Görev Beni Çağırıyor... Seni de...

29 Eylül 2010 Çarşamba

Likya Yolu (19 Ekim 2009)

:: www.canimgrubum.org ::

Güzel pansiyonumuzda ki rahat yatağımda kediler gibi gerine gerine  gözlerimi açtım. Yan yatakta da Karadeniz. Allahım herşey ne kadar güzel.
Karadeniz lavaboya elini yüzünü yıkamaya gitmişti. Ben ise yataktaki keyfin tadını çıkarıyordum. Bu yatak bulunmaz bir nimetmiş. Lütfen bizi ayırmayın. Bir sağa dönüyorum, bir sola dönüyorum. Olmadı genleşiyorum, olmadı esniyorum. Karadeniz lavaboyu boşalttıktan sonra  el yüz yıkama sırası bende. Banyonun kapısını kapatmak için sol elimi kapıya uzattığımda?! Oda ne. Boynumdan klik! diye bir ses çıkmış ve ardından inanılmaz bir acı.... Yatak keyfi benim neyime? Biraz rahat ve mutlu oldum ya bunun bedelini ödemeliydim!! İnleye sızlaya yatağıma gidip boynumu tutarak iki büklüm yatağa uzandım. Acı dayanılmazdı. Boynum tutulmuştu. Başımı hiç bir yöne çeviremiyordum. Boynumun sol tarafında şiddetli bir ağrı vardı. Karadeniz bu anlamsız hareketlerime anlam verememiş "ne oldu?" diye soruyordu. Ebenin ki!!! Görmüyormusun boynum tutuldu. Öyle malak gibi dikileceğine birşeyler yap! O can havliyle bile üslübumu bozmayıp en kibar sesimle "boynum tutuldu" dedim.  Benden acıklı, inler tarzda sızlanma sesleri çıkmaya başlamıştı. Offf laya inleye banyayo gidip elimi yüzümü yıkadım. Boynumu hareket ettiremiyordum. Arkama dönüp bakmam gerektiğinde başımı çevirip bakamıyor boynumu çevirmeye çalıştığımda feci ağrı hissettiğimden tüm vücudumla dönüp bakmam gerekiyordu. Acımı hemen birisiyle paylaşmam gerekiyordu. Böyle önemli olay için birileri beni nazlamalıydı. Karadeniz bu konuda umutsuz vaka olduğundan kız kardeşimi telefonla arayıp; "Likya yolu boyunca dağları, tepeleri, uçurumları aştım hiç bir şey olmadı, pansiyonda kapıyı kapatmak için kolumu uzattım. Boynum tutuldu iyimi! Canım çok yanıyor" diye sızlanmaya başladım. Pansiyonda kiminle kaldığımı sorduğumda Karadeniz'le dedim. Herkes gibi oda arkadaşlarla! Likya yolunu yürüdüğümü sanıyordu. Bu cevaptan sonra kızkardeşim şaşırmış, boynumun tutulması gündemini yitirmiş, gündemi Karadeniz almıştı. "Allah cezanı vermesin abla. Bu yaptığına inanmıyorum. Dikkatli ol deyip" telefonu kapatmıştı.  Boynuma şalımı sardıktan sonra aşağı kahvaltıya indik.  Anne pansiyoncu kahvaltıyı hazırlamış, pansiyonun önünde ki müşterilerin masalarına kahvaltı tabaklarını getiriyordu. Aile pansiyonunun diğer üyeleri henüz kalkmamışlardı. Çalışkan olduğu her halinden belli olan  pansiyoncu anne masaları hazırlamak için koşuşturuyordu. Zayıflığını ve çevikliğini bu çalışkanlığına borçlu olmalıydı. Sakatım, tutuğum demedim pansiyoncu anneye masayı hazırlamada yardım ettim. Kahvaltımızı yaparken çayın içine kamplarımızda alıştığımız gibi bal koyduk. Karadenize bakmam gerektiğinde kare masada sol yanımda oturan Karadenize boynumu çeviremediğimden belimden dönerek bakıyordum. Demir çubuk yutmuş felçli hasta gibi hareket ediyordum. Kahvaltıyı yaptıktan sonra masamızı kaldıran Pansiyoncu anneye boynumun tutulduğunu söylediğimde içerden pet su şişesinin çeyreğine kadar doldurduğu el yapımı zeytinyağını getirmiş;  "Erkek arkadaşın! bunu boynuna ovarak sürsün, iyi gelir" demişti.  Bugün yol yürümeyecek, dinlenecektik. Odaya gidip plaja gitmek için hazırlandıktan sonra pansiyonun önünde Karadeniz ve ben ayrı ayrı fotoğraf çekindik. Pansiyoncu anne bize plajı tarif etmiş, o yöne doğru yürümüştük. Halk plajında iki şezlong bulup ona oturmuşken Karadeniz pansiyona Kuran'ım dediği kitabı almaya gitmişti. O gelene kadar mayomun üstüne giydiğim elbiseyi çıkarmış, belime bir şal örtüp gözüme batan psikolojik olarak rahatsız olduğum açık yerlerimi kapatmıştım. Böylesi daha iyiydi! Ne kadar kapalı isem o kadar rahattım. Karadeniz gidip geldikten sonra şezlonglara uzanmıştık. Hava kapalıydı. Yağdı yağacak! bir hava vardı. Hareket ettiremediğim, zavallı boynumun altına havlumu katlayıp koymuştum. Güneş gözlüklerimide takmıştım. Plajın yerlisi gibi görünmesemde yabancısı gibide görünmüyordum.
Biraz ötede Türk olduğu her hallerinden belli olan bir çifti izliyordum. Bayan Türk kıyafetleriyle, bay Türk şortuyla denize girmişti. Bayanın tam olarak denize girdiğide söylenemezdi. Deniz kenarından çok uzaklaşmadan suyun içinde oturmuş, eliyle su ile oynuyordu. Karadenize Bayan Türk'ü gösterdiğimde bu ortama uygun olmayan bu durumla ilgili olumsuz konuşmuştu. Kadını ve kafasındakileri tahmin edebildiğimden kadını yadırgamak aklıma gelmedi. Ama Karadeniz"ide haksız görememiştim. Bu plajdakilerin bir çoğu yabancıydı. Kadınlı erkekli, çoculuklu çocuklu herkes mayo giymişti. Mayo giydikleri içinde çekindikleri veya utandıkları gibi hiç bir ifade veya davranış kendilerinde yoktu. Ben her ne kadar normal karşılasamda o ortamda bayanın kıyafetleriyle denize girmesi bir çoklarına göre tuhaf kaçıyordu. Bence asıl olması gereken herkes kendinden sorumlu olduğuna göre isteyen istediği gibi denize girebilmeliydi. Çiftimiz bir zaman sonra el ele önümüzden geçip gittiler.
Belediye görevlisi makbuz karşılığı şezlongların parasını almış, ücreti Karadeniz vermişti.
Bir zaman sonra yanımızda ki şezlonglara yabancı bir aile gelmişti. Plaja geldiklerinde mayosunun üzerine giydikleri kıyafetleri çıkartmışlar sere serpe şezlonglara uzanmışlardı. Onlar soyunurken ben başımı başka bir yana çevirmiştim. Töbe töbe... Karı - koca öndeki iki şezlonga arkalarında ki iki şezlonga iki oğulları uzanmıştı. Anne, baba ve çocuklar arasında ki otorite ve resmiyeti onları görür görmez hissediyordunuz. 16- 18 yaşlarında tahmin ettiğim iki genç aralarında şakalaşıyorlar, gülüyorlar ama asla aşırılığa  kaçan ve çevreyi rahatsız  eden hareketlerde bulunmuyorlardı. Hepsinin elinde bir kitap, soluksuz okuyorlardı. Orta yaşın üstünde ki kadının üzerinde çiçekli bir mayosu var. Adam kadına göre daha genç ve yakışıklı görünüyordu. Bu adamla ikisi nasıl tanışıp evlendiler acaba!! Oğullarına bu terbiyeyi nasıl vermişlerdi? Bizde ki çocuklar azman gibi birşeydi. Otorite, dur durak bilmezlerdi. Çocuklar arada denizde yüzüp geri dönüyorlardı. Akşama kadar yan yana oturduğumuzdan aşina olduğum bu ailenin her hareketleri benim bakış ablukam altındaydı. 
Karadeniz yandaki turistlerin ellerindeki kitaplara bakıp "Roman okuyorlarmış!! Bende doğru dürüst bir kitap okuduklarını sanmıştım!" dedi küçümseyerek. Kitabın doğrusu yanlışı mı olurdu ki? Okuyorlar ya işte! Ben kazık yutmuş gibi yatmaya olan biteni gözlerimle takip etmeye devam ediyordum. Pet su şisesinde ki zeytinyağını Karadeniz"e vererek, boynuma ovalayarak sürmesini istedim. Çekindiğini hissetsemde iki arkadaş arasında yardım amaçlı bu ovalamadan daha doğal ne olabilirdi ki?! Hay ellerine sağlık Karadeniz. Tam işte orası... Ay ay! İşte orası... Ellerin dert görmesin.. Hakkaten iyi bir masajör olurdu Karadeniz'den. Yağlı güreşçiler gibi yağlandıktan sonra tekrar kazık yutmuş modunda şezlonga uzandım.
Bu tutulmuş boyunla denize girmek mümkün değildi. Üstelik hava bulutlu ve soğuktu. Suda soğuk olmalıydı, tutulmuş boynumun gevşemesi ve rahatlaması için sıcak suya ihtiyaç vardı. Bugün de denize girme hayalim kursağımda kalmıştı. Bir kaç damla yağmur yağmaya başlamıştı. Eyvah!! En azından deniz kenarında yatıp uzandığım keyfim sona ermeseydi, yağmur yağarsa herşey sona erip pansiyona dönmek zorunda kalabilirdik. "Allah'ım lütfen yağmur yağmasın lütfen!" diye sesli olarak dua etmeye başladım. Karadeniz alaycı bir ses tonuyla bu yağmuru Allah' mı yağdırıyor? diye sordu. Hiç şüphe etmeden "tabi ki" dedim. Yanlış cevap vermişim gibi tepki göstermişti. "Peki kim yağdırıyor?"  diye sormuştum. Tabiat kurallarından bahsetmeye başlamıştı. "Yağmurun oluşmasında 2 işlem gerçekleşiyor. Yoğunlaşma ve buharlaşma. Güneş ışığının etkisi ile her gün yüz binlerce metreküp su buharlaşarak atmosfere doğru yükseliyor. Ve yükseldikçe soğumaya başlıyor. Öyle biran geliyor ki su buharı işinin çok düşük olduğu bir bölgeye geliyor. Soğuk hava katmanına rastlayan buhar tanecikleri havadaki toz parçacıklarına tutunarak su damlaları haline dönüşüyor. Bunlar birleşerek bulutları oluşturuyor. Bu su damlacıklarının yeryüzüne düşmesi yani yağmur oluşturması için belirli bir büyüklüğe gelmesi gerekiyor. Bu da yüz binlerce su damlacığının birleşmesi anlamına geliyor. Yeterli büyüklüğe ulaşınca yerçekiminin etkisiyle yere düşmeye başlıyor. Bütün bu anlattığımız işlemler ise ortalama 8 gün sürüyor."
O kadar kesin, net ve tereddütsüz bilgileri saydığında cevap verememiştim. Bu bilgileri ilkokul ve ortaokulda bende öğrenmiştim ancak onun gibi bildiklerimi ardı ardına sayamazdım. Böyle bir yeteneğim yok benim. Tamam yağmur bu şekilde belirli kurallara dayanarak oluşuyor ancak bu kuralları kim belirlemiş? Su, neden hidrojen ve oksijen elementlerinden oluşuyor, neden başka elementler değil? Suyun buharlaşması için gereken sıcaklığı sağlayan Güneş ve onun sistemi ve uzayda ki sonsuz sistemler nasıl ve neden oluşmuştu? Aynı coğrafi ve iklim özelliklerine sahip bir bölgede bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyorken, bir kaç metre ilerisinde gram yağmur yağmıyor. Neden? Bunun bilimsel bir açıklaması ve kuralı olsada bu kuralı kim koymuş? Neden böyle? Kim böyle olmasını istemiş? Neden insanoğlu 9 ay 10 gün, filler 20 ay sonra doğum yapıyor? Neden 9 ay 10 günde doğması gereken bebek geç doğduğunda plesanta zayıflıyor ve bebek kakasını yutup ölebiliyor? Geç doğumun nedeni tam olarak bilinmiyor. Bir günde doğum yapan yüzlerce kadının % 3-4 ü geç doğum yapıyor. Kim ve neden  bu kadınları seçiyor? Geçen sene evlenen ve çok sevdiğim bir arkadaşımın sakat  bir bebeği olacak ve doğumundan 1 yıl sonra bebeğin ölmesine kesin gözüyle bakılıyor. Neden milyarca kadının değilde dünya tatlısı arkadaşımın başına bu durum geldi? Bundan 5 yıl önce evlilik deyince köşe bucak kaçan ben, şimdi koca diye ağlar oldum. Neden 5 yıl önce değil de şimdi?  Neden yüzlerce erkek dururken Karadenizin peşinden koyun gibi gidiyordum? Neden bütün erkekler itici geliyorken onun bütün odunluğuna ve kazıklığına rağmen bana çekici geliyordu? Neden? Neden? Neden? Bu ve bunun gibi yüzlerce cevapsız soru. Bilim "nasıl?"  sorusunun cevabını verebiliyordu ancak "neden?" sorusu karşısında cevapsız kalıyordu. Neden sorusuna cevap verebilecek belki ilerleyen yıllarda ancak bunu göremeyeceğim kesin. "Neden?" sorusunun cevabını ise din veriyordu. Teknoloji geliştikçe cevapsız soruların azalması gerekirken, gittikçe karmaşıklaşan ve terimlerle açıklamaya çalıştığımız tuhaflıklar zinciri ortaya çıkmıyor mu? Bu nasıl dünya? Ben kimim? Yeter bu kadar cevapsız soru. Plaja geri dönüyoruz. Bu arada dualarım kabul olmuş o gün hiç yağmur yağmamıştı. Öğleden sonra güneş bile açmıştı.
