Görev Beni Çağırıyor... Seni de...

28 Kasım 2008 Cuma

Kürküm yesin ben tokum

Dün işten izin alıp kendime vakit ayırmak istedim. Bir arkadaşımın tayini Ankara'ya çıktı. Nebahat'le ikisine hediye aldım. Nebahat'e ketenden kenarı işlemeli masa örtüsü, Esra'ya ise çok güzel bir yüz havlusu aldım. Beyaz, kenarları ağır dantel işlemeli çok güzel bir havluydu. Aklım kaldı havluda, kendimede alacağım :)
İlk önce Nebahat'in iş yerine gittim, iş yerinden oda izin alıp, Esra'nın çalıştığı iş merkezine gittik. Yolda Nebahat evlenmek isteyipte neden evlenemediğini anlattı. Çok şükür hala bekar arkadaşlarım var. Asansörle 6. kata çıkıp Esra'yı bulduk. Esra, personel dinlenme odasındaydı. Evlilik karasını nasıl aldığını sordum.
-"Bir karar verdiğimi hatırlamıyorum ki. Hatta nişanlım bana evlilik teklifi bile yapmadı. Herşey oldu ve bitti" dedi. Gelecek ay düğün yapmayı düşünüyorlar. (Allah mutlu mesut etsin)
Biz sohbet ediyorken içeriye bir adam girdi. Kelli, felli, yaşını başını almış, kuru, zayıf bir adamdı. Bazı insanlardan farklı bir elektrik alırsınızya. O adamdan da tuhaf bir elektrik aldım. Odaya girdiğinden itibaren çok rahat konuşuyordu.
-"Esra böyle güzel arkadaşların vardı niye daha önce getirmedin. Arkadaşınızın tayini çıktı diye sakın gelmemezlik yapmayın" dedi. Ben cevap verme gereği hissetmedim. Nebahat cevap verdi.
-"Böyle beklendiğimizi bilseydik gelirdik daha önce. Üzülmeyin yine geliriz" diyerek adamla kinâyeli konuştu. Adam o kadar rahattı ki, sanki bizi kırk senedir tanıyordu. Gözleriyle baştan aşağı süzmeyi de ihmal etmedi. Beni konuşturmak için sorular sormaya başladı. Ben adamdan gözlerimi kaçırmaya çalışıyorum, pencereden dışarı bakıyorum. Adam;
-Çok sert birisine benziyorsunuz. Oturuşunuz bile diken üstünde.
-"Hayır, rahatım şu an."
-"Sizinle konuşuyorum, bana neden bakmıyorsunuz?" diye sordu.
-"Bakışlarınızdan ve konuşmanızdan rahatsız oldum. Siz öyle rahat konuşuyorsunuz ki, geri adım atmak zorunda kaldım. Tanımadığım insanlara içimi açmayı sevmiyorum.
-Siz içinizi bana açtınız bile!..
-Nasıl açmışım?
-"Tanımadığınız insanlara içimi açmayı sevmiyorum diyerek" dedi. Bu arada ben oturduğum döner koltuğu yan çevirdim, adamla göz göze gelmemeye çalışıyorum. Bakışlarıyla sanki içimi okuyacak. Adam beni korkuttu desem yeridir.
-"Beni söylediğim bir cümleyle değerlendiremezsiniz ki!!!"
-Çok zor birisiniz ve ben zor bayanları daha da çok severim.
-"Yazık, ben kolay kolay erkeklerden hoşlanmam" dedim. Gerildiğimi ve kızmaya başladığımı görünce benimle sohbeti bıraktı. Emekliliğine iki yıl varmış. Sonrasında Neşe Erberk'e bağlı mankenlik ajansı kuracakmış. Malesef ki, Türkiye' de başka türlü para kazanılmazmış. Üniversitede çok güzel kızlar varmış. Mış da mış mış. Ben hala yan dönmüşüm bakmıyorum bile adama. Bana dönüp:
-"Mankenlik ajansını kurduğumda seni de beklerim"
-"Teşekkür ederim ben işimden memnunum. İnsanların dış görünüşüyle bir yerlere gelmesine karşıyım, Türkiye bu zihniyette oldukça hiç ilerlemeyecek, hep yerimizde sayacağız." dedim. Adamda doğru konuştuğumu tasdik etti ama kendiside haklıydı kendince.
En son adam kapıdan çıkarken tokalaştı bizimle ve bana dönüp;
-"Seni yine bekliyorum" dedi ve gitti.
Adam daha bir sürü şey dedi ama benim hafızam çok kötü. Konuşmaları aynen yazamadım. Adamın konuşma sitili buymuş. Bir ara kızı yaşında olduğumuzu da söyledi, bekar arkadaşları olduğunuda söyledi. Koca bulacak bize!! Onun bulduğu kocadan hayır mı gelir? Karısından korkarmış; ağzında varmış, içinde bir şey yokmuş!!
Daha ne olacaktı acaba!! Kızlarla adam üstüne baya konuştuk. Konuşmanın finalinde böyle bir koca istemediğimize karar verdik.
Vay be. Ye kürküm ye. Kıyafetini biraz düzelt, eline, yüzüne bir şekil ver, her kapı sana açılıyor. Hele Türkiye'de. Bayansan, elin, yüzünde düzgünse, birazda bakım yap kendine; para kazanman çok kolay. Böyle erkekler olduktan sonra!!!
Kürküm göz alıcı değilken, kimse yüzüme bile bakmazdı. Ey kürk sen nelere kadirsin!!!

26 Kasım 2008 Çarşamba

Eskisi Gibi...



Acıların yüzüme tebessüm, içime kor
Yokluğun... Hüznüme gelip baş tacı ol
Karamsarlık değil bu. Sen gel hep benimle ol
Bitmeyen acılarım, yoluma ışık ol

Hasretini çekerek 'ah' ederim
Bitmeyen yollara düşer giderim
Acıyı omzuma vurup "daha yok mu?" derim
Sen gelmesende ben sensiz giderim

Bilmezler ki... 'Seni bilirim' diyenler
Seni sorup "hani nerede" derler
Gösteririm ırakları 'işte oradadır'
'Gelsinde acını alıp gitsin' derler
İstemem ne seni ne de hüznünü
Acılarım benimdir, asma gül yüzünü
Küstüğün gündür kerbala günü
Yanına yasladım solmuş gülümü
Diriltirsin belki eskisi gibi....
Haccecan

Sobelendim


  • Kızkardeşim çeyizine aldığım yatak örtüsünü beğenecekmi?
  • Ay sonunu ben bu maaşla zor getiriyorum, geliri olmayan insanlar nasıl geçiniyor?
  • Kitap yardımı diye facebookta grup oluşturdum, hiç ilgi görmedi. "Facebookta ebemi bile bulacağım" grubunun yüzlerce üyesi var. Ne kadar doğru ve güzel konularla ilgileniyoruz böyle!!!İnsanların duyarsız ve ilgisiz olduğunu bir kez daha gördüm.
  • Küresel ısınma sonucu dünya yaşanmaz hale geldiğinde insan oğlu napacak? Allah'a yalvarıp "biz dünyayı yaşanmaz hale getirdik bize yaşanabilcek yeni bir gezegen yarat" mı diyeceğiz?
  • İnsanlar şikayetten ve tüketimten hoşlanıyor, üretim, yapıcılık ve çözüm bulmak çok