR AŞK'',
DOSTLUĞA DEĞER BİR ARKADAŞLIKTAN ASLA VAZGEÇME..!!

Anketör ve Anket

Dün kuzenimle çarşıda geziyorken birden telefonum çaldı. Numara görünmüyordu. Bir arkadaşımla buluşacağımdan arayanın o olduğunu düşünüp açtım telefonu. Telefonda ki sesin sahibi diksiyonu güzel, sesi canlı bir beyefendiydi. Beyefendi:
-"Merhaba, biz bir anket için sizi aramıştık, numaranızı rastgele çevirdik, müsaitseniz size bir kaç soru soracağım?" dedi. Ben karşıdan karşıya geçmeye çalışıyorum, dikkatimi arabalara verdiğimden adamın dediklerini pek anlamadığım halde konuşmaya devam ettim. Ben;
-"Uzun olmayacaksa cevaplayabilirim, ne ile ilgili bir anket?" diye sordum. Beyefendi;
-"Dünya Kadınlar Günü olması nedeniyle bazı sponsor firmaların kadınların düşüncelerini öğrenmek amacıyla yaptığımız bir anket." dedi. Ben bu arada yine yola dikkat ediyorum, kuzenimi göz ucuyla kontrol ediyorum hemde " aa ne güzel kadınlara yönelik bir anket düzenliyorlar" diye kafamdan düşünüyorum. Ama adam beni konuşturmadan önce onu biraz ben konuşturayım dedim. Ben;
-"Anketi kim düzenliyor demiştiniz?" dedim. Beyefendi;
-"Biz bir anket firmasıyız, telefon numaranızı rastgele çevirdik, bazı sponsor firmaların bu anketi düzenledi." dedi. Ben;
-"Peki buyrun sorun" dedim. Beyefendi;
-"Bekar mısınız? Evli misiniz?" diye sordu. Ben;
-"Bekarım" dedim. Adam;
-"Biz şu an hangi şehirle görüşürüz? dedi. Ben;
-"x şehri" dedim. Bu arada kıl olamaya başladım sorulara. Genel sorular değil tamamen özel sorular bunlar. Beyefendi;
-"Dekolte kıyafet giyermisiniz?" dedi. Ben "ne alaka?" diye düşünüyorum ama konuşan ben değildim Saf Haccecandı. Kimsenin varlığından haberdar etmek istemediğim saf, masum, her şeyin olumlu tarafından bakan saf birazda aptal Haccecan çıkmıştı bir kere ortaya. Durduramıyordum Saf Haccecanı ne sorulsa cevaplıyordu. Saf Haccecan;
-"Aşırıya kaçmayacak şekilde giyerim." dedim. Yuh Saf Haccecan yuh... Bir gömleğin ilk düğmesini açıp, kollarını kıvırırsın. Kısa kollu badiler giyersin. Bunun neresi dekolte? Belkide sahte anketörü kandırmaya uğraşıyorum. Kendine güvenen, güçlü Haccecan çıktı ortaya!!!. Haccecan modern ve çağdaş bir bayandı dekolteyi yerine göre giyerdi!!! Giymiyordu ama anketöre öyle dedi işte. Karşılıklı birbirimizi kandırıyoruz... Anketör;
-"Lezbiyen ilişkiler hakkında ne düşünüyorsunuz?" diye sordu. Ben;
-"Sapıklık, yanlış, kesinlikle doğru bulmuyorum. Ne kadar saçma sorular bunlar" dedim. Bu arada celallendim. Sesimde yükseldi. Anketör;
-"Estafurullah saçma değil. Peki masturbasyon hakkında ne düşünüyorsunuz?" diye sordu. Ben;
-"Kapat telefonu kapat kapat." dedim ve telefonu kapattım.
Kadın; medeni durumuyla, giydiği kıyafetle, lezbiyenlikle, mastürbasyonla ilgili sorularla değeri ve düşünceleri anlaşılmaya çalışılıyorsa "yuh" diyorum başkada birşey diyorum. Yuh yani yuhhhhh...
Hiç olmadık zamanlarda şu Saf Haccecan ortaya çıkıyor yaaaa... Onu hapsediyorum gizli yerlere ama ne yapıp edip "en son ona ihtiyaç duyacağım anda" çıkıyor ortaya ve beni salak konumuna düşürüyor. Anketör rastgele bir numara çevirdi ve 70 milyonluk ülkede geldi beni buldu. Ne kadar şanslıyım böyle!!!
Bu telefon görüşmesinin ardından senaryo yazmaya başladım. Kim di bu? Bu soruları sormada ki amacı ne olabilirdi? Sonra aklıma bakmayan kusur geldi. En son soyismimi öğrenip beni araştıracağını söylemişti ya. Bu onun araştırma sitilimi acaba? Benim sapık ilişkilere meyilli olup olmadığımı mı öğrenmeye çalışıyor napıyor? Eğer oysa tam bir gerizekalıymış. Ama kimin veya kimlerin aradığını bilmediğimden kimseyi suçlayamıyorum tabi. Ulan anketör, ulan Saf Haccecan beni düşürdüğünüz hallere bakın.... Aklı başında, normal insanları çıkar karşıma lütfen Allah'ım....
Saf haccecanın beni mağdur etmesinden sonra, kuzenim "telefonu gizli numarala kapatmayı bildiğini" söyledi. Kapattırdım hemen. Kuzenimde daha 15 yaşında. Benden çok daha zeki, olgun, aklı başında. O an yanımda iyiki vardı. Saf Haccecan ne var, ne yok söylerdi herhalde...
İç ses: Katıla katıla gülüyorum sana... İyiki varsın Saf Haccecan sende olmasan ben neye gülecektim.