 Karadeniz arada denizde yüzüp geri geliyordu. Gözümde gözlük olduğu için  nereye baktığım anlaşılmıyordu. Yüzüm güneşten yanmasın diye başımın bir çoğunuda kapatmıştım. Kamuflaj elbisesi giymiş gizli ajanlar gibiydim vayahut kendini gizli ajan  sanan kafasını toprağa gömmüş bir devekuşu olmalıydım. Karadeniz denizde yüzerken onu takip ediyordum. Bunu yaparken suçluluk ve utanma duygularını da hissediyordum ancak nasılsa onu takip ettiğimi görmüyordu. Yüzüp geri döndüğünde ıslak kedi yavrusu gibi görünüyordu. Ayağında ki parmak arası terliklerini eline alıp yüzmenin, denizde kulaç atmanın daha kolay olduğunu söylüyordu. Söylediklerine karşılık yattığım yerden kikir kikir güldüm. İlgisiz ve umursamazmış gibi davranıyordum.
Karadenizden bir kere daha boynuma masaj yapmasını istedim. Günün keyfini çıkartıp, yüzüp gelen oydu. Bense kazık gibi yatmaktan başka bir şey yapamıyordum. Bari masaj yaptırayımda iki taraf için güzel bir gün olsun. Karadeniz bu sefer masaj yaparken ağrıyan bölgenin üzerine üzerine bastırarak masaj yapıyor, canımı acıtıyordu.  Benden tepki gelmedikçe bastırmaya ve canımı yakmaya devam ediyordu. Masaj yapmayı bırakmasını istemediğimden  canımın yandığını ufak ufak offlayarak belli ediyordum ancak bunları dikkate almadığından daha fazla tepki vermek zorunda kaldım. Ondan sonrada masaj yapmayı bıraktı zaten. Kendisinden masaj yapmamı istememem için mi böyle yapmıştı yoksa? Pet şişenin dibinde kalan zeytinyağını elime, yüzüme ve saçlarıma sürmüştüm. Hakiki el yapımı zeytinyağı şifa kaynağıydı! Saçlarım ahenkle dans edecek, bir güzellik abidesine dönüşecektim! Yağlı güreşçilere benzemiş, saçlarım vıcık vıcık yağ olmuştu.
Plaja köpeğiyle hava atmaya gelen bir genç geldi. Denize içi yarım deniz suyuyla dolu pet şişeyi atıyor, köpeği denize koşarak gidip yüzerek alıp o şişeyi getiriyordu. Onları izlemek keyifliydi. Bir zaman sonra başka köpeklerde gelmişti plaja. Duyan geldi plajı!
5-6 saattir robot gibi yatmıştım. Boynumun ağrısı dışında şikayet edebileceğim hiç bir şey yoktu. Herşey iyiydi hastı ancak artık gitmeliydik. Pansiyona doğru yürümeye başladık. Çarşıda yol ayrımına geldiğimiz de "söyle bakalım hangi yoldan gideceğiz?" diye sordu Karadeniz. Boynum yüzünden görüş mesafem sadece gözümün önü olduğundan yürüdüğümüz yolları çok inceleyememiştim. Boynumu döndüremediğimden etrafıma bakmak için çevremde 360 derece dönüp gideceğimiz yolun hangisi olduğunu anlamaya çalışıyordum. Bu halim çok sevimli, şirin ve zavallı gelmiş olmalıydı Karadenize. "Bilmiyorum" dediğimde beni iki kolunun arasına alarak gülmüştü.  Bu sarılmada neydi şimdi? Nerden çıktı? Sarılmanın altında başka anlamlar aramalımıydım? Yok yahu biz arkadaşız. Arkadaşlar arasında böyle şeyler olması gayet normaldi! Çok fesatsın Haccecan. Sende fesatsın okuyucu! Gideceğimiz yolu gösterdikten sonra o yoldan yürümeye başlamıştık.
Pansiyona girdiğimizde hemencecik duşa girdim. Zeytinyağını beleş bulupta kafama sürdüğüm için pişman olmuştum. Defalarca şampuanlamama rağmen saçlarım yağdan arınmamıştı. Pansiyoncu anneden bulaşık detarjanı mı istesem acaba? Belki saçlarımda ki yağ çözülürdü. Saçlarımı yıkamama rağmen ahenk saçlarımla dans etmeye gelmeyecekti. Varsın bu seferde gelmesin. Napıyım yani? Öleyim mi?
Ben duştayken Karadeniz de balkonda bekliyordu. Ben duştan çıktıktan sonra o duşa girmiş ben onu balkonda bekliyordum. Hazırlanıp dışarı çıktık. Bankamatiğe gidip hesabımdan para çekmem gerektiğinden sora sora benim bankaya doğru gittik. Çantamı tutması için Karadenize verdim, maaşım hesabıma yatmıştı. Hesabımda ki parayı gören Karadeniz "oooo baya zenginsin" dediğinde "İstersen sana faizli borç para verebilirim" diye takıldığım Karadeniz "şimdi ben istesem hesabıma 5 milyar bile yatırırlar" cevabını verdi. "Senin parana kalmadım ben senden daha iyi durumdayım"  demişti kibarlaştırarak...
Para çektikten sonra onun bankasına doğru yürüdük. Hesabına bakıyordu oda. Kredi kartı borcu beklediğinden fazla geldiğinden nerede harcamış olabileceğini düşünüyordu. Ödemeyi bankamatikten yapacakken vazgeçmişti. Sonra dün yemek yediğimiz Ali baba'ya gittik. Bu sefer başka yerde yemek yiyelim diye düşünsekte "yemek fiyatlarını dükkanın önünde bir yazı tahtasında yazan ve bildiğimiz Türk yemekleri yapan Ali Baba'da yemeyi tercih etmiştik tekrar. Diğer lokantalar fiyatlarını açıkça belirtmemişlerdi. Süpriz bir kazık yemek istemiyorduk. Daha doğrusu bu kararı Karadeniz vermiş ben kararına ortak olmuştum.
Yemek siparişi vermiştik. Karşımda ukala, kibirli ve kasıntı Karadeniz vardı. Gözlerini sürekli benden kaçırıyordu. Bazen sağa, bazen sola bakıyordu. O kadar dikkatli bakıyordu ki bazen bende "neye bakıyor ki?" diyerek baktığı yöne doğru bakıyordum. Hiç bir şey yoktu! Ben yemeği çok yavaş yediğimden çoktan yemeğini yiyen Karadeniz beni bekliyordu. Aman Allahım oda ne? Dişinin arasına kaçmış yemek artığını eliyle çıkarmaya uğraşıyor!!! Iyyyy Şu an abest gelsede o an hiç yadırgamamıştım. Yaptığı hoş görülmediği için masada bulunan kürdanlardan bir tanesini Karadenize uzattım. Mesajı anlamıştı. Dişini karıştırışı görgü kurallarını çok takmadığı ve kimsenin umrunda olmadığı mesajlarını veriyor gibiydi.
Yemekten sonra pansiyona doğru yürümeye başlamıştık. Bugün gün boyu yattığımdan canım yürümek istiyordu. Yolları uzata uzata, dükkanlara bakarak gidiyorduk. Karadeniz bir an önce pansiyona gitmek istediğini belli ediyordu ancak sırtımda o ağır çantası yokken dükkan dükkan gezmek istiyordum ben. Gittiğim her tatilden o yöreyi hatırlatacak ufak ufak buzdolabı süsü almak gibi bir adetim vardı. Gözlerimle bu süsleri arayarak geziyordum. Süsleri elime alıp, fiyatını sorup tekrar bırakıyordum. Daha iyi ve daha ucuzunu gezerek bulabilirdim! Karadeniz gittikçe huysuzlanmaya başladı. Ben gezmek istediğimi hissettirdiğimde dayanamayıp patladı artık! "Ayağımda ki parmak arası terlik canımı acıttı"   Bu sözünden sonra gezme isteğimden vazgeçmiştim ama Karadeniz durmak bilmiyordu. "Sen istedin diye bankaya kadar yürüyüp geldik...Sana pansiyona dönelim diyorum... Bla bla bla... " Aman Allahım ne kadar içinde biriktirmiş. Benim bankaya diye gittiysek de sende kendi hesabına baktın. Hem çektiğim parayla sana borcumu ödeyecektim! Bana iyilik için sakat ayağıyla yürüdüğünü yüzüme şapar gibi vura vura söylediği için minnet yerine öfke duymuştum.  Lafını uzattığı ve beni azarlar gibi konuştuğu için dayanamamış "yeter artık sus!" dediğimde Karadeniz beni tekrar iki kolunun arasına almıştı. Bu da neydi şimdi? Bugün ikinci kez sarılıyordu bana. Ne oluyor Karadeniz? Seviyor musun, dövüyor musun?
Pansiyonun zemin katında ki koltuklara oturduk. Pansiyon baba, pansiyon kız ve pansiyon annede oradaydı. Pansiyon oğul ortalarda görünmüyordu. Karadeniz gazete okumaya başlamıştı. Pansiyon baba konuşmalarında son derece sertti, ailede otoritenin hakim olduğunu otoriteninde kendi elinde olduğunu hissettiriyordu. Uzun yıllar sigara içtiği ses tonundan belli oluyordu. Ciğerlerinde sigaradan dolayı yılların biriktirmiş olduğu balgamı söküp atmak istercesine öksürüyordu.  Otoritesi bana sökmeyeceğinden sigaranın zararlarından bahsettim biraz. "Çabucak ölürümde bunlar da bayram eder!" diyordu Pansiyoncu baba. Bu sözü karşısında kimse cevap vermemişti. Ailenin diğer bireyleriyle doğru ve güzel iletişim kuramayan pansiyoncu baba çevresine korku salarak, ulaşılamaz, güçlü, sert olduğu mesajlarını veriyordu. Tipik bir Türk erkeğiydi işte. Biraz önce Karadenizde ahanda bu adam gibiydi.  Şu anda ise o asabi halinden eser yoktu, melek gibi oturuyordu. Ailecek işlettip, para kazandıkları halde çocukların sigortalarını yatırmayan pansiyoncu baba, pansiyonun bakımından ve giderlerinden bahsediyordu. Pansiyoncu oğul bu çalışma hayatından memnun olmasa gerek gece geç saatlere kadar dışarda arkadaşlarıyla vakit geçiriyor, eve alkollü olarak dönüyordu. Bütün bu aile içi entrikalar arasında olan Pansiyoncu anneye oluyordu. Bu otoriter baba ile otoriteyi takmayan evlat arasında kalan pansiyoncu anneye Allah sabır versin. Ailede en ılımlı, güler yüzlü, iletişim kurabileceğim kişi Pansiyoncu kız gibi görünüyordu. Mutfakta demlediği çaydan Karadenizle banada birer bardak getirmişti.
Karadenizle benim ikimizin başındada beyaz şapka vardı. Bir gezi sırasında güneşten korunmak için alel acele aldığım ucuz, adi şapkam hala duruyor.  Karadeniz ise şapkasını Kabak Koyunu tırmanırken oturduğumuz bir ağaç kütüğünün arkasında bulmuştu. Kütüğün üstüne oturan başka bir yolcunun başından düşmüş olmalıydı. Karadenizin başında ki şapkayı yürüşün sonunda ben almıştım. Kaliteli ve sağlam olan bu şapkayı hala kullanıyorum. Başımda emanet gibi duran şapkamın üzerinde ki metal Micheal Jordan figürünü çıkartıp şapkayı atmayı düşünüyorduk. Karadeniz öyle istemişti. Micheal Jordan figürünü çıkaramadığından bu isteği gerçekleşmemişti.
Odamıza çıktığımızda yıkanmış, paklanmış çamaşırlarımızı katlayıp çantalarımıza yerleştirmeye başlamıştık. Bir fırsatını bulup Karadenize olan çadır, uyku tulumu, mat, yol parası olan 200 TL borcumu yatağının üzerine koymuştum. Parayı farkettiğinde eline almış, nereden çıktı bu der gibi paraya bakıyordu. Borcum olan parayı kabul etmez düşüncesiyle ve parayı alan - veren arasında ki diyaloglarda yaşanacak mahcubiyetin önüne geçmek için bırakmıştım parayı oraya. "Sana borcum olan para o" dediğimde söylediklerimi tekrar ederek almıştı parayı. Başka seçenek bırakmamıştım ona.
Malzemelerimizi yerleştirdikten ve çantalarımızı hazırlayıp kenara koyduktan sonra yatıp, uyumuştuk. Gece bir ara wc'ye kalktığımda "nereye gidiyorsun?" diye sormuştu Karadeniz. Gezmeye gidiyorum nereye olacak? Lavaboya gideceğimi söylemiştim. Tavşan uykusu gibi hafif uyuyordu. Bir gece daha böylelikle sona ermişti.