8 Mart 2009 Pazar

Mevlid Kandili

İran'lı şair diyor ki
"Aşka uçarsan kanadın yanar."
Bu söze cevaben Mevlana diyor ki
" Aşka uçmayan kanat neye yarar?"
Gerçek aşka ulaşmamız dileklerimle.
Kandiliniz mübarek olsun...

7 Mart 2009 Cumartesi

Anlayabildiğin kadarsın


Şimdi bütün hayatımızda, doğuştan ölüme kadar, bütün rüyalarıyla, bizim gerçek hayat diye aldığımız,sadece başka, daha gerçek bir hayat bilmediğimiz için gerçekliğinden şüphe etmediğimiz bir rüya değilmidir? Ben böyle olduğunu düşünmekle kalmıyor, böyle olduğuna inanıyorumda (Tolstoy- İnsan ne ile yaşar)
Bende böyle olduğuna inanıyorum. Gözümüzün görebildiği, kulağımızın duyabildiği, tenimizin hissedebildiği, dilimizin tadabildiği, burnumuzun koklayabildiği kadar küçük değil hayat. Hissettiklerimizin çok daha ötesinde büyük ve karmaşık "hayat" diye isimlendirebileceğim muhteşem bir düzen var. Bu "hayat" tesadüflerle varolmuş olamaz. "Hayat" diye isimlendirdiğim bu karmaşa hakkında anlayabileceklerim şu an için çok sınırlı. Sınırlarımı kaldırmaya başladım, anlayacağım seni "hayat". Bu rüyadan uyandığımda anlamam çok daha kolaylaşacak. "Hayat" rüyasını uyanıncaya kadar görmeye devam edeceğim. Uyandıktan sonra yeni bir rüyada kendimi bulacağım.

Sayat

Buradaki fotoğraflara bayıldım. Kıyafetleri, doğallıkları, evleri, herşey harika... İnşallah bir gün böyle güzel fotoğraflar çekebilirim.
Kazakistan'da milli bir spor olarak kabul edilen Sayat yani kartallarla avlanma yıllardır süren bir gelenek. Özel olarak eğitilen Kartallar, keskin gözleri ve güçlü pençeleriyle avını yakalıyor.

5 Mart 2009 Perşembe

Bas gaza yavrum bas gaza


Bu akşam bir arkadaşım çocukken eşekten düştüğünü anlattı bana. Canı baya yanmışki bir daha eşşeğe binmemiş o olaydan sonra.
Günümüz insanları ile teknolojinin bu kadar gelişmediği zamanlarda ki insanlar arasında kıyaslama yaptım kafamda, bunuda yazıya dökeyim dedim.
Eskiden yolcu sadece kendi canı istediğinde yola devam edemiyordu. Eşşeğin inadı tutarsa yolcu yoluna devam edemezmiş. Bineğinin karnını doyurması, suyunu içirmesi gerekiyormuş. Bineğinin hızını yolcu değil, binek kendisi ayarlıyormuş. Eşşek diyelim ki çok yorgun, inat edip bir adım bile atmaz, böylece yolculuğa eşşek dinlenene kadar ara verilirmiş. Hızlı gitsin diye "deh, deh" diyerek hayvanın hızlı gitmesi için gayret ettirilirmiş, daha vijdansız insanlar ise kamçılayarak eşşeğin canını acıtır, canının yanmasını istemeyen hayvan hızlı koşmaya çabalarmış. Eşşekten düşsek canımız yanar, hayvana bir güzel sopa atar intikamımızı alırdık. Eşşeği beslediğimiz, sevdiğimiz, iyi baktığımız kadar ondan verim alırdık. Al gülüm, ver gülüm hesabı olurdu.
Şimdi nasıl peki? Arabamızın deposunu doldurtuktan sonra gaza bastığın kadar hızlı gidebiliyorsun, ne itiraz var, ne inat var. Fondada İsmail YK "Bas gaza yavrum bas gaza, kim tutar seni baz gaza" çalıyor. Şarkı çaldıkça şoför gaza basıyor. Arabanın dışında efil efil giyinmiş hatunları gören şoför mahallinde ki adam artık kontrolden çıkmıştır. Basıyor gaza... Basıyor gaza... Sonu yok... Bu sınır tanımamazlık bencilliğe neden oldu. Parayı basan alıyor güzel arabayı, dolduruyor depoyu, basıyor gaza. Hiç bir sınır yok... Şoför mahallinde ki adam kaza yapıp arabasından düşüp öldüğü zaman canını acıtıp sopa atacağımız bir canlıda olmuyor karşımızda, kader deyip çekiyoruz sinemize... Parayı bastığın kadar yolculuk yapıyorsun, emek, zahmet pek görülmüyor. Parasını verdiğimiz zaman arabamızı yıkatabiliyoruz, parasını verdiğimiz zaman bakımı yaptırabiliyoruz.
Bas gaza yavrum bas gaza, kim tutar seni bas gaza....

Bitti...