28 Eylül 2010 Salı

Kırmızı Gül Sepetli Bomba


Bağlı olduğumuz üst kurum tarafından benim çalıştığım kurum arandığında bir kişiyi aramamışlarsa ve sordukları konu hakkında kimsenin bilgisi yoksa telefon bana bağlanır. Sorunlu ve angarya işler müdüresi Haccecan nasılsa bilirdi! Haccecan bir konuda soru soruyorlar, bir sen görüş hele ne diyorlar?
Haccecan: Alo buyrun?
Bay X : Ben x kurumundan arıyorum. (Üst kurumdan aradığını söyleyerek sindirme ve korkutma üslûbu takınırlar genelde.) Kiminle görüşüyorum?
Haccecan: Ben Haccecan buyrun?
Bay X : Sizin kurumun araç plaka numaralarını ve araç yakıt türünü soracaktım?
Haccecan: Bir saniye. Bilgisayardan bakıp söyleyeyim... Yazıyormusunuz?
Bay X : Evet
Haccecan: 99 TL 555 ve 99 PL 555
Bay X : Bir dakka Haccecan Hanım. Yavaş söyle. 99 Deee Leee ?!!
Haccecan : 99 DL değil TL..
Bay X : 99 Deeee Leeee
Haccecan: Hayır 99 Tokat Lüleburgaz
Biz böyle DL'ydi, TL'ydi, uğraşırken nihayet harfleri kodlayarak doğru plaka numaralarını anlatabildiğimi sanıyordum. (Ta ki sonraki telefon görüşmemizde TL yerine tekrar DL diyene kadar...)
Bay X: Araçların yakıt türü nedir peki?
Haccecan : Sanırım euro dizel. Ama bundan emin değilim. Bu konuyu şoför arkadaşlara sorarsanız daha doğru olur.
Bay X: Hayır ben kimseye soramam, buraya kırsal dizel olarak yazıyorum. Bu sorulara Haccecan hanımdan yanıt aldığımı da buraya not alıyorum. Bir sorun olduğunda sorumlu sizsiniz!!! Sabahtan beri sizin kurumla uğraşıyorum, bütün diğer kurumları hallettim bir tek sizden bilgileri alamadım. Ben kimseyi arayamam! (Sabahtan beri mi? Beni daha yeni aradın be adam? Konu hakkında yeni bilgim oldu. Üstelik ben seni değil sen beni uğraştırıp sıkıntıya sokuyorsun! Emin olmadan söylediğim euro dizeli bile yanlış anlayıp kırsal dizel olarak geçirdin kayıtlara)
Haccecan: Geçen ay yakıtlarla ilgili bir sorun olmuştu. Şoför arkadaşların yaptığı hata yüzünden bir sürü yazışma yapmak zorunda kaldık. Şoför arkadaşlardan daha doğru bilgiyi öğrenebiliriz.
Bay X: Yakıt faturaları size gelmiyor mu? Araçların yakıt türünü bilmiyorsunuz siz? (Yargılayıcı, aşağılayıcı, yaptığım işin farkında olmadığımı imâ eden kaba bir iletişim dili!! Hiç haz etmem. Böyle konuşana da tersine cevap veririm)
Haccecan: Faturalar bir zarf içinde geliyor, o zarfla işim olmadığından onu açmadan üst kuruma gönderdiğim için yakıt türü hakkında bilgim yok. Ben şoför arkadaşlardan doğru bilgileri öğrenip size ulaşayım.
Bay X: Tamam deyip telefonu kapattı. Bütün sinirlerim havaya zıplamıştı. Ancak bu muameyle ilk defa karşılaşmadığım için artık tür olayları daha çabuk sindirip üstesinden gelebiliyordum. Şoför arkadaşı aradım. Benden istedikleri bilgileri sabah arayıp sorduklarını, bilgileri söylemek için onları defalarca aradıklarını ancak ulaşamadıklarını söyledi. Sizin yüzünüzden ben fırça yiyorum diyerek yaşadığım stresin acısını ondan çıkartarak tekrar üst kurumu aradım. Şoförlerin ulaşamadığı numaraya ilk seferde ulaşıyorum!
Haccecan: 99 TL 555  ve 99 PL 555 plakalı araçların ikisininde yakıt türü euro dizel.
Bay X: 99 DL 555 araç kırsal dizel.
Haccecan: DL değil TL, kırsal değil euro dizel.
.....
 Nihayet doğruyu anlattığımı düşündüğümde "Teşekkürler Haccecan hanım" dediğinde hiç bir şey demeden telefonu kapattım. Bu anlamsız, kaba diyaloğun bir an önce sonlanmasını istedim. Be adam telefonda fırçalar gibi kendine has kaba şivesiyle  konuş, suçum yokken suçlu ve sorumlu ilan et beni sonrada "teşekkür et". Yok sana "rica" ederim". Adamla oydu buydu derken baya cebelleştikten sonra doğru bilgileri iletebildiğimi düşünüyorum. O bu değilde, o söylediklerimi tekrar yanlış algılayıp yanlış kayıtlara geçirdiyse sorumlu yine Haccecan olacak!!!
Bu ve bunun gibi o kadar çok diyalog yaşanıyor ki insanlarla aramda. Hep kendimi haklı görmek gibi bir yanım olduğunu kabul etsemde bu diyalogda da ben haklı değil miyim Allahaşkına? Tarafsız anlattım herşeyi... İletişimden yoksun, konuşmasını bilmeyen, söylenilenleri anlayamayan ve derdini anlatamayan insanları telefonla görüşmek gibi bir işi olmasın. Bu tip insanların başarılı olduğu başka bir alan mutlaka vardır. Telefondan uzak olsunlarda naparlarsa yapsınlar. İnsanlarla iletişim gerektirmeyen bir iş yapsınlar. 
....
Aynı mesleği yaptığım iki arkadaşımla ne zamandır planladığımız şeyi nihayet gerçekleştirdik. Bağlı olduğumuz kurumdan genelde fırçalanmak ve arayanlar egosunu tatmin etmek için aradığından o kurumda iletişim kurabildiğimiz insanlara melek gözüyle bakıyoruz. Şikayetçi olduğum konulardan aynı işi yaptığımız arkadaşlarımdan da muzdarip olduğundan birbirimize dert yanıp duruyorduk. Aynı adam yüzünden ben 2 sene önce zırıl zırıl ağlamıştım, arkadaşım ise geçen sene ağladı. O kadar ki telefonda kaba, kalp kırıcı ve iletişimden yoksun birisi... Melek diye isimlendirdiğimiz bir kadın ise lep demeden leplebiyi anlıyor, soru ve sorunlarımız hakkında açıklayıcı, net, kesin ve doğru bilgiler verdiği için bu kadını çok seviyoruz. Yukardaki anlamsız telefon sohbeti yaşandıktan iki gün sonra 5 kişi çiçek alıp birlikte melek kadının odasına gittik. Bir odada 7-8 kişi çalıştığından bütün gözler bize ve elimizde ki çiçeğe çevrildi. Melek kadının masasının başına gidip, Melek hanım biz size teşekkür etmeye ve sizin bize iyi davranışlarınızdan dolayı sizi onore etmeye geldik deyip çiçeği masasının üzerine koyduk. Kurumuzda ki herkesle sizinle konuşabildiğimiz gibi rahat iletişim kuramıyoruz. Fırçalanmaya varan muamelerle karşılaştığımız oluyor. Her konuda bize yardımcı olduğunuz için çok teşekkür ederiz dedik. Melek kadın kızarmış, mahçup ve mutlu olmuştu. Sizin bize işiniz düşüyorsa bizimde size işimiz düşüyor. İnsan her şeyi bilemez. Bilmediklerim için bende sizi arıyorum. Herkes hata yapar, hataları bazen  hoşgörmek gerek dedi. Biraz oturduktan sonra ve karşıklıklı iyi dilekler ve teşekkürlerden sonra odadan çıktık.
Odaya elimizdeki çiçekle girdiğimi gören koridorda ki kurumun diğer çalışanları arkadaşımızı soru yağmuruna tutmuştu. Bu çiçek kime idi? Neden getirmiştik? Arkadaşım cevap verdikten sonra "madem kötü davrananlar var onları şikayet etsinler ya!" demişlerdi. Bizim amacımız kötü davrananları cezalandırmak değil, bu çiçek olayından sonra kötü davranan insanların bir iç muhasebe yapmasını sağlayıp kendisinde ki eksikliklerin farkına varıp düzeltmesini sağlamaktı. İnsansa bunu yapardı, insan değilse şikayet etmektende çekinmem!!! Onun da yeri ve zamanı var... Akıttığı gözyaşları unutmuş değilim!!!
Bu olay üstüne arkadaşlarla espriler yapıp kahkalarla yol boyunca güldük. Artık herkes bizden çiçek alabilmek için kibarlık ve nezaket yarışına girecek, herkes bizimle telefonda konuşmak için can atacaktı!!! Puahhhhh puahhhhh Artık bu kurumdan bizden çiçek almak için diksiyon kursuna katılanlar bile olurdu!!! Puahhh Puahhhh Meleği mutlu ettiğimiz kadar bizde çok mutlu olmuştuk. Bu işte herkes mutlu olmuştu. Ne gözelllll.... Kurumun içine sepetli kırmızı gül görünümlü saatli bir bomba bırakmıştık. Bu bomba ki kimseyi öldürmeyecek ama etkisi kuvvetli olacaktı. Etkisini görebilmek için ne zaman patlayacağı belli olmayan bir gül sepeti.  Herkesi düşünmeye sevk edecekti!!  Niyetimiz iyi olduğundan sonucun da iyi olacağına çok eminim....
Doğru-yapıcı iletişim için kullanılması uygun teknikler nelerdir?
Cevabı burada.