Bakmayan Kusur' la görüşmemi bitirdim. Taraftarı olduğu x partisine destek olacak, ailesine saygıda kusur etmeyecek (özelliklede annesine), zor günlerinde yanında olacak, fiziğini değil ruhunu seveceği bir eş arayan Bakmayan Kusur söyledikleri ile davranışları arasında çelişiyordu. Kendi x partisine destek isterken eşinin partisine asla! destek vermeyeceğini söylüyordu. İnsanın ilk önce kendisine sonra bütün insanlara ayırım yapmadan saygı gösterilmesi gerekiyorken bakmayan kusur ailesine ve özellikle annesine saygı beklediğini dile getiriyordu. Birkaç kişiye özel olarak saygı gösterilmez ki... Gösterilsede samimi olmaz, özel muameleden öteye gitmez.
Sorunlar olduğunda aile büyüklerinin soruna müdahale edebileceğini söylüyordu ben ise "Eşler arasındaki sorunlar yine eşler arasında kalmalı. Büyüklere danışılabilir ama sorunların üstesinden eşler beraber gelmeli, eşler arasına kimsenin girmemesi sağlanmalı, girmeye çalışanada engel olunmalı. Eşler sorunların üstünden beraber geldikçe daha sağlam, daha güçlü ve daha birbirine bağlı bir ilişye sahip olacaklarını" Bakmayan Kusur'a söylediğimde kendisinden bir cevap alamamıştım. Bu suskunluk ise beni haklı görmediğini, kendi aile içi sorunlarına aile büyüklerini karıştırmaya niyetinin olduğunu düşündürdü bana. Nice eşler kendi sorunlarına ailelerini ortak ettiği için dağıldığına çokca şahit oldum. Bakmayan kusur şahit olmadığından böyle düşünüyor olsa gerek.
Dış görünüşe önem vermediğini söyleyen Bakmayan Kusur benim "hoş birisi olduğumu, kendisinin ise kilolu ve çirkin olduğunu" söylüyordu. Dış görünüşe önem vermeyen Bakmayan Kusur msnde gördüğü bit kadar fotoğrafımla benim hakkımda yorum yapabiliyor, kendisinin ise çirkin olduğunu söyleyebiliyordu. Eşim olacak kişi çirkinde olabilir, sevgi her çirkinliği güzelliğe çevirirdi. Çirkin olsa bile bir insanın güzellikten ziyade özgüvene sahip olması dahada önemlidir. Sonuçta insan yaratılırken vücudunu, yüzünü seçme şansı kendisine verilmiyordu.
En son görüşmemizde de soy ismimi sorup beni araştıracağını söylemesi ise ipleri kopardı. Soyismimi söyledim ve beni araştırmasını özellikle istedim, çevremde nasıl biliniyordum merak ettim çünkü. Araştırırken çevresinin geniş olduğundan, beni sorabileceği tanıdıklarının olduğundan bahsetmesi ise içten içe beni öfkelendirdi. Her fırsatta önemli yerlerdeki tanıdıklarından, çevresinden bahsetmesi hoşuma gitmiyordu ve bana itici geliyordu. İnsanın ilk önce kendine güvenmesi gerek, tanıdıklarına değil. Eşim olacak kişiye sorgusuz sualsiz güvenmeliydim ve onunda bana aynı şekilde güvenmesini bekleyebilmeliydim. Beni araştırarak, güven problemi yaşadığı belli oluyordu.
"Kıskanç olduğunu, eşinin kendisine eski ilişkilerini anlatmasını ama eski sevgilileriyle görüşmesine müsade etmeyeceğini" söylemişti. Bakmayan Kusur geçmişte baya fırtınalı bir hayat yaşamış ki eşi olacak kişininde aynı hayatı yaşadığını düşünüyor olsa gerek. Ben ise kıskançlığı kaldırabilecek bir yapıda değildim. Eşimin bir erkekten beni kıskanması demek " kıskandığı erkekle beni aynı yatakta hayal edebilmesi" demekti benim için. Bana bu hakâreti yapmış erkeği zaten sevemem ben. Nerede, nasıl davranması bilen bir erkek-kadının kıskanılmaya ihtiyacı yoktur. Kendi kafasında hayaller kurup, yerli yersiz kıskançlık krizlerine giren bir erkeği eş olarak geçmek en son tercihim olur herhalde.
O kadar detaycıyım ki, Bakmayan Kusur'un bir kaç sözüyle neler neler düşünüp, ne sonuçlar çıkartabiliyorum görüyorsunuz.
En azından bir tecrübe daha edindim. Önceden tanıdık birileri vasıtasıyla tanıştırılıp evlenmenin doğru olduğunu düşünüyordum. Bakmayan kusurla konuşmamızda çok kasıldım, kendimi sorguda gibi hissettim. Eşim olacak kişiyle ilk önce çok iyi bir arkadaş, dost olmayı, kasılmadan rahatça konuşabilmeyi çok isterdim.
Bu hafta alınan gitme kararlarına bir yenisi daha eklendi. Erkek kardeşim de bir ay içerisinde staj için gidecek. Erkek kardeşim geldiği günle kıyaslanamayacak kadar değişti. Onun adına çok seviniyorum.
Kaçtığım yalnızlık karşıma dikildi. Yalnızlıkla ben ikili olacağız ama iyi bir ikilimi, kötü bir ikilimi olacağız bilmiyorum. Şimdilik....

3 Mart 2009 Salı

Hayatımın hatası mı?