23 Eylül 2010 Perşembe

Likya Yolu (18 Ekim 2009)


Bugün fotoğraf seksi olsun istedim. Nasıl ama? :)


Yeni bir sabaha daha gözlerimi açmıştım. Uyurken saatler geçmiş olmasına rağmen sadece bir an gözümü kapatıp ve açmış gibi hissediyordum. Uykuda geçen saatler ne çabuk gelip geçiyor, geçen zaman nereye gidiyordu?  Saatlerce uyumama rağmen vücudum tam olarak dinlenemiyor, ağrı ve sızılarım uyumadan önce bıraktığım gibi vücudumun her yanını sızlatıyordu. Karadeniz çoktan kalkıp ateşi yakmış olmalıydı. Onu çok bekletmemeliyim. Çadırımdan çıktığımda ortada ne ateş ne de Karadeniz görünüyordu. Karadeniz kalkmamıştı bile! Neyse yatıp dinlensin. Bu arada bende fotoğraf makinamı alıp çadırlarımızı ve çadırların yanındaki  ağaçların fotoğrafını çektim. Bu arada çadırların biraz ilerisindeki traktör yolunda bir traktör geçmişti. Bir kadın ve bir erkek bana ve çadırlarımıza bakarak gittiler. Çadırların etrafında bir kaç tur attım, sönmüş kamp ateşinin başında oturdum. Karadenizin kalkmaya niyeti yoktu anlaşılan. Bende en iyisi çadırıma gideyim. Uykumu almıştım, uyuyamıyordum. Kalkıp kendime bakım yapayım bari. Dağlar kızı Reyhan gibi olsamda bir mağara adamı değildim ya! Yüz yıkamaya su olmadığından ıslak mendille yüzümü, elimi siliyorum. Şöyle güzel bir duş alıp temizlenmeyeli 5 gün oldu. En fazla 2 günde bir duş alan ben için bu süre ne kadarda uzundu! Sıcak bir su ile duş almak için neler vermezdim.  Aşağılarda durum nasıl diye kontrol etmek için başımı koltuk altımın tarafına doğru hafifçe çevirdim.   Iyyy... İğrenç kokuyorum. Umarım Karadenizede bu pis koku gitmiyordur. En iyisi ondan uzak durayım. Islak mendille duş almaya çalışıyorum ama nafile! Saçlarıma bir paket margarin sürmüş gibi yapış yapış... O kıvırcık, dalgalı, temiz saçlar gitmiş, sönük, cılız, kirli saçlar gelmişti. Ahenk gelse bırak saçlarımla dans etmeyi, kendine kaçacak delik arardı. Hele kaşlarım, balta girmemiş ormana dönmüş, Akdenizin sıcak iklimi vücudumdaki kılların kontrolsüzce ve zamansızca büyümesine neden olmuştu. Kendimi temizlemekle ve insan görünümüme tekrar kavuşmak için baya bir uğraştım. Çadırda ne kadar süre geçti bilmiyorum. Ne yapsam duş almışım gibi temizlenemeyeceğim için inceldiği yerden kopsun dedim ve kendimle uğraşmayı bıraktım. Sıkılmıştım!  Çadırımdan çıktım. Biraz daha oyalandım. Hava kapalı ve bulutluydu. Hafiften rüzgar esiyordu.  Dün odunları toplamakla uğraşırken bir diken el parmağıma batmış, derimin altına saplanıp kalmıştı. İnceden inceden bir acı veriyordu. Artık Karadeniz kalkıp çadırından çıksın diye gürültü yapmaya başlamıştım.Yerlere sert sert basıyor, arada öksüyordüm. Nihayet çadırının fermuarını açıp o gül cemalini göstermişti. Günaydınlaştıktan sonra "elime diken batmış çıkartamıyorum" dedim.
Bir şehirde tek başına bir evde yaşayan, bir odada bir işyerinin bütün işlerinin tek başına üstesinden gelebilen birisiydim ben. Tek başına hastalanır, tek başına iyileşir, tek başına yalnızlık krizine girip tek başına girdiğim krizlerden çıkardım. Depresyona yalnızlık nedeniyle girip, depresyondan tek başına çıkabilecek kadar güçlüydüm ben. Kadın olmamdan dolayı daha fazla engellendiğim, daha fazla küçük görülüp yok sayıldığım her işin üstesinden tek başına geliyordum. Bütün engelleri aşmanın beni daha fazla güçlendirebileceğini bilecek kadar zeki ve güçlüydüm ben. Normal hayatta elime bir diken battığını söyleyip nazlanmak, sızlanarak canım acıyor demek hiç tarzım değildir. Bu güçlü, kuvvetli Haccecanın gücüne yakışmazdı. Haccecana bir hakâretti bu. Karadenize karşı zayıflığımı, acizliğimi anla diye yazıyorum bu satırları ey okuyucu.
Karadeniz "gelde dikeni çıkartayım" dedi. Süzülerek gittim çadırına. Eline bir iğne almış, elimdeki dikeni çıkartmaya uğraşıyordu. Canımı acıtmamak için özel çaba sarfettiği  her halinden belli oluyordu. Aslanım Karadeniz... Benim canımı yakmaktan nasılda korkuyordu. O öyle korktukça ben "ayy ayyy" diye sızlıyor, elimi iğneden kaçırıyordum. Halbuki biz kadınlar her ay özel günlerimizde bu acının kaç katını çekiyorduk. Acı bizim diğer adımızdı. Acıya erkeklerden daha fazla tahammül edebildiğimiz bir gerçekti. Yoksa o çocukları nasıl doğururduk!  Burada etki tepki olayı olmuş olmalıydı. O sakındıkça ben sakındım. Eğer iğneyi canımı acıtarak batırsaydı bu şekilde kaçmaz, üstüne üstlük aslan kesilir, "yavaş ulannnnn" diye haykırırdım. Dikeni çıkarttıktan sonra topallaya topalla kalkıp çadırından çıktı. Bir şeyler atıştırdıktan sonra çadırları toplamaya başladık. Karadeniz çadırını erkenden toplamış çantasınıda sırtlayıp yürümeye başlamıştı. Nereye gidiyor bu ay? Arkasından bakıyorum. On metre ilerde bir yerde oturmuş beni beklemeye başlamıştı. Daha hızlı hareket etmeye başlamıştım. Biraz sonra çadırımı, çantamı topladıktan sonra sırtlanıp Karadenizin yanına gitmiştim. Kalkmak istiyor gibi bir hali yoktu. Canı yandığı belli oluyordu. Ayağını daha fazla yumuşak tutar, rahat ettirir diye çantamdan havlu çorap çıkartıp Karadenize verdim. Kenarları beyaz çiçekli siyah çorap ayağına olmuş, pek yakışmıştı. Yaralı ayağı için bir faydam olduğu için mutlu olmuştum. Dağ yollarından ilerlemeye başladık. Dağ yamacı boyunca giden patika yol antik su yolunu izliyoruz. Bir su kemerinin üzerinde Karadenize fotoğraf çektim. Fotoğraf çektiğim yerde Karadeniz oturmuştu. Daha yeni yürümeye başlamıştık, neden oturmuştu ki? Verdiğim çoraplar kalın gelmiş, ayağını sıkmış daha fazla canını yakmıştı. "Senin verdiğin çoraptan ne hayır gelir ki?" diyor tebessüm ederek. Karadenizden tatlı sözler duymak dünyanın batıdan doğuya dönmesi gibi imkansızdı.  Sana iyilik yapmak neye yarar? Bir şey demeden uzattığı çorabı çantama tekrar koydum. Su yolunu takip ederek ilerliyoruz. Yer yer sırt çantamla geçemeyecek darlıkta, sağı solu kaya veyahut sert dallı bitkilerle çevrilmiş yollarda zorlanarak ilerliyorum. Karadeniz yukardan çantamı kaldırarak yollardan rahat geçmemi sağlıyor bir yandanda "neden yan dönerek geçmiyorsun?" diye söyleniyor. Çantayla birlikte küp gibi birşey olmuştum. Sağım solum, önüm arkam, altım, üstüm her yanım aynı. Dönsem ne kâr edecek? Çantamın altında asılı olan matım buralarda hasar görüyor, kenarları yıprandı. Yer yer su kanalının içinden yer yer su kanalından kenarından yürüyoruz. Dağ yollarından sonra nispeten daha düz yerlerde yürümüye başlıyoruz. Kısa paçalı yeşil bir pantolan ve kısa kollu siyah termal bir tişört giydiğim için vücudumun açık kalan yerleri çiziliyor. Jiletçilere benziyorum. Nihayet bir köye varıyoruz. Çayköy. Su isteyebileceğimiz bir yer arıyoruz. Ortalıklarda kimse görünmüyor. Ne varsa camide var diyerek camiye doğru yürüyoruz. Köyün camisinin önünde  şalvarlı, ak sakallı, başında beyaz takkesi, gömleğin üzerine giydiği mavi süveteriyle bir amca bize "hoşgeldiniz!" diyor. Ak sakallı bu amca hızırmıydı acep?  Hoşgeldiniz derken elinin tekini havaya kaldırıyor. Bu anın ölümsüzleştirip fotoğrafını çekiyorum. Yüzünde çok tatlı ve içten bir gülümseme var.  Onunla ayak üstü sohbet ettikten sonra caminin şadırvanına gidip mola veriyoruz.  İnsanlar soğuk su içebilsin diye konulmuş Letoon şehrinin sokaklarında da gördüğüm cihazdan soğuk su alıp tang yapıyoruz. Şadırvanın çeşmelerinde elimizi yüzümüzü yıkıyoruz. Karadeniz ayakkabılarını çıkartıp orada bulunan terlikleri giydi. Su ve tuvaleti olan gölgesinde  dinlenilebilecek bir yer. Her şey yolunda ve harikaydı. Cefadan sonra sürülen sefa en güzel sefaydı. Karadeniz fotoğraf makinamı alıp benim, şadırvanın, caminin minaresinin ve ağaç ile birlikte oradaki mezarlıkların fotoğrafını çekti. Orada dinlendikten sonra çantalarımızı sırtlayıp tekrar yola koyulduk. (Camiden çıktıktan sonra yürüdüğümüz yolları, Karadenizle ne konuştuğumu çok zorlamama rağmen hatırlayamadım) Karadeniz yürürken zorlanıyor artık benim hızıma yetişemeyecek hale gelmişti, onun hızına ayak uydurup yürüyordum. Gördün mü bak! Ben senin gibi seni bırakıp gitmiyorum. Yanındayım. Suyumu içmişim, dinlenmişim daha ne olsun! Üzümlü Köyüne vardığımızda köy meydanında bir duvarın üzerinde oturduk. Etraftan meraklı bakışlar bize doğru yöneliyor. Nereden gelip nereye gidiyorduk? Kimdik biz? Bu bakışlardaki hissettiğim anlamları Karadeniz ile paylaşıyordum. Kimse bizim arkadaş olduğumuza inanmaz. Karadeniz insanların bakış açısının ne olduğunu bildiğinden Likya yoluna çıkmadan önce insanların evli olduğumuza inanmaları için ikimize yüzük almayı düşündüğünü söyledi. Hı yüzükmü? Tamam arada Karadenizle evlenmişiz, çocuk çocuğa karışmışız gibi tospembe hayaller kuruyordum ancak bu şekilde değil. Hayır olamaz. Biz bu yola arkadaş olarak çıkmıştık. Neysek öyle görünmeliydik! İnsanların kıt kadar beyinleriyle beni istedikleri gibi düşünmesin diye kendime sahte bir yüzük takamazdım. Böyle bir şey düşündüğü için Karadeniz'e de kızmıştım. Bu insanların evli numarası yapıp evliyiz diyen sahte insanlara ihtiyaçları yoktu. Bu insanların erkek ve kadının arkadaş olabileceğini görmelerine, her kadın ve erkek arasında ilişki yaşanıyormuş gibi sapıkça bir düşünceden uzak gerçekleri görmeye ihtiyaçları vardı. Sahte bir nikah kıymış, bunu bana otobüste söylediği için ona zaten kırılmış ve kızmıştım. Birde insanlar bizi evli sansın diye sahte yüzükmü takacaktım? Senin hayatın hep sahte evliliklerden mi oluyor be? Bu düşüncesine beni ortak etmeye çalışsaydı tepkim sert olurdu. Ancak sadece düşündüğünü söylediğinden bir şey demedim. Şu da bir gerçek ki, arkadaş kavramını bilmeyen insanların gözünde yanımda ki erkeğin karısı değilsem basit bir kadın olmaktan öteye gidemeyeceğim bir gerçekti. Bunuda kaldıramazdım. En başından beri bizi evli sanan insanlara gerçeği söylemememin sebebi neydi peki? İnsanların Karadenizle beni evli sanmaları hoşuma mı gitmişti yoksa  nasıl olsa tanımıyorlar, açıklamaya ne gerek var ki diye mi düşünmüştüm? O zamanlar kafamda bu sorular yoktu. Sadece olayları yaşıyor ve gözlemliyordum. Olayların sebep ve sonuçları çok sonraları ortaya çıkacaktı. Bu yola neden çıktığımı henüz bilmiyorum.
Karadeniz köylülerle sohbet edip civar köyler hakkında ve yollar hakkında bilgi aldı. En yakın yerleşim birimi olan Kalkan'a hangi araçla gidibileceğini sorduğunda aracı olan biriyle ücret karşılığı anlaşmamız gerektiğini söylediler. Orada aracı olan bir adamla bizi Kalkan'a bırakması için anlaştı. Karadeniz araçla Kalkan'a şu anda hatırlayamadığım fiyata gitmenin benim için uygun olup olmadığını sordu. Olur demiştim. Bazen tek başına karar alıp uyguluyor, bazen bana soruyordu. Neden her şey yapılmadan önce bana sormuyordu ki?  Neden yürümek yerine araca binip Kalkan'a gitmeye karar verdiğini bilmiyorum. Ayağında ki yaraların acısına dayanamaz olmuş olmalıydı. Ayağında ki yaralar yüzünden o değilde ben yürümez hale gelseydim ne olacağını merak etmeden edemiyorum. Benim için bu yolun bittiğini düşünüp beni  Manavgatta ki arkadaşım yanına gönderip, kendisi yürümeye devam mı ederdi yoksa benim yaptığım gibi oda beni hiç yarı yolda bırakmazmıydı? İçimdeki ses benim için yolu bitirip Manavgata göndereceğini söylüyor çünkü yolun başından beri bunu dile getiriyordu zaten. Bunuda benim iyiliğim için yaptığını düşünüp içinide rahatlatacaktı üstelik!!! Cinsel hayatımız düzgün gitmediği için eşimden ayrılmak zorunda kalacaktım. Ağlayarak!!!! Başkası için kocamı terketmiyor olacaktım belki ama ayağımda ki yaralar kocamı terketmek için yeterli bir sebep değildi benim için.  Beraber başladığımız bu yolu bensiz yürüseydi ömür boyu içimde sızı olarak kalır Karadenize karşıda kırgınlık hissederdim.
Benim çantamı arabanın bagajına, Karadenizin çantasını şoförün yanında ki koltuğa koyduk. Karadeniz yanıma oturmuştu. Şoförün yanı boş olduğu halde beni yalnız bırakmayıp yanıma oturduğu için mutlu olmuştum. Kalkan'a kadar yol boyunca şoför ile Karadeniz sohbet etti. Tam olarak neler konuştuklarını  sohbet hatırlamıyorum.
Kalkan'ın merkezinde bizi bırakan adama Karadeniz anlaştığı parayı vermiş, adamla vedalaştıktan sonra gitmişti. Kalkan... Cıvıl cıvıl turistlik bir şehir. İnsanlar farklı yönlere gidip geliyor, cafelerde turistler oturuyor, rengarek şehir merkezinde nereye bakacağımı şaşırıyordum. Offf çok yorgun ve bitkinim, kirliyim. Arabadan indirip yere bırakılan çantayı son bir gayret sırtlıyorum. O çantayı sırtlayabilmek için yere oturmak, gögüs ve göbek bantını takıp olanca kuvvetle kalkmak gerekiyordu. Çantanın gögüs bandı küçük geldiğinden Karadeniz; askerlık zamanından kalma kamuflaj desenli penye boynuna sarmak için yanında getirdiği boyunluğunu kullanıyordum. Bazen günün ilerleyen saatlerinde yerden çantayla kalkmak için gücüm yetmediğinden Karadeniz elimden tutup yardım ediyordu, bazen batona yaslanıp bütün gücümle kalkmaya uğraşıyordum. Kaldırıma oturup çantamı sırtıma yerleştirip bütün bağlantıları taktıktan sonra nihayet kalkmış ve şehirin içinde iki gezgin dolaşmaya başlamıştık. Kalacak uygun bir pansiyon arıyorduk. Her yer cıvıl cıvıldı. Cafeler, barlar, restaurantlar, dükkanlar, pansiyonlar... İyiki gelmiştik... Kalmak için sorduğumuz ilk pansiyon benim hoşuma gitmemişti. Kirli bir dünya çamaşırımız vardı "bunları yıkayabileceğimiz bir yer var mı?" diye sorduğumda lavabonun içinde yıkayabileceğimizi söyledi pansiyon görevlisi. Zaten dağdan gelmiştik, medeni şekilde çamaşırları yıkamak istiyordum. Bu yorgunlukla bir de elde çamaşır mı yıkayayım? Yürümeye devam ettik. Yolda kalmak için uygun bir pansiyon olup olmadığını sorduğumuz bir adam bizi biraz ilerdeki pansiyona yönlendirdi. İşte burası aradığım yerdi! Kapıda bizi karşılayan kızın güler yüzü yetmişti aradığım yeri bulmaya. Bir aile pansiyonuydu. Odalara bakmaya bile gerek kalmadan rezervasyonumuzu yaptırmaya başladık. Güvenlik amaçlı pansiyon ve otellerde kalan herkes bilgisayar ortamında kayıt ediliyordu. Böylece aranılan suçlular otel ve pansiyonlarda kaldığında anında yeri tespit ediliyordu. Kimliklerimizi verdik. Karadenizle soyisimlerimiz aynı değildi. Pansiyonda ki kız bunu görünce ne düşünürdü acaba? Pansiyon deyince aklıma hep eski türk filmlerinde ve günümüzde ki yerli dizilerde ki sahneler geliyor. Saf kızımız evinden atılmış, kalacak bir yeri yoktur. Ucuz diye genelevi kadınlarının çalıştığı otelde  kalmaktadır mecburen. Ortamdan rahatsız olsada başka çaresi yoktur. Oteldeki basit kadınların duvarları çınlatan şuh kahkaları arasında yatağında ağlayan saf kızın kaldığı otele o akşam fuhuş operasyonu düzenlenmiştir. Saf kızımız gözünü emniyette açar. Operasyon sırasında gazeteciler tarafından çekilen fotoğraf ise ertesi gün gazetelere baş sayfa haberi olmuştur. Vesikalı bir kız olmuştur artık. Valla pansiyoncu kız biz Karadenizle arkadaşız. Aramızda bir şey yok. Valla bak. Tamam arada şeytan dürtüyor, kötü kötü düşünceler geliyor ama onları hemen başımdan savıyorum. Benim tedirginliğimin hepsi yersizdi. Burası bu düşünceleri çoktan aşmış bir şehirdi. Çağ dışı kalmış olan bendim.  Bir üst katta odamıza çıkıyoruz. İlk gösterdikleri odada çift kişilik yatağı gördüğümde "yok burası olmaz" diyorum. Bizi sevgili sanmış olmalılar. Sevgilide ne be? Cinselliğin nikahsız yaşanabildiği modern bir isim mi? Çift kişilik yatağı gördükten sonra ki tepkimden hemen sonra Karadenizden de tepki geliyor. "Burası olsada farketmez, biz kendimizi bilen insanlarız" diyor. Aslanımsın, yiğidimsin ama yinede olmaz Karadeniz. Aynı yatakta rahat dönüp duramam, kazık gibi yatarım. Kaç gündür toprağın üstünde yatmışım zaten. Bırakta rahat yatayım. İki tane yatağı, balkonu ve banyo-tuvaleti olan başka bir odayı gösterdiklerinde tamam diyoruz. Çantalarımızı odaya koyduktan sonra Karadeniz ayağındaki yaralar için ilaç almak için eczaneye gitti. Giderken "bir saatten önce gelme, banyodan daha erken çıkamam" dedim. Banyoda ki duş keyfinde yaşadığım mutlulukta bana özel kalsın. Of ki offf. Duştan sonra giyindim, kafama havluyuda sarmıştım ki kapı çaldı. Karadeniz gelmişti. Kendine parmak arası bir terlik ve kısa pantolon almıştı. Kirli çamaşırlarımızı çöp poşetine koyup, aşağıda ki makinaya atmaya gittiğimde Karadenizde duşa girmişti. Duştan çıkana kadar onu balkonda bekledim. İki arkadaş arasında yanlış anlaşılmalara mahal vermek racona ters düşerdi. Duştan sonra havluyu beline sarınıp elde yıkadığı çamaşırları balkona asmaya geldi. Hamamdan çıkmış takunyalı adamlar gibi görünüyordu. Onu görünce "desturrrrrr" dedim. Normal bir şey yapıyorda ben garipsemişim gibi tepki verip "Ne olduki, desturda neymiş? dedi. O içerde hazırlanana kadar bekledim. Renkli çamaşırlar yıkandıktan sonra onları makinadan çıkartıp beyaz çamaşırları makinaya koydum. Yıkanmış paklanmış çamaşırları balkona getirip astım. Karadeniz bende yardım ederdim ama ayağım sakat ayağına yattı. Bizde yorgun ve bitkiniz ama işleri yapıyoz demi? Kirli çamaşırları aşağıya götürdüğüm çöp poşetinin içinde Karadenizin makinaya attığım pantolonun cebinden çıkan eşyalar vardı. Onları poşetin içinden alırken elinde çok tanıdık bir şey gördüm. Karadeniz o şeye anlam verememiş gibi tuhaf tuhaf bakıyordu. Baktığı şey benim donum! Allah'ım onu nasıl unuttum o poşetin içinde! Onu Karadenizin elinden bir hışımla aldım. Kendiside bu hareketimden sonra onun ne olduğunu anladı. Halbuki bir şey yapmasam sorun yoktu. Baktığı şeyin ne olduğunu anlamayıp poşetin içine tekrar geri koyacaktı. Bu olmuş ama olmamış gibi davrandığımız traji komik olaydan sonra balkonda oturduk.  Cep telefonundan Orhan Gencebay'a ait parçalar açıyor, dinliyorduk. Keyfi yerindeydi. Konuşkan, muzip Karadenizdi yanımda ki... Hava kararana kadar balkonda oturduktan sonra sonra hazırlanıp, yemek için dışarı çıktık. Ali Baba isminde bir lokantaya oturduk. İsmide yemekleride fiyatıda tanıdık bildik geldiği için burayı tercih etmiştik. Yemekten sonra hemen pansiyona döndük. Yorgunluktan ölüyorduk. Temizlenmiş, yemek de yemiştik. Uyumaya ihtiyacımız vardı. 8 gündür rahat yatak yüzü görmeyen ben temiz çarşaflar ve konforlu bir yatağı gördüğümde mutluluğum tarif edilemezdi. Üzerimize ölü toprağı serpilmiş gibi derin bir uykuya gözlerimizi kapattık. Bir gün daha böylece bitmişti.