Bu hafta kötü bir hafta... Kızkardeşim bu hafta tayin isteyecek, iki aya kalmaz gider buradan. Annem ise "haftasonu İstanbul'a gideyim" diyor. Gitme kararlarının alındığı bir hafta. Giden ben olsam bu kadar üzülmezdim sanırım, geride kalan olmak çok kötü bir şey. Bu geride kalan olma ve yalnız kalacağım psikolojisiyle hayatımın hatasını yapacağım diyede hiç bir karar almak istemiyorum.
Bakmayan kusur'un bütün kusurları gözüme batmaya devam ediyor. Her gün arayıp soruyor, güzel mailler yolluyor. O aradığında telefonu istemeyerek açıyorum, maillerini ise doğru dürüst okumuyorum. Ama içinde bulunduğum yalnız kalma psikolojisinden dolayı içimden gelmeyen şeyleri yapmaya zorunluymuşum gibi hissedip yapıyorum. Telefon ve internetten alamadığım elektriği belki yüzyüze görüşerek alırım umuduyla "bakmayan kusura"; "İnternet veya telefondan gerçek iletişimin kurulamayacağını, buraya gelmeyi ne zaman düşündüğünü?" sordum. O ise bana; "görüşmek için benim oraya gelip gelemeyeceğimi" sordu. Bu cevabı hiç hoşuma gitmedi. Görmek, tanımak isteyen çoktan gelirdi. Üstüne üstlük birde benim gelmemi bekliyor. Sen fedakarlıkta bulun ki, benden fedakarlıkta bulunmamı bekle... Fedâkar olabilme sınırım ise tamamen karşı tarafın elinde... Bana bir adım gelmeyene ben nasıl koşayım? Artık yüz yüzede görüşmek istemiyorum, en kısa zamanda bunu bakmayan kusura söylemeyi düşünüyorum. Nasıl söyleyeceğim onuda bilmiyorum. Duygusal bir insan olduğunu söylemişti, umarım çok üzülmez.
Birde koyu bir x partizanı. "Eşi olacak kişinin kendisini bu konuda desteklemesini istermiş. İlerde siyasete atılıp milletvekili adayı olmayı planlıyormuş." En çok kaçtığım şeylerin başında ise siyaset gelir. Yalan, dolan gibi gelir siyaset bana. Bende "eşi olacak kişinin x partisinin zıddı bir partiden yana olsa, eşine destek verip vermeyeceğini sorduğumda" bakmayan kusurdan; "asla! desteklemem" cevabını aldım. Bu cevap karşısında bozuldum. Ondan sonra konuşmayı çok uzatmadık kapattık telefonu. Bugün arayıp "kırılıp kırılmadığımı" sordu. Ben ise " Kırılmadığımı, insanların farklı düşünebileceğini, benim için önemli olan hususun; farklılıklara saygı gösterilip, gösterilmediğidir" dedim. Ondan sonra alttan almaya çalıştı ama benim açımdan pek bir şey değişmedi. Siyasi olsun, dini olsun bir görüşe, bir düşünceye tutkuyla bağlanılmasını doğru bulmuyorum.
Off annemin, kızkardeşimin beni düşürdüğü durumlara bak...Yalnız yaşamaya alışmışken yine döndüm başa. Yalnızlığa alıştım denmezdi ama öyle böyle yaşıyordum. Evden kaçma fırsatlarının hepsinde evden kaçtım, evde hiç durmamaya çalıştım. Döndüm dolaştım geldim yine eve. Alışmamak için elimden geleni yaptım, mümkün olduğunca uzak durdum. Sürekli laf soktum, taş attım annemlere. Ama vallahi sevdiğimden. Şimdi yine gidiyorlar, kalıyorum sap gibi yaaa... Belli süre zarfında benim yalnız kalmamam gerek... Hayatımın hatasını yapabilirim...

1 Mart 2009 Pazar

Cılız Işık Zerresi


Hüznün eşiğine geldim yine...
Geri dönmeliyim diyorum kendime...
Yok olmaz diyor öteki yarım...
Gir kapıdan içeri, bak karanlığa doğru...
Bir şey göremeyeceksin bir süre...
Sakın yumma gözlerini, aç sonuna kadar...
Alışmaya başladığında seveceksin karanlığı
Görmeye başladın değilmi cılız ışık zerresini?
İlerle, yürü ışığa doğru,
Korkma yanındayım!!
Gözlerinin kamaşması için
Beslemen gerek ışığı...
Haccecan
01.03.2009 23.34

Emanet kız...