22 Eylül 2010 Çarşamba

Likya Yolu (17 Ekim 2009)


Sabah çok erken uyandık. Karadeniz gece boyunca hiç uyuyamadığını söylüyordu. Yemekten önce ellerini kaldırıp yemek duası yapan, babasının ruhu için yolda kalmışlara evini açan Ekremler Karadenize çok tuhaf gelmiş, güvenli bulmadığı bu evde rahat uyuyamamıştı. Bana huzur ve güven veren olaylar onu tedirgin etmişti.
Ekrem ve eşi kalkana kadar biz yatağımızı toplamıştık. Gece evin yakınında bulunan meyhanede şarhoşlar kavgaya tutuşmuş, silahlar ateşlenmişti. Tartışmanın sonunda kuru gürültüden başka hasar yoktu. Erman bu tartışmalara alışıkmış ve doğal bir şeymiş gibi anlatıyordu. Alkolün bulunduğu yerde huzur olmadığına bir kez daha şahit oluyordum.
Kahvaltı için Ekremin eşine yardım ediyordum. Kahvaltıyı yerde hazırladığımız sofrada yapıyor, kendi evimmiş gibi ne var ne yoksa yiyordum. Yürüyeceğim yol için enerji depolamalıydım.  Kahvaltı sofrasını kaldırdıktan sonra Ekremin annesi gelmişti. Annesi için tekrar yere kahvaltı hazırladık. Annesi kahvaltı yapıyorken Ekrem ve eşi ilaçlama yapmak için seraya gitmişlerdi.
Ekremler Seracılık ile geçimlerini sağlıyorlardı. Kış mevsiminde sıcaklığın 0 derecenin altına düştüğü günlerde sebzelerin donmaması için seralarda soba yakıyorlardı. Sıcaklığın kaç derece olduğunu anlayabilmek için her serada termometre bulunuyordu. Sebzeler olgunlaştığı zaman hal sahipleri ile anlaşıyorlar, sattıkları sebzeler kamyonlara yüklenip İstanbul'a gidiyordu. Xanthos ve Letoon şehirlerinde her yerde seraları görebiliyordunuz. Ankara'dan Fethiyeye gelirken otobüste sabah gün ağarırken Karadeniz ilerde görünen parlaklığın ne olduğunu sorduğunda "deniz" demiştim o "hayır onlar sera" dediğinde ben deniz diye diretmiştim. O görünen parlak şey gün ışığı vurmuş seraların dışındaki cam ve naylonlardı. 
Ekremler seradaki sebzeleri ilaçlamak için uğraşıyorken Ekremin annesi genç yaşta eşini kaybettikten sonra çocuklarıyla tek başına kaldığından, sıkıntı çektiğinden ve yıprandığından bahsediyordu. Canını dişine takıp çalışmış, çocuklarını büyütmüş ve kimseye muhtaç etmemişti. Gerektiğinde oğullarını başkalarının ezmesine izin vermemek için kahveye girip adamlara göz dağı verdiğinden bahsediyordu. Bütün herkes bu dul kadına ve çocuklarına karşı cephe almışken o herkesin, her zorluğun üstesinden gelmiş, çalışıp didinip durmuştu. Yiğit bir Anadolu kadınıydı. Ekremin evine yakın başka bir evde oturuyordu. Bütün çektiği zorluklara ve emeklerine karşılık hak ettiği saygı ve hörmeti evlatlarından görmek istiyor, hamile gelinin kendine hörmet etmemesinden, sözünü dinlememesinden şikayetçi olduğunu tavırlarıyla belli ediyordu. Gelini ise kaynana kahrı çekmek istemiyor, istediği gibi davranabileceği bir hayatı yaşamak istiyor gibiydi. Gelini sessiz, sakin birisi gibi gözüksede yere bakan yürek yakan, sessiz görünen insanların daha çok can yaktığını iyi bilirdim. Bu iki kadın arasında kuşak çatışması ile  gelin-kaynana çatışması birlikte yaşanıyordu.
Ekrem ve eşi seradaki işlerini çabucak bitirip gelmişlerdi. Bu kadar kısa sürede geldikleri için şaşırmıştım. Hamile birisinin tarım ilaçlarıyla uğraşmasının karnındaki bebeğe zarar verebileceğini söylediğimde Ekrem o sadece bekledi işi ben yaptım dedi.  Oturma odasında hepimiz birlikte oturuyorduk. Karadeniz yolda aldığımız haritayı çıkarmış yürüdüğümüz yolları Ekreme gösteriyordu.   Makinamla onların fotoğraflarını çektim. Baya oturmuştuk ne zaman gidecektik? Bu kadar misafirlik yetmezmiydi? Karadenizin kalkıp gitmeye niyeti yok gibiydi. Bacaklarım sızladığı ve ağrıdığı için oturmak benimde işime geliyordu ancak sıkılmıştım. Sabaha kadar bu tuhaf! insanların evinde uyuyamayan Karadeniz kalkmak bilmiyordu. Bir zaman sonra Karadeniz "biz artık gidelim dediğinde" Ekrem; "nescafe yapalımda içelim sonra gidersiniz" demişti. Bizi bırakmaya niyetleri yoktu. Karadenizde ki şeytan tüyü onlarıda etkilemiş olmalıydı.
Artık vedalaşma vakti geldi. Çantalarımızı sırtladıktan sonra evlerinin önünde fotoğraf çekindik. Fotoğraflarda Karadeniz ve ben yorgun görünüyoruz. Ekremin mavi motorsikletide fotoğraflardaki yerini aldı. Ekrem, annesi ve eşiyle vedalaştıktan sonra yollara düşüyoruz. Bize evlerini açan bu yüce gönüllü Anadolu insanlarına sevgi ile anıyorum.
 Nereidler Anıtı hakkında bilgi veren tabelanın fotoğrafını çekip Xanthos antik kentine giden araç yolunda ilerledik. Karadeniz bir araca binip Çaydır'a geçeceğimizi söylediğinden araca bineceğimiz yeri aradığımızı düşünüyordum. Xanthos antik kentininde etrafı tel örgülerle çevrilenmiş, giriş kapısının üzerine giriş ücretlidir tickets 3 Tl yazılmıştı.  Karadenizle içeriye girmeden tel örgülerin dışından bir kaç kare fotoğraf çekip yolda ilerlemeye devam ettik. Biraz ilerledikten sonra Karadeniz sırt çantasını bana bırakıp antik insanların yaşadığı mağaraları görmek için yanımdan ayrıldı. Bana yine sormadan çantasına bekçi olarak bırakıp gitmişti. Kızmıştım, kendi sırt çantamıda çıkartıp yolun üst tarafına tırmanıp bir kayanın üstüne oturup Mp3 çalarımı kulağıma takıp yüksekçe bir  yerden etrafı seyretmeye başladım. Eşen çayı tüm çoşkusuyla akıyor, çayın etrafında sıra sıra seralar görünüyordu. Kent alabildiğine seralarla doluydu. Sera cenneti! Mp3 çalarımda çoşkulu, kızgınlığımı dindirecek ne kadar parça varsa tek tek dinliyordum ama nafile! Böyle hayli vakit geçtiği halde Karadeniz hala ortalıkta yoktu. Yoldan geçip gidinler ilk önce yol kenarında ki sahipsiz çantalara bakıyor, ardından etrafa göz gezdirdiklerinde yukardaki kayanın üzerindeki beni görüyorlardı. İnşallah Karadenizin çantasını alıp giderler benide bu bekçilikten kurtarırlardı! Karadeniz nihayet görünmüştü. Topallaya topalla bitkin bir halde geliyordu. "Yukarda ne aradığımı sorduğunda" cevap vermemiştim. Aşağıya indikten sonra çantalarımızı sırtlayıp yola koyulduk. Tepedeki  antik insanların yaşadığı mağaraları Karadeniz gördüğünden oraya uğramadan geçtik. Bu yolu beyimizin istediği doğrultuda istediği gibi yürümeye başlamıştık. Mağaraların olduğu tepeyi uzaktan fotoğrafını çektim. Karadeniz bu tepedeki tarihi kalıntıların bir zamanlar yaşayan insanlara ait olduğu bilmenin kendisine çok hüzün verdiğini, tarihi yapılara karşı çok ilgisiz ve vurdumduymaz olduğumu söylemişti.!  Hak etmediğim halde söylediği bu sözler kızgınlığım daha da artmıştı. Ancak yine susmuştum!
Yürümeye devam ettik. Likya yolu işaretlerini kaybetmiştik. Ağaçların ve çalıların arasında ilerliyorduk. Alemcilerin ve piknikçilerin uğrak yeri olmuş bu alanda her yerde çöpleri ve şişe kırıklarını görebiliyordum. Ağaçların ve çalıların arasında ilerlerken çimenlerin olduğu bir yerde mola vermiştik. Çıkarttığımız çantalarımıza sırtımızı yaslayıp uzanmıştık. Çantadan çıkarttığımız şeylerden atıştırdık. Karadeniz yıllardır başa alıp tekrar tekrar okuduğu kitabı çıkartıp okumaya başlamıştı. Bu da benim Kur'an'ım dediği kitaptaki okuduğu bazı satırlar bana doğru gelmemişti. Doktorluğun kutsal sayıldığı çağlarda şifa dağıtan bu insanlara bir nevi tanrı gözüyle bakılıyor doktorlara herkes kıymet veriyordu. Doktorlar iyilik yapmak ve insanlığın hayrı için çalışıyorlardı. Günümüze ve çağımıza ait olmayan sözlerdi bunlar. Para kazanmak için gerek olmadığı halde hastalara ameliyat, tahlil yapıldığını grip olan hastalara bile serum takıldığını, ilaç ve medikal şirketlerinin para kazanmak için doktorlarla içli dışlı olduğunu bilmeyen var mı? Bütün doktorların paragöz olduğunu söylemek yanlış ancak bir çoğunun insan sağlığını iyileştirmek gibi kutsal bir görevden çok uzak olduğu, işi sadece ticaret olarak gördükleri gerçekti.
Bana bugün araçla gideceğimizi söylediğinden kendimi psikolojik olarak yürümeye hazırlamadığımı, istemeyerek yürüdüğümü söylediğim Karadeniz gülmeye ve benimle dalga geçmeye başladı. Kendini psikolojik olarak hazırlamamış mış! Dalgacı, ukala, gıcık ve şımarık bir ifade takınmıştı. Bu hali beni çileden çıkarmıştı. Sabahtan beri içimde biriktirdiğim kızgınlık bu alaycı tavrıyla hat safhaya ulaşmıştı ancak onun gülüp geçtiği bir konuyu ben öfke malzemesi yapamazdım. Yine susmuştum.  
Tekrar yollardayız. Ağaçların arasından ilerlerken yolun sonu asfalt araç yoluna çıkmıştı. Çaydır'a 4 km olduğunu gösteren Likya yolu tabelasının altında Karadenize fotoğraf çektim. Araç yolunda yürümeye devam ettik. Çaydır'da bir bakkaldan erzak ve ekmek alıp bakkaldan çıktık. Bakkalın karşısında oturan birkaç adamla Karadeniz sohbet etmeye başladılar. Bize nar ikram ettiler. Avcılıkla ve seracılıkla uğraşan bu adamlarla biraz sohbet ettikten sonra oradan ayrılıp araç yolunda ilerlemeye devam ettik. Yol tek şeritli ve yayaların yürümesi için kaldırım bulunmadığından dengesiz bir şoförün bize çarpmasından korkuyordum. Kamyonlar geçerken bu korkum hat safhaya ulaşıyordu. Kamyonlarla ilgili pek iyi anılarım yoktu. Yaşadığım şehirde akşamları arkadaşımla yürüdüğümde kamyon şoförlerinin selektör yaktığından, korna çaldığından, uygunsuz davranışlarda bulunduğundan bahsediyorum. Lisede okula gitmek için durakta beklerken kamyonun arkasında ki işçilerin ellerindeki taşları bize attığını anlatıyorum. Karadeniz ise yine alaycı bir ifadeyle beni dinliyor ve anlattıklarımla gır gır geçiyordu.
Çaydır'da seracılık geçim kaynağıydı. Seraların içindeki domatesler, biberler şahane görünüyordu. Akbel'e 17 Km olduğunu gösteren likya yolu tabelasının yanındada fotoğraf çekinip ilerliyoruz. Karadeniz bir elektrik direğinin üzerinde kırmızı beyaz likya yolunu gösteren işaretle fotoğrafını çekmemi istediği için makinamı çıkarttım. Bu işaretle fotoğrafımız hiç yoktu.  O işaretle birlikte fotoğrafını çekiyorken Karadeniz birden topal yürüyen insan taklidi yaparak yürümeye başlamış, beni güldürmüştü. Çok komik görünüyordu. Biraz ilerledikten sonra bir çeşme başında durmuş sularımızı doldurmuştuk. Karadeniz elini yüzünü yıkamıştı. Tekrar yürümeye başlıyoruz, düzgün yollar bitmiş tekrar dağların içerisinde yürümeye başlamıştık. Ben yine sızlanmaya başlamıştım. Sahilde deniz kenarında kumların üzerinde yürümek varken neden bu zor, taşlı dağ yollarında yürüyorduk ki?  Likya yolu yürüyüşü benim fikrimdi o yüzden ben nasıl istersem öyle olacak! demişti Karadeniz. Bu sözüyle beynimden vurulmuşa dönmüştüm. Likya yolunu yürümek onun fikri olsada bu yolu yüreme fikrine beni dahil edende oydu. İkimiz plan yapmış, hayal kurmuş, buralara kadar ikimiz yürümüştük. Bu sözüyle tam bir hayal kırıklığına uğramıştım.  Kendimi değersiz, önemsiz gibi hissettim. Bütün içseslerimin çığlık atmaya başlamıştı. Sabahtan beri takındığı tavırlar yüzünden bu gün Karadenizin çekilecek gibi olmadığını düşünüyordum. Deniz kilometrelerce ötede görünüyordu. Aklım oralardaydı. Yılda 20 gün izin hakkım vardı, bu izin günlerimi dağlarda yürüyerek geçiriyordum. İçimden Karadenizin yüzüne kızgınlığımı haykırmak geçiyorken peşinden koyun gibi yürümeye devam ediyordum. Aklım denizde olduğundan dilimden sahilde yürümek sözleri eksik olmuyordu. O böyle istediği için bu yollarda yürümeyi ben istemediğimden sızlanıp duruyordum. Karadeniz; "Çok iyi ve harika diye bir adamla evlilik yaptığını ve bu evliliğin umduğun gibi olmadığını düşün. Cinsel hayatınız çok kötü gidiyor. Ne yapacaksın? O adamı bırakıp daha iyisine mi gideceksin? diye sordu. Bu soruyu hiç beklemiyordum. Sorusu karşısında sustum. Başında tospembe hayaller kurduğumuz Likya yolunu yürümek planı;  mutlu bir evlilik yapacağımı sandığım adamdı. Likya yolunu yürümeyi bırakıp sahilde kumların içinde güle oynaya yürümeyi seçmek ise cinsel hayatımız kötü diye evlendiğim adamı bırakıp daha iyi bulduğum bir adamla gitmekti. Yok! Benim kitabımda nikah bir kere kıyılırdı. Gelinlikle girdiğim evden kefenle çıkmalıydım!
İç seslerim sesini kesmişti, artık sukûnet, teslimiyet vardı. Koyun gibi Karadenizin peşinden yürümeye devam ediyordum. Kontrolü tekrar eline almıştı.
Biraz daha yürüdükten sonra cinsel içerikli bir fıkra anlattı. Fıkrayı hatırlamıyorum ancak o fıkrayı anlatmanın ne yeri ne zamanıydı. Beni ölçmek ve düşüncelerimi öğrenmek için fıkrayı anlattığını tahmin ediyorum. Fıkranın üstünede bir söz söylememiş, susmuştum. Cinsellik konusunu konuşabilecek veya tartışabilecek kadar Karadenize karşı rahat değildim. Aramızda görünmeyen fersah fersah mesafeler vardı ve bu mesafelerin olduğunu hep hissettiriyordu.
Hava kararmaya başlamıştı. Karadenizin ayağındaki onu zorlayan yaralar benim için bir nimetti. Yürürken sık sık mola vermek zorunda kaldığından aramızdaki oluşan mesafeler yok denecek kadar azalmıştı.  Ayrıca daha sık dinlenebiliyordum. Daha önce kamp yapıldığı belli olan bir ağacın altında çadırlarımızı açmıştık. Biraz ilerimizde köylülerin traktörle gelip geçtiği toprak bir yol vardı.
Karadeniz etrafta topladığı kurumuş çam yapraklarını toplayıp çadırın altına koyarak yattığı yerin daha yumuşak ve rahat olmasını sağlamaya çalışıyordu. İlk önce bunu neden yaptığını anlayamamıştım. O çadırının altına yumuşak şeyler koymaya çalışırken ben çadırımın altında ne var ne yok temizlemeye çalışıyordum. Çadırlarımızı açıp, içine çantalarımızı yerleştirdikten sonra ateş yakmak için odun toplamaya başladık. Bizden önceki kampçılar yaktıkları kamp ateşinin çevresine koymak için taşları toplayıp bıraktıklarından odun toplamamız yeterliydi. Kamp ateşinin çevresinin taşlarla bariyerlenmesi çevreye ateş sıçrayıp orman yangını çıkmaması için önemliydi. Ateşi yaktıktan sonra ateşin yanına kaynaması için su ve ısınması için turist şoförünün verdiği konserve kutusunu koymuştuk. Hava iyice kararmış yıldızlar görünüyordu. Geldiğimiz yönde Xanthos tarafında havayi fişeklerin atılıyor, gökyüzünde ışık gösterisi oluşuyordu.
Telefonumu açtıktan biraz sonra abim aramıştı. Telefonum sürekli kapalı olduğundan merak etmiş,  Likya yolunu yürüdüğümü kızkardeşimden öğrenmiş, kimlerle yürüdüğümü sormuştu. Karadenizle birlikte yürüdüğümü söyleyememiş, arkadaşlarla birlikte yürüdüğümü söylemiştim. Çok soru sorup Likya yolunu kurcalamasın istediğimden konuyu hemen benim yürüyüşümden yeni doğan yeğenime getirmiştim. Yeğenim ve yengem nasıl? Yeğenim süt emmiyor, çok ağlıyormuş. Bebek emerken sadece meme ucunu değil meme başının koyu kısmınının tamamanı ağzına almasını sağlayın. Memenin ucundan emiyorsa yeterince beslenemediğinden ağlıyordur. Sütün asıl besleyici olan kısmını alabilmek için meme başının tamamını ağzına alarak emmesi gerekir. Bir dahaki emzirmede en son emzirdiği memeden emzirmeye başlayın. Ebe gibi konuşmaya başlamıştım. Abimin Likya yolunu çok sorgulamamasını sağlayıp, merağının gideceği kadar bilgi verip telefonu kapatmıştım. Abimle konuşurken yanımda olan Karadeniz "hani sen kimseye yalan söyleyemezdin? abine yalan söyledin" dedi. Tam olarak yalan söylemesemde, gerçeği söyleyecek gücüm yoktu. Bu konuda kendime bile yalan söyleyip, kendimi kandırıyorken çevremdekilere gerçeği nasıl söyleyebilirdim ki. İstanbula yeğenimi görmeye gittiğimde gerçeği nasılsa söyleyecektim.
Bu telefon görüşmesinden sonra Karadeniz huzursuzlaşmıştı. Kasıntı ve sert kabuklu Karadeniz ortaya çıkmıştı tekrar. Beni bir arabaya bindirip Antalya'daki arkadışın evine gitmem gerektiğini söylüyordu.  O gece bilgili Karadeniz okuduğu kitaplardaki cümleler gibi kalıplı, sert, hissiz, duygusuz ama bir o kadar gerçek hayat üstüne konuşmaya başladı. Söylediklerine anlam veremiyor, söyleyecek hiç söz bulamıyordum. Felsefenin öneminden bahsediyorken felsefeyi küçümseyen bir söz söyledim. Onun tek taraflı yaptığı sohbette bir şeyler konuşmuş olmak için söylediğim söz için beni fırçalamıştı. Felsefeye nasıl olupta küçümseyip, dil uzatabiliyordum! Yaramazlık yapıpta dayak yemiş, azarlanmış bir çocuk gibi sindim. Kamp ateşinin üzerine su döküp söndürdükten sonra her ihtimale karşı ateşin etrafındaki taşlarıda ateşin üstüne koymuştuk. Rüzgar sönen ateşi canlandırıp etrafa kıvılcım sıçratabilir, kurumuş otları tutuşturabilirdi. Çadır dediğin zaten naylondu. Bir kıvılcım yanıp kül olmamıza yeterde artardı bile.
Uykum yoktu. Karadeniz çadırına girerken "istersen çadırıma gelebilirsin" demişti. Beni fırçaladığı için dayak yemiş çocuk küsmüştüm  ancak ondan başka kimsede yoktu. Çadırının bir köşesinde sinmiş bir şekilde oturdum. Onunla bu kadar küçük bir mekanda aynı ortamda bulunmaktan dolayı gerilmiştim. Kitap gibi bilgili ancak kitap kadar sert, duygularını gizleyen Karadeniz hayat üstüne konuşmaya başlamıştı tekrar. Artık söylediklerine cevap verme isteğim olmadığı için onu dinlemedim. Zaten anlamıyordum da! Onun bu hali çok sertti. Çadırında ne kadar kaldım bilmiyorum. Onun yanından ayrılıp kendi çadırıma gelip yattım. Bir gün daha böylece sona ermişti.  

20 Eylül 2010 Pazartesi

Likya Yolu (16 Ekim 2009)


Deniz ve dalga sesleriyle gözümü açmıştım. Gece esen rüzgar şiddetli bir yağmurun habercisiydi ancak sanıldığı gibi olmadı. Bir kaç damla yağmur yağmıştı o kadar. Bu bir kaç damla ölen ve cesedi bulunamayan genç turist için olmalıydı.
Özlen çayının karşısında bulunan tesiste kahvaltı yapacaktık. Karadenizi teknesiyle kurtaran Bayram; babası, annesi, eşi ve çocuklarıyla birlikte akşam yemeği yediğimiz tesisi işletiyorlardı.Tuvalet ihtiyacı için Bayramların evine gittim. Bayramın eşi evine gelmemden tedirgin olduğu yüzünden belli oluyordu ancak beni geri çevirmekte istemiyordu. Tuvalete girdiğimde bunun nedenini anlayacaktım. Tuvaletleri tıkanmıştı. Kanalizasyon sisteminin onarılması ve akarlarının yeniden yapılması gerekiyordu. Ancak bu işle kimsenin ilgilenmediği belli oluyordu. Tuvaletlerinde herşey yolundaymış gibi davranıp teşekkür edip çadırıma geri döndüm. Her konuda ezilen, hor görülen, yok sayılan bu kadını birde bu tuvaletteki sorun için bana karşı mahçup ve ezik hissetmesini istemedim. 
 Karadenizle birlikte kahvaltı için tesise doğru yürümeye başladık. Onunla yan yana yürümek tarif edilemez bir haz veriyordu. (Mahcubiyet, gurur, mutluluk, huzur ve tedirgenlik hislerinin karıştırıp ortaya çıkan duygu karmaşasından yapılmış sıcak çorbanın içilmesi sonucu ağzınla miden (kalbinde içinde olduğu) arasında oluşan yanık acısı gibi birşey) Köpekler bize doğru havlayarak geldiler. İlk önce korksamda, dünkü şiddetli esen rüzgar gibi boşa esip gürlediklerini köpekleri gördüğümde anladım. Köpeklerden bir tanesi aniden önümüze yatıp, kuyruğunu sallamaya başladı. Havlayarak gelip, şirinlik yapan bu şirin köpecik bizi güldürmüştü. Köprüden geçtik. Karadeniz tesise doğru gidiyorken  yamacına çadır kurduğumuz dağın, çayda bulunan teknelerin, rengarenk plastik sandalyeleri olan tesisin, ahşap köprünün, köpeklerin fotoğraflarını çekmeye başladım. Tesiste görünürde kimse yoktu. Genç turistin boğulduğu yere doğru yürüdük. Bir iki araç orada park halindeydi. Turistlerin bağlı olduğu turizm şirketi yetkilileri ve yerel gazeteciler araştırma yapıyorlardı. Bayram'da teknesiyle ceset aramaya devam ediyordu.  Dün boğulma olayı sırasında tur rehberlerinin koşuşturmalarını, turistleri kurtarmak için denize atlamalarını, yüz ifadelerini unutmam mümkün değil. Turist öldüğü için turizm şirketi yoğun bir baskı göreceği, tur rehberlerininde bu işten sorumlu tutulacağı muhahkaktı.  Karadenizle benim kumların üzerindeki gölgemin fotoğrafını çektim. Karadeniz her zamanki gibi iki kolunu birbirine bağlamış kaya gibi dik, sert ve gururlu bir şekilde duruyordu. Ardından tesise doğru gidip bir masaya oturduk. Karadeniz; Bayramın babasıyla konuşuyordu. Ben mutfaktan Bayramın eşinin verdiği tabakları masaya getirdim. Kahvaltıyı yaparken masanın sağında solunda her tarafta kediler vardı. Kimi kucağıma zıplayıp yiyecek bir şeyler istiyor kimi masanın altında miyavlayıp yemek istiyordu. Canlıların bütün amacı ağızlarına yemek koymak ve üremek olmalıydı. Cinsiyetinin erkek olduğunu sonradan öğrendiğim iri kıyım bir kedi ise bize hiç yaklaşmıyordu. Erkek kedinin özelliğiymiş. Kimseye sırnaşıp, bacaklarına sürtünmez, verirsen yer, vermezsen istemezmiş. Bu özelliği ile Karadenize benziyordu. İstemek ikisininde özelliği değildi. Ne istediklerini anlamak, dillerini çözmek senin görevindi.
Kahvaltı masasın oturuyorken 2-3 yaşlarında dünya tatlısı bir erkek çocuğu masaya gelip Bayramın eşinden birşey istedi. Bayramın eşi bu istekten rahatsız olmuş gibiydi. Hemen kucağıma alıp onu sevmeye ve öpmeye başladım. Beni sev, beni öp diyen bir çekiciliği vardı. Karşı koymak mümkün değildi. Hikayesini dinlediğimde ise sevgiyle birlikte üzüntü, acıma hisleriyle dolup taştım.
Babasının ikinci evliliğinden olma dünya tatlısı çocuğun annesi safçaydı. Adam ilgisiz, vurdumduymaz, içkici ve sorumsuz bir adamdı. Ormanda bekçi olan adama işlerini gördürebilmek için bir kasa içki veyahut bir miktar para vermek yeterliydi. Her işte yeteneksiz ve sorumsuz olan adam çocuk peydahlamak konusunda yetenekli olmalıydı ki iki evliliğinden de çocukları olmuştu. İlk karısından olma kızı geçimini sağlamak için dansözlük yapıyormuş. Eve yiyecek namına bir şey almadığından annesi dünya tatlısını bir şeyler vermesi için sürekli Bayramlara gönderiyordu. Böyle bir adama yardım yapmayı istemeselerde çocuk ve kadın için içleri elvermiyor istediklerini veriyorlardı. Dünya tatlısı çocuğun olan bitene aklı yetecek kadar yaşı büyük değildi. Aklı ermeye başladığında yaşayacağı, hissedeceği acıları düşünüp onun için üzüldüm. Böyle bir adama kızlarını veren ailelere kızdım. Dünya tatlısının Bayramın eşinin verdiği domatesler elindeyken bir kaç kare fotoğrafını çekip, sarılıp, öpüp gönderdim onu.
Kahvaltı masasını Bayramın eşiyle birlikte topladık. Bu tesisin görünürde ki tek çalışanı ise Bayram'ın eşiydi. Akşam yediğimiz balık, salata ve patates kızartması çok lezzetliydi. Bayram yemeklerin lezzetinden ve yapılmasında ki inceliklerden bahsetmişti akşam. Yemekleri hazırlayan, masayı hazırlayan, masayı toplayıp bulaşıkları elde yıkayan Bayramın eşiydi ancak yemeklerin lezzetinden ve güzelliğinden gururlanma hakkı Bayrama aitti. Masadaki müşterilerin ihtiyaç duyucağı şeylerin mutfaktan getirilmesi için kimse yerinden kalkmıyor mutfakta uğraşan Bayramın eşine sesleniyorlardı. Tesis geç saatte kapandıktan sonra ve tesis hizmete açılana kadar Bayramın eşi ev işleriyle uğraşıyordu. Ancak Bayramın eşi bütün olup bitenlerden, bu iş yükünden şikayetçi değildi. Asıl şikayetçi olduğu konu Bayramın çok alkol almasıydı. İçtiğinde kontrol edilemiyordu. Ramazanın eşi Bayramın içkiyi bırakacağı günleri umutla bekliyordu. Umutla beklediği birşey daha vardı. Doğuda bir üniversitede iki yıllık yüksekokul okuyan kızının bir işinin olmasını ve annesi gibi bir hayat yaşamayacağı günlere kavuşmasıydı. Bütün bu sıkıntılara kızı için katlanan Bayramın eşi ile işten fırsat bulduğu kısa zamanlarda yaptığımız sohbetlerde içinde bulunduğu zor durum ve umutsuzluğundan bahsediyordu. "Hastalanıp bütün bu işleri yapamaz hale gelsem kimse bana bakmaz üstüme başka bir kadın getirirler" diyordu. Sağlığına dikkat etmesi, kendisini çok yormaması telkinlerinde bulunuyordum ancak o şartlarda sağlığına dikkat edip vücudunu dinlendirebilmesi mümkün değildi. En acı olanı ise Bayramın eşi birde kaynana derdiyle uğraşıyordu. Bayramın annesi de bir kadın olmasına rağmen evin erkekleri gibi gelinine saygı, değer göstermiyordu. Onun emeğinden, gücünden, üretkenliğinden istifade ediyorlar ancak hak ettiği değeri hiç birisi göstermiyordu. Kaynanasıda muhtemelen aynı acıları çekip, gençliğinde çok çalışmıştı. Bayramın babası daha dinç daha sağlam görünüyorken, annesi daha çökmüş ve yaşlı görünüyordu.  
Karadeniz, Bayramın babası ve bir adam sohbet ediyorlardı. Ben mutfakta Bayramın eşiyle olan sohbetimden sonra gelip onlarla masada oturdum. Özlen çayının önceden çok temiz olduğundan, bir çok çeşit tatlı su balığı olduğundan bahsediyorlardı. Seracılık geliştikten sonra seracılıkta kullanılan tarım ilaçları atıklarının çaya atılmasından sonra bir çok balık türü yok olmuş. Karadenizin sohbetinden Bayramın babası çok etkilenmişti. Konuşurken "Hay sen çok yaşa Karadeniz!" Sen çok farklısın Karadeniz" sözlerini eksik etmiyordu.. Bayramın babası kendi çabalarıyla saz çalmayı öğrenmiş, bir kaç parçayı saz eşliğinde söyleyebiliyordu. Karadeniz yanında sazı çalmak için kullanılan mızraplardan bulunduğunu, kendisine getirebileceğini söyledi. Sohbetten sonra çadırlarımızı toplamak üzere kamp alanına doğru yola koyulduk. Köprüyü geçtikten sonra sazlıkların orda bir anne keçi bağırıp duruyordu. Bir şeyler onu rahatsız, huzursuz etmişti, ama ne? Karadeniz "ne oldu neden bağırıyorsun?" diye sordu ama keçi dilini henüz bilmediği için keçinin derdini anlayamadı. Çadırlarımıza vardığımızda kayalıkların üzerinde siyah yavru bir keçinin olduğunu gördük. Anne keçi meğersem yavrusunu yanına çağırıp duruyor, bağlı olduğundan yavrusunun yanına gelemiyordu. Yavru keçi ise sanırsam ergenlik döneminde olduğundan asice davranıyor annesinin sözünü dinlemiyordu. Annesinin kendisini yırtarcasına bağırması umrunda bile değil kayalıkların üstünde etrafa bakınıp duruyordu. Keçinin de fotoğrafını çektim. İnatçı keçi! Arkasını bize dönmüş, bizdende korkmuyordu.
Çadırlarımızı toplamaya başlamıştık. Çöplerimizi ve etrafta gördüğümüz toplayabildiğimiz kadar çöpüde toplayıp bir poşetin içine doldurup çöp kutusuna atmıştık. Çantalarımızı sırtlandık vedalaşmak için tesise tekrar gittik. Karadeniz mızrabı Bayramın babasına verdi. Yaptığımız kahvaltının parasını vermek istediğinde Bayramın babası para almak istemedi ancak Karadeniz diretip parayı ona verdi. Yolda içmek için suda aldık.  İyi niyet ve aradaki samimiyetten istifade edip kahvaltının parasını ödemekten kaçmanın doğru olmadığını söylemişti Karadeniz. Bayramın eşiyle ve babasıyla vedalaşıp yola koyulduk. Biraz ilerde elinde kamera ve mikrofon olan iki adam gelip Karadeniz'e "dün turisti kurtarmaya çalışanlar arasında sizinde olduğunuzu söylediler, bize olayı anlatabilirmisiniz?" diye sordular. Karadeniz dünkü boğulma olayını anlattı, adam bir kaç soru sordu. Ben bu arada kafamdan turist öldüğü için Karadenizi karakola götürüp ifadesini alacaklarını görgü tanığı olduğum için benide götüreceklerini, bizi hapishaneye atacaklarını, Likya yolu yürüyüşümüzün yarıda kalacağını hayal ediyordum. Karadeniz yerel gazetecilere ropörtaj veriyorken bende hayallerimle uğraşıyordum.
Tekrar yollardayız. Toprak yoldan ilerliyoruz. Yolun sağ ve solunda ağaçlar var. Karadenizle yanyana yürüyoruz. Şaşılacak iş! Onunla aynı hızda nasıl gidebiliyordum? Hızım artmıştı galiba. Yoksa Karadeniz mi yavaşlamıştı. Karadeniz bir şey söylemesede acı çektiği belli oluyordu. Sırt çantasını indirmeden bacağının bir tanesini havaya kaldırmış, kendi batonunu bacağının altına koyarak bacağının havada kalmasını sağlamış, eğilmeden ayakkabısını çıkarmıştı. Ayak parmakları birbirine geçmiş, ayağında yaralar oluşmuştu. Yeni aldığı trekeeng ayakkabısı deyim yerindeyse ayağının canına okumuştu. Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste diye boşuna dememişler. Yürüdüğümüzün ilk günü sırtındaki ağır yükle tazı gibi koşan, beni yavaş olmakla itham edip askerleriyle kıyaslayan Karadeniz yürümekte zorlanıyor hale gelmişti. Vay be ! Bu günleride görecekmiydim?
Bir kör bir topal yolda yavaş yavaş aheste aheste ama yanyana yürüyorduk artık. Şartlar eşitti. Yol harika bir yoldu. Arada duyduğumuz takırtı seslerinin birbirine kur yapan kaplumbağalardan geldiğini anlıyordum. Yürüdüğümüz bu yol kaplumbağa cumhuriyetine ait olmalıydı. Her yerde kaplumbağaları görebiliyordum. Ağaçlardan kestikleri odunları üst üste sıralayarak yol kenarında duvar yapmışlardı. Odun duvarlara yaslanarak fotoğraf çekinmiştim. Kısa kısa mola vererek ilerliyorduk.Çanta omuzumu açıtmış, kemiklerim ağrıyordu. Toprak yolun kenarında bir çeşme görmüştük. Burada mola verip oturduk.  Karadenizin ayağı fena olmuştu. Yerinden kalkacak hali yoktu. Çeşmede boşalan su şişelerini doldurdum. Yanımda getirdiğim yara bantlarını Karadenize verdim. Ayağındaki yaraları sarmıştı. Orada biraz dinlendikten sonra yola devam ettik.