Geldim...
Ankara güzeldi.. hoştu... Bol tartışmalı, bol kahkahalı, bol hareketli ve çok yoğundu. İnternetten tanıdığım "karadeniz sever" arkadaşımla tanışma fırsatı bulduğum bir geziydi. Arkadaşlarımın "Karadeniz severi" tanımamalarından dolayı beni sahiplenmeleri hiç hoşuma gitmediğinden beraber gittiğim arkadaşlarımla karadeniz sever için bol bol tartıştım. Ben kendimden sorumluydum ve şimdiye kadar ben şimdiye kadar kendimi korumuştum, düşünmeden hareket etmemiştim. "Karadeniz sever"e güvenmiştim ve güvenmişsem bunu sorgulamazdım. Başkalarınında güvendiğim insanı sorgulamasına tahammül edemezdim. "Karadeniz sever"i tanımadıkları halde onun için söyledikleri her sözü şahsıma yapılan bir hakaret olarak algılıyordum.
Arkadaşlarımın tek derdi ise benim başıma kötü bir şeyin gelmemeseydi. Çok kötü bir zamanda yaşıyorken ben ona tanımadığım halde nasıl güveniyordum? Ya bir yalancıysa, ya insan görünümlü bir canavarsa? Yanlarında götürdükleri bir emanettim ben. Emanetlerinin başına birşey gelirse nasıl hesap verirlerdi? Uzun tartışmalardan ve kırgınlıklardan sonra onlara derdimi anlatabilmiştim. İnternet ortamında sadace kötülükler olmuyordu. İnternet sadace sapıkların dadandığı, müstehcen konuşmaların yapıldığı ortam değildi. Dünyanın hakimi sapıklarda değildi. Bunun böyle olmadığına inanıyordum. Korkmam ve kaçmam gerektiği şeklinde büyütüldüm bir çok bayan gibi. Ama içimde korku yoktu benim. Napayım korkmuyorum, benim yerime yeterince korkan varken korkmamada gerek yoktu zaten...
"Kadına sahip çıkmak, yanındaki kadını emanet gibi görmek" düşüncesi nasılda bilinç altımıza işlemiş. Kadınlar sığınmak ve korunmak ister evet ama kuş değil ki kadın. Kafesin içine hapsedilip korunulmaz ki... Ayağına ip bağlanıp "uç" denilmez ki... Kafesten uçan kuş için erkeğin emanetine bakamamış erkek!! gibi hissetmesi ne kadar acı... Kadının uçmak istemesi kendi verdiği bir karar olduğu halde, erkeğin bu kararı ihanet gibi algılaması algı hatası değildir de nedir? Kadında da beyin var erkektede. Erkek özgür iradesiyle bir karar verebiliyorsa, kadın neden veremesin?
Tartışmaların sonu ise iyi bitti. Karadeniz severi artık hepsi seviyor. Gözlerinde korunulması, sahip çıkılması gereken bir kızcağız değilim artık. Lafları çatır çatır söyleyen, hakkını sonuna kadar arayan, biraz çingene, ele avuca sığmaz bir kızım artık. Hatta benim gibi biri nasıl olurda evde kalıyormuş?(Bunu iltifat olarak söylediler, yanlış anlaşılmasın :D)
İç ses: Bu işin sonunuda evde kalmama bağladılarya helal olsun ne diyim :)))

Bilgisayar Temizleyicisi


Korkmayın temizlik deyince yanlış şeyler gelmesin aklınıza.Gerçekten iyi temizliyor. Mükemmel bir temizlik aracı var ve bunu herkesle paylaşmak istedim. Bilgisayarınızı online temizleniyor. (Merak etmeyin,program indirilmiyor.) Başarılı ve çokta güvenilir. Hoşunuza gidecek.
Biraz beklemeniz gerekiyor...