Kumluova beldesine vardığımızda Karadeniz portakal ağacıyla fotoğrafını çekmemi istedi. Daldaki portakallar henüz yeşil, olmamıştı. Kumluovada her yerde seralar vardı. Yolda ilerlerken 1 ve 4-5 yaşlarında iki çocuğu yanıma çağırıp onların fotoğraflarını çektim. Yoldaki bakkaldan fanta ve bisküvi alıp ilerledik. Fantanın o tadını seviyordum ancak o yolda tadı çok daha güzel gelmişti. Letoon antik kentine 1 km daha yol yürüyecektik. Önümüze çıkan başka bir bakkaldan ekmek alıp Letoon şehrine doğru tekrar yürüdük. Letoon şehrinde geçmiş ve gelecek bir aradaydı. Günümüzün evleri ile geçmişin yapılarından arta kalanlar bir aradaydı. Etrafı demir tellerle çevrili olan antik kentten günümüze pek bir şey kalmasada geçmişte yaşayanların fısıltılarını kulağınızı kabarttığında duyabiliyordunuz. Tellerin olmadığı bir yerden antik kente girmiş, çantalarımızı sırtımızdan indirmiştik. Tarihi eser kaçakcıları ve kötü niyetli insanların kolayca hırsızlık yapabileceği, güvenlik önlemlerinin yeterli düzeyde olmadığı bir yerdi. Tarihe ve tarihi eserlere yeterince önem vermeyen bir millet olarak bunlar kaçınılmaz sonuçlardı. Ardımda bıraktığım insanlarda bir gelişme olup olmadığını merak ediyordum. Telefonumu açtığımda bir çok kişinin beni aradığını ve mesaj attığını gördüm. Çok sevdiğim Kemal amcamın oğlu arabasıyla bir yayaya çarpmış, bir kişinin ölmesine neden olduğundan hapse atılmıştı.  Geçmiş olsun dilemek ve acısını paylaşmak için telefonla aradığım Kemal amcamın sesi sakin görünsede olanlardan çok üzüldüğü belli oluyordu. Çarptığı yayanın alkollü olması hafifletici bir neden olarak görülsede bir insanı öldürmüş olmanın acısı kaldırabilecek miydi?  Ölen ve öldüren için ne kadar büyük bir imtihan.... Acı haber tez yayılmış, bu kötü haber Likya yolunu yürüyen benim bile kulağıma kadar gelmişti. Üzülmekten ve dua etmekten başka elden bir şey gelmiyordu malesef.  Letoon antik kentini gezerken cep telefonumu açık bıraktım. Karadenize bu kötü durumu söylediğimde hiç bir şey söylememişti. Acımı onunla paylaşıp iki laf ederiz diye umuyordum ancak umduğum olmamıştı.
Antik kente ait bir çok fotoğraf çekmiştim. Elimde likya yoluna ait kitap, bir taşın üstüne oturmuş okurken (okuyormuş gibi görünen) ki fotoğrafımı fotoşopta biraz düzenledikten sonra facebooka yüklediğimde bir arkadaşım bu fotoğrafıma bakıp şu yorumu yapacaktı. "Çoraplarına bayıldım!"  Bu pozun kaynağı Karadenizdi. Antik kenti bir yandan geziyor bir yandan bu kent hakkında bilgi edinmeye çalışıyordu. Kitabı okurken ona fotoğraf çekmiştim. Fotoğrafı beğendiğimden aynı pozdan benimde olmasını istemiştim. M.Ö 7. yüzyılda kurulan bu şehir, o zaman ki teknolojiyle nasıl yapıldığını ve günümüze kadar nasıl ayakta kaldığını bilmiyorum.O taşları nasıl kaldırdılar, nasıl üst üste koyup, yüzyıllarca ayakta kalmasını sağladılar. Bu şehri yapan insanları takdir etmek gerekiyordu.
Arka yoldan kaçak olarak girdiğimiz antik kentin giriş kapısına gelmiştik. Likya yoluna ait detaylı ve güzel bir harita aldık. Girişte bir ücret ödemediğimiz için çıkışta bizden makbuz karşılığı para aldılar. Bu olağan üstü güvenlik önlemlerine ve tarihi eserlere gösterilen ilgi ve bakımın karşılığında ücreti haketmişlerdi nede olsa! Binlerce yıl önceki insanların emeklerini çabasız emeksiz sergileyip gelir elde etmeyi doğru bulmuyorum. Girişteki antik kent hakkında ki bilgilendirme tabelasının fotoğrafını çektikten sonra tekrar yola koyulduk.
 Hemen hemen her seranın ve direğin üzerinde tarım ilaçları, tohum ve sera malzemelerinin tanıtımı hakkında bir reklam yazısı görüyorduk. Yol kenarında bir seranın üstüne yazılmış yazı dikkatimizden kaçmadı. İtinayla Tünel Çekilir = 05xxxxxxx diye el ile yazılmış reklam yazısındaki telefon numarasının üzeri karalanmış altına "Öldü" yazılmıştı. Seralara tünel çeken kişi ölmüş olduğundan böyle yapmışlardı. O esnada bu olay traji komik geldiğinden tebessüm etmiştim. 
Xanthos'a 4 km daha yürümemiz gerekiyordu. Kumluova Belediye binasının önündeki havuzun kenarına oturduk. Havuzun ortasında ki yapay şelalenin üstünde Atatürk heykeli vardı. Belediye binası dediğime bakmayın,  Alt katı Ptt ve telefon bayi üst katı ise Belediye olan küçücük, gösterişsiz bir binaydı. Biraz dinlendikten sonra tekrar yürüyoruz. Burda en çok dikkatimi çeken şeylerden birisi ise herkesin motorsiklet kullanmasaydı. Şalvarlı kadınları çocuklarıyla birlikte motorsikletin üstünde görmek hoş bir manzaraydı.  Kumluovanın içinde Xanthos şehrinin yolunu sora sora ilerliyorduk. Akşam kızıllığı ortaya çıkmaya başlamıştı. Gün boyu oturup bir şeyler yemediğimiz halde çok açlık hissetmiyordum. Bünyem açlığa alışmış olmalıydı ve yahut fantadan aldığım enerji açlık içsesimin kesilmesine neden olmuştu.
Evlerinin önündeki duvardan yola sarkan dev kaktüslerin olduğu yoldan ilerlerken bir köpek fena halde bize havlıyordu. Sahibi susturmaya çalışsada bizi parçalayacakmış, her an saldıracakmış gibiydi. O yolu geçtikten sonra bahçesinde çadır kurabileceğimiz bahçeli bir ev aramaya başladık. İlk girdiğimiz evdeki kadın buranın sahibi olmadığını burada çalıştığını o yüzden izin veremeyeceğini söylediğinden oradan ayrıldık. Başka bir bahçeli eve girdiğimizde de izin alamamıştık. Kimse yabancıların bahçede kamp yapmasını istemiyordu. Karadeniz bir duvarın üzerinde çantasını bırakmış, burada beklememi söyleyip bize uygun yer aramak için yanımdan ayrılmıştı. Oturduğumda yorgunluğumu ve bacaklarımın ağrısını daha fazla hisseder olmuştum. Karadeniz yüzünde çok mutlu bir ifade ile geri döndü. Gözlerinin içi gülüyordu. Bir şey söylemesede yanında olduğum için mutlu olduğunu hissetmiştim. Xanthos şehrinde kalacak bir otel pansiyon olmadığından arabalara atlayıp başka bir şehire gitmemiz gerekiyordu ancak bu saattede araç bulamayabileceğimizi söylüyordu. Çantaları sırtlayıp yürümeye başladık. Ne yapacağımızı bilmeden ilerliyorduk. Eşen çayının üstündeki köprüye geliyoruz. Eşen çayı Muğla-Antalya il sınırını da çiziyor, köprüyü geçince aynı zamanda Muğla’dan Antalya’ya da geçmiş oluyorsunuz. Köprünün ortasında iken bir motorsikletin üzerinde iki kişi yanımızda durdu. Motorsikleti kullanan kişi bize ingilizce selam verdikten sonra bizi yabancı turist zannettiklerini anladık. Türk olduğumuzu anladıktan sonra motorsikletin arkasında ki kişi sözü aldı. Bu şehirde kalacak bir pansiyon bulunmadığını, akşam olduğunu, istersek kendilerine misafir olabileceğini söylediğinde ilk önce tedirginlik yaşadım. Bu adam kimdi? Hızırmıydı yoksa belanın yüze gülerek gelenimiydi? Karadeniz bana baktığında bir cevap vermedim kararı Karadenize bırakmıştım. Karadeniz neye karar verirse onu yapmak zorundaydım, başka bir seçeneğim yoktu. Karadeniz bu yabancıdan gelen teklifi kabul ettiğinde motorsikletlerinin peşinden evlerine doğru yürümeye başladık. Evleri 2 katlıydı, çatısı yoktu. Evlerinin giriş kapısı evin arka tarafındaydı, ikinci kattaki evlerine girebilmek için evin dışına yapılmış merdivenleri tırmanmak gerekiyordu. Dış kapının önünde lavabo vardı. Bizi kapıda hamile genç bir anne adayı karşıladı. Şalvar giymiş, tombik genç anne çok şirin görünüyordu.. Evlerinin üzerine çadır açmak için izin verseler yeter diye düşünüyordum. Çantaları dış kapının yanındaki üst kata çıkan merdivenlerin üzerine koyup oturma odasına geçtik.  Bizi yolda durdurup evine getiren gencin ismi Ekrem'di. Eşi 7 aylık hamileydi. Rastladığı yolda kalmış, kalacak bir yeri olmayanları evine getirip ağırlayarak iyilik yapıyor, yaptığı hayırın  rahmetli babasının hayrı için yaptığını söylüyordu. Köprüden geçerken başka bir adama yol sorduğumuzu görmüş yabancı turist zannettiği için motorsikleti kullanan ingilizce bilen arkadaşıyla yol tarif etmek için yanımızda durmuşlardı. Türk olduğumuzu ve kalacak bir yerimiz olmadığını anladıktan sonra Karadenizin başındaki komando şapkası, Karadenizin asker görüntüsü ve benim bayan olmamdan dolayı bizden zarar gelmeyeceğini düşünüp bizi evine kalmak için davet etmişti. İnsanlara güven veren bir görüntümüzün olmasını bilmek ne kadar hoş. Karadeniz ise "siz davet etmeseydiniz çayın kenarında çadır kurar, ben uyumaz nöbet tutardım" diyordu. Kahramanım benim...
Dışardaki lavobada elimi yüzümü yıkamak için çıktım. Lavoboya gitmek için uzun bir koridordan geçmek gerekiyordu.  Ayaklarımın tabanına basamıyor yan yürüyordum. Karadenizin durumu ise daha kötüydü. Ayakları su toplamıştı.  Evlerinin balkonunda oturduk, Ekremin eşi içerde yemek için bir şeyler hazırlıyordu.  Akşam yemeğini yemek için yere hazırlanan sofraya oturduk. Yere oturup kalkarken kanapeden destek alıyordum. Ağrılar dayanılmazdı. Ekrem yemek yemeye başlamadan önce ellerini kaldırıp yemek duası yapalım dediğinde ellerimizi havaya kaldırmıştık. Ekrem duayı okuduktan sonra "amin" deyip yemeye başlamıştık. Çok şükür inançlı, kendilerinden zarar gelmeyeceğini düşündüğüm insanların evlerine konuk olmuştuk düşüncesiyle yemeye başlamıştım. Özellikle hamile bir bayanın olduğu ev ve yemekten önce dua okuması bana güven hissi uyandırmıştı. Karadeniz çok fazla yememiş, biraz sonra kenara çekilmişti. O yemeği erken yiyip kenara çekildiği için bende yemekten fazla yiyememiştim. Aç kalkmıştım! Yemekten sonra balkonda oturduk. Karadeniz ayağında ki su kabarcıklarını patlatıp, derilerini soyuyordu. Ayağı çok kötü görünüyordu.
Ekrem kendisine satılan 200 tl değerindeki cdli eğitim setinden  bahsediyordu. Piyasa fiyatının çok üstünde aldığı bu set ile kazıklandığını komik bir şekilde anlatıyordu. Ekreme Karadenizle benim arkadaş olduğumuzu söylediğimizde buna çok şaşırmış ve inanmamıştı. Bu devirde bir erkek bir kızla dağlarda yürüyüp ona nasıl tecavüz etmiyordu! Ohaaa Ekrem... Dağlarda yürüdüğümüz için şaşkınlığını anlıyorumda tabirlerini biraz inceltip öyle düşüncelerini söylesen ya... Bizim toplumumuzda erkek ile kadın yanyana görüldüğünde ya eş ya kardeş ya akraba olarak düşünülebiliyordu. Akraba ve eş değilsen bir erkekle bir kadını ancak yatakta hayal edip aralarında kesin bir şey var diye düşünebiliyorduk. Büyüklerimiz öyle düşündüğü için bizde öyle düşünmek üzerine yetiştirilmiştik. Bunu ilk kim düşündüyse çıksın ortaya! Fesatın başı, suçlu o...
Ekremin henüz evlenmemiş bekar bir abiside vardı ve bu evde yaşıyordu. Biraz televizyon, biraz sohbet derken yorgun olduğumuzu, uyumamız gerektiğini söyleyip oturma odasında ki kanepeleri açıp yataklarımızı hazır etmeye başlamışlardı. Karadenizle aynı odada yatacaktım! Bu yürüyüşte herşey o kadar normaldi ki anormal olan bir tek Karadenizle aynı odada yatmam olabilirdi ancak! Ne saf saf düşünüyormuşum yav... Gece boyunca sivriler bizi rahat bırakmadığından Karadeniz arada kalkıp duvardaki sivri sinekleri öldürdü. Gece bir ara tuvalete kalkmış tuvaletten çıkarken (dış kapının hemen yanında tuvalet var) dış kapıdan içeri giren Ermanın abisiyle karşılaştık. Tedirgin olmuştum, hemen yattığımız oturma odasına gelip yattım. Bir ara evin dışında peş peşe atılan silah ve bağıraşan insan sesleri  huzursuzluğumu artırmıştı. Nasıl bir yerdi burası?
Bu gece pek rahat uyuyamayacaktık!

15 Eylül 2010 Çarşamba

Likya Yolu (15 Ekim 2009)


Fotoğraftaki kız kurtulan turist arkadaki vefat eden turist

Belceğiz sabahına çadırımda gözlerimi açtığımda Karadeniz çoktan kalkmış olduğunu farkettim. Gece karanlıkta kafamın içine doluşan bütün canavarlar, katiller, tecavüzcüler, azılı hırsızlar gün ışığı ile birlikte kafamın içinde ki gizli yerlerine saklanmışlar, ortaya çıkmak için ıssız ve karanlık yerleri bekliyorlardı. Etraf gece hayal ettiğim gibi hiçde korkunç bir yer değildi.  Yeşillikler ve ağaçlar içerisindeydik. Baykuş çığlıklarının yerini kuş cıvıltıları almıştı.Çadırlarımızın biraz ilerisinde yeni yapılmış betondan su sarnıcı vardı. Karadeniz su sarnıcından çıkarttığı su ile traş olmuş, orada bulunan leğen ve kova ile kirlenen pantolon ve tişörtünü yıkıyordu. Bende elimi yüzümü sabunlayıp temizlenmeye çalışıyordum. Bir elimle kovadaki suyu elime boşaltıp köpüklü haldeki yüzümü yıkayamadığımdan yardım talep etmediğim halde Karadeniz gelip suyu ellerime dökmüş yüzümü yıkamama yardımcı olmuştu.
Temizlendikten sonra sıra ateş yakıp kahvaltı yapmaya gelmişti. Ateş için odun toplamak amacıyla kamp alanından uzaklaştım. Karnımda ağrı vardı. 5 gündür büyük abdestimi yapamamanın vermiş olduğu rahatsızlık, huzursuzluk vardı. Yaşamın devamı için ağzına yiyecek bir kaç lokma girmesi ne kadar önemliyse, yediklerinin artıklarını vücuttan atabilmekde o kadar önemliydi. Bu önemli olaylar rutin olarak sorunsuzca gerçekleştiğinde kıymetlerini anlayamıyordunuz. Afrikada açlıktan kırılan insanlar için beslenmek ne kadar önemliyse, bağırsak kanseri veya diyaliz hastası olmuş dışkısını yapamayan bir insan içinde rahat tuvalete çıkmak o kadar önemliydi. Ne kadar acizdik, ne kadar hassas ve zavallıydık. Trilyonlarca farklı hücrenin birleşmesinden bir araya gelmiş kusursuz insanoğlu yaşamının devamı için başka canlı hücrelere, moleküllere ihtiyaç duyuyordu. Atık olarak attıklarımız bile boşa gitmiyor başka canlılar tarafından nimet olarak kabul ediliyordu. Nasıl bir düzen, nasıl bir intizam! Aklın alması mümkün değil... 5 günlük ızdırabın sonunda dışarı atabilmenin sonsuz mutluluğu ile yazılmış şükür sözleri bunlar. Karnımızı doyuracak nimet bulduğumuz için nasıl şükrediyorsak, insanın küçük veya büyük farketmez idrarınını yaptıktan-yapabilmesinden sonrada şükretmesi gerektiğini düşünüyorum.
Çevrede gördüğüm dal ve çalıları toplayıp ateş başına getirdim. Ballı çayımız ve azık olarak taşıdığımız ne varsa çıkartıp yemeye başlamıştık. Biraz sonra üzerindeki kıyafetlerinde kırk yama olan bir adam çıkıp gelmişti. Yanında gün içerisinde yemek için taşıdığı ev yapımı ekmeğini bize vermişti. Bizde ailesine yetecek kadar nescafe vermiştik. Buranın yerlisi olan adam için çadırla bir gece konaklayıp gidecek olan biz misafirler çok  dikkat çekici gelmiş olmalıydık. Baya oturduktan sonra adam kalkıp gitsin diye bekliyorum ama pek oralı olmuyor. Kalk gitde bizde işimize bakalım be adam! Karadenize bakıyorum hep böyle oturacakmıyız diye oda bir şey demiyor! Adam nihayet kalkıp gidiyor. Çadırlarımızı ve eşyalarımızı toplamaya başlıyoruz. Bu sefer yiyecek poşetlerinden bir meyvesuyu ve bir paket biskivüyü çıkartıp çantamın kenarına yerleştirdim. Karadenizin ne zaman ne yapacağı belli olmayan tavırlarına karşı kendimi savunmasız, aç susuz bırakmaya hiç niyetim yoktu! Nihayet akıllanmıştım. Dün su sarnıcın başında elimizi yüzümüzü yıkarken beni en yakın şehir merkezinde arabaya bindirip Manavgattaki arkadaşımın yanına göndereceğim gibisinden sözler etmeye de başlamıştı!  Yolda o kadar hantal ve yavaştım ki beni hızlandırmak için gaza getirmeye çalışıyor kendi askerlerinden bahsediyordu. Onun askerleri olsa bu yolları koşarak giderlermiş! Beni askerlerinden biri zannetmişti. Onun için bu yol bir görev, kendisi komutan bense bir askerdim! Onun gözünde Likya yolunu yürümeyi başaramayan zavallı bir erdim. Bu macerayı benim açımdan sonlandırıp yürüyüşe tek başına devam edecekti! Hiç bir şey dememiş, susmuştum!
Bu sefer erken hazırlanan ben olmuştum. Karadeniz toparlanana kadar çevrenin fotoğraflarını çektim. Hazırlandıktan sonra çantaları sırtlanıp tekrar yollara düşmüştük. Biraz yürüdükten sonra Likya yolu tabelasının altında sırayla birbirimizin fotoğraflarını çektik. O pozuma şu an hala bakıyorumda. Tek kelimeyle iğrenç! Likya yoluna ait güzel bir fotoğrafım yok! Hep Karadeniz yüzünden... Benim çektiklerim öylemi? Karadeniz hepsinde ayrı bir yakışıklı, ayrı bir güzel çıkmış. Onu gören arkadaşlarım bu kim, bekar mı diye bana soruyorlar ay! O kadar güzel çekmişim yani. Onun çektiklerinde ise yüzüme bakılmıyor bile.
Yürümeye devam... Akdenizin kenarından kenarından dağlardaki keçi yollarından yürümeye devam ediyoruz. Kayalıklardan ve bozkır bitkilerinden oluşan patika dağ yollarından ilerliyoruz. Karadeniz yol üstünde rastladığımız  su sarnıcında  biraz mola verip sarnıçta su olup olmadığının kontrollerini yapıyor. Gökyüzü bulutlu. Allahtan yakıcı bir sıcaklık yok! Tekrar yürüyoruz. Karadeniz bu sefer yolun biraz altındaki keçiboynuzu ağacından keçiboynuzu topluyor. Arada küçük molalar verip durması sayesinde bende dinlenmiş oluyorum. Yanıma aldığım mavi not defterine Karadenize olan borçlarımı not almıştım.  Not defterimi o ele geçirmiş yürüyüşle ilgili notlar almaya başlıyor. O deftere not yazarken bende cebimden çıkardığım Mp3 çalarımı çıkartıp dinlemeye başladım. Sezen Aksu'nun "Nihayet" adlı şarkısı...

Nihayet, nihayet, nihayet
Diyar diyar gezdim geldim
Safiyeti sezdim geldim
Kendi ateşiyle yanan pervaneydim
Yalanımdan bezdim geldim
Diyar diyar gezdim geldim
Safiyeti sezdim geldim
Kendi ateşiyle yanan pervaneydim
Yalnızlığımdan bezdim geldim

Şarkının nakaratında sesimi yükseltip bende şarkıya eşlik ediyordum. Kendimi fazla kaptırmış olacağım ki Karadeniz kulaklığımın bir tanesini çıkartıp "Sesinin çirkinliğinin farkında değilsin sanırım" dedi. Bende "O senin problemin" diyerek kulaklığımı takıp şarkı söylemeye devam ettim. Benim açımdan hayli zevkli olan bu mini konserimden sonra yürümeye devam ettik.
Gavurağılındayız.... Burada hafızama kazınacak kadar etkili bir yer gördüğümü hatırlamıyorum. Terkedilmiş bir yer. Hiç insan görmedik. Evlerin hepsi ıssız ve terkedilmiş görünümlüydü. Duvarında Pataralodge yazan yeni yapılmış villa tipi bir evin önünde ve likya yolunu gösteren tabelanın altında fotoğraf çekindikten sonra araç yolundan yolumuza devam ettik. Letoon'a 12 km vardı... Akdenizin kenarından yol almaya devam ediyorduk. Ben yine arkadan arkadan gidiyor Karadenizi takip ediyordum. Ağaç gölgesinde tekrar mavi defteri çıkarmış bir şeyler yazıyordu. Ne yazdığını merak ettiğim halde "ne yazıyorsun?" diye soracak halim olmadığımdan bu mola aralığını çantama yaslanıp dinlenerek geçiriyorum. Biraz dinlendikten sonra araç yolunu takip ederek tekrar yürümeye başlıyoruz. Denizi gören yollarda alabildiğine plajı ve denizi görebiliyordunuz. Bu yollarda çile çekmek yerine neden denizde ve plajda yürümediğimizi anlayamıyordum! Baya yürüdükten sonra Karadeniz sırt çantasını ve beni yol kenarında bırakmış, yolun üstündeki patika yolda Likya yolu işaretlerini aramak ve esas yolun nereye çıktığını görmek için yanımdan ayrılmıştı. İki dev gibi çantayla başbaşa kalmıştım. Ne kadar süre geçti bilmiyorum. Dakikalar saat gibi gelmeye başlamıştı. Sabah çantamın kenarına koyduğum bisküvi ve meyve suyunu çıkartıp hemen yiyip yuttum. Enerjim biraz yerine gelmişti. Bunu daha sık yapmalıydım! Tekrar çantaların başında beklemeye başladım. Dinlenip kendime gelmeme rağmen Karadeniz ortada görünmüyordu! Başına bir şey mi gelmişti? O yokken ya benim başıma bir şey gelirse? Yoldan araçlar gidip geliyordu. Beni ve çantaları çok rahat alıp götürebilirlerdi! Çantaları alıp gidebilirsiniz beni bırakınnnnn! Birisi gelip bana saldırırsa bende karşılıksız bırakmamak için biricik yoldaşım batonu kılıç gibi tutup kimse bana yaklaşmasın diye saldırgan görüntümü ortaya çıkartmıştım.
Ben kafamda bunları yazıp tek kişilik senarist, oyuncu, yönetmenden oluşan oyunumu oynarken Karadeniz çıkıp gelmişti nihayet! Likya yolunun işaretlerini takip ederek yolun nereye gittiğine bakıp geri dönmüştü. Özlen çayı, Kumluova, çok uzakta da olsa Letoon antik kenti ve Patara’nın uzun kumsalları kuşbakışı görüntüsünü görebilecek kadar yükseğe çıkıp manzarayı seyretmişti. Benide yol kenarında çantalara bekçi bırakmıştı. Bunu benim iyiliğim için yapmış olmalıydı. Ne de olsa kendimi bile taşıyamıyordum!
Ardından çantaları sırtlayıp araç yolundan aşağıya doğru sahile yürümeye başladık. Yupppyyyy!  Likya yolunun normal güzergahının dışına çıkmıştık. Özlen çayının Akdeniz ile buluştuğu yerde Uzunkumda (Karadere Plajı) çadırlarımızı kurmaya başlamıştık. Hemen ayakkabılarımı çıkartıp terliklerimi giydim. Çadırımı açıp üzerimdeki terden sırılsıklam olmuş kıyafetleri hemen çıkartmak istiyordum. Karadeniz çadırını kurduktan sonra yüzmek için çaydan geçerek denize gitmişti. Bende denize gitmek istiyordum. Ama o her yerimi orta yere çıkartan mayoyu giymek istimiyordum. Kocaman bir popom, kocaman iki baldırım, küçücük bir kafamla balinaya benzetiyordum kendimi. Ben bunları düşünerek çantamı çadırın içine boşaltmakla uğraşıyorken, içi turist dolu iki jip çayın ordaki kafetarya tarzı bir yerde durmuş turistler denizde yüzmeye başlamışlardı. Az sonra turistlerin denize girdiği noktada hareketlenmeler, bağırışmalar ve koşuşturmacalar başladı. Ne oluyor diye? o yöne baktığımda ilk önce bir anlam veremedim. Tekrar çantamla uğraşmaya başladığımda turistlerin olduğu yere doğru koşuşturmacaların arttığını gördüğümde bir şeylerin ters gittiğini anladım. Denizde birileri boğulmuş olmalıydı! Yüzme bilmiyordum, gitsem bile kimseye bir hayrım olmayacaktı. Orada gidip gitmemek arasında kaldım. Sonra aklıma Karadeniz geldi. Ya boğulan Karadenizse! Karadeniz kimdi ki? Ölse çok üzülürmüydüm? Aman Allah'ım! Gözlerimden yaşlar gelmeye başladı. Karadenizin ailesine ben ne cevap veririm. Allah'ım lütfen ona bir şey olmasın. Karadenizin bendeki yeri sandığımdan çok daha büyük olduğunun farkına burada vardım. Çaydan geçip bir an önce karşıya varmak istedim ancak çayın derinliğini bilmediğimden buna cesaret edemeyip köprüye doğru koşmaya başladım. Olay yerine vardığımda havluya sarılı bir turist kızı yerde oturmuş bekliyor, başında ise birkaç turist vardı. Denizden kurtarılıp çıkartılan kız bu olmalıydı! Kızın sağlık durumu iyi ve bilinci yerindeydi.  Çevreme bakınıp Karadenizi arıyordum ancak göremiyordum. Biraz zaman sonra denizdeki diğer turisttin bulanamadığı haberi geldiğinde turist kız ağlamaya başladı. Kızın ağlamaya başlamasından sonra bende çok kötü oldum. İlerde birisinin elindeki kolonyayı alıp kızı sakinleştirmeye çalışıyor ancak dilini bilmediğimden yeterince yardımcı olamıyordum. O kız kimdi, kaybolan kimdi hiç bir fikrim yoktu. Çevreme bakıp tekrar Karadenizi aradım. İlerde ayakta bekliyordu. Islanmıştı. Yanına gittim. Ne oldu? diye sorabildim. Yüzerken Help Help! yardım seslerinin üzerine turisti kurtarmak için oraya yüzerek gittiğini kızı kurtardıklarını ancak erkek turisti kurtaramadıklarını kendisinide az daha boğulmak üzereyken son anda tekneyle alıp kıyıya çıkarttıklarını söyledi. Kilitlenip kalmıştım, hiç bir şey söyleyemedim. "Korktun mu?" diye sordu Karadeniz "evet" diye başımı salladım. Eliyle gözümü silip gözlerimle ilgili güzel bir söz söyledi. (Burada tam olarak ne dediğini hatırlamıyorum. Ya ilk defa bir iltifat etti, güzel laf etti. Onuda unuttum iyimi. Keşke ona sorabilseydim ancak soramıyorum. Sorsamda hatırlamadığını söylerdi. Her gün yeni bir gündü. Taaa o tarihte ne dediğini nerden bilsin!) 
Orada en çok dikkatimi çeken ve hala unutamadığım şey oraya 20 kişi gelmelerine rağmen turistlerin bir çoğunun bu olayla yakından uzaktan alakalarının yokmuş gibi bir tavır sergilemeleriydi. Biz Türkler canımızı hiçe sayıp bir can kurtulsun diye çırpınıyorken, bir çokları bir şey olmamış gibi yüzmeye, yürümeye, konuşmaya devam ediyordu. Ne kadar soğukkanlı, ne kadar vurdumduymaz ve ilgisizlerdi! Allah'ım başıma böyle bir olay gelecekse lütfen Türkiye'de gelsin. En azından yardımıma koşacak Karadeniz gibi birilerini karşıma çıkar. Olay yerine Jandarmada gelmişti. Biz çadırlarımıza doğru geri dönmüştük. Çadırlarımıza girecekken ben "yüzmek istiyorum!" dedim. Haydaaaaa. Bir kişi boğulmuş, bir kişi boğulmaktan son anda kurtulmuş, deniz kudurmuşken yüzme bilmeyen Haccecanın yüzeceği tuttu! Üstelik Karadenizde bu olayın şokunu tam atlatamamışken.   Birde o mayonun içinde balina gibi duruyorken. Bu salaklığı nasıl yaptığımı bilmiyorum. Karadenizde hiç itiraz etmedi nedense! Neyse mayomun üstüne şortumu giyip çıktım. Fotoğraf makinamıda aldım. Karadenizle birlikte çayın ortasından geçtik. Boğulacak kadar derin değilmiş. Su belime kadar geliyordu. Çayı geçerken Karadeniz arkamdan "aman amannn!" diye seslendi. Ben ne oluyor? demeye kalmadan fotoğraf makinamın çantası suyun içine girmiş meğersem, çantayı kaldırdı. Çanta ıslandı ancak neyse ki makinaya bir şey olmadı. Dalgalı denizin içinde çok ilerleyemedim. Jandarmalar ordaydı. Ölen turistin cesedini arıyorlardı. Denizde benden başka bir Allah'ın kulu yoktu. Karadeniz ise iki kolunu birleştirmiş bodygard gibi bekliyordu. Denizde bir kaç adım yürüyüp çok durmadan çıktım.  Bütün hevesim kursağımda kalmıştı. Kaç gündür bunun hayalini kuruyordum! 
Çadırlara tekrar döndük ordaki tesiste akşam yemeği yemek üzere anlaştık. Bir saat sonra tesise gidip yemeğimizi yedik. Boğulma olayının detayları bütün gece konuşuldu. İşletmenin sahibi Bayram bey içki içiyorken babası arka tarafta namaz kılıyordu. Bayram Beyin babası yemek yediğimiz bu işletme için yaptığı mücadelelerden bahsediyordu. Bayram bey, babası ve Bayram Beyin eşi  Karadenizle beni eşmisiniz diye sormadan karı koca ilan etmişlerdi. Bizde "hayır eş değiliz" diye hiç itiraz etmedik. O gece kısa bir yastan sonra Karadeniz orada bulunan bir sazla bize harika bir saz dinletisi yaşattı. Gece geç saatlere kadar süren sohbetten sonra çadırlarımıza geri dönmüştük. Rüzgar estiğinden ve hafif yağmur yağdığından çadırını panço ile yağmura karşı kuvvetlendiren Karadenizi duyar duymaz çadırımdan çıktım ve benim çadırımıda yağmura karşı kuvvetlendirdik.  Bir daha gülermiyim?... Tövbe tövbe....  
 Çadırlarımıza girip bir günü daha ardımızda bırakmıştık. 
Ölen o turist değilde Karadeniz olsaydı bu şoku asla atlatamazdım. Lanetli biri olduğumu düşünür ve hayata küserdim. Bir yerlerde yaşıyor olduğunu bilmek çok güzel bir şey.... Senin için üzgünüm Joanna... Ruhun şad olsun Joseph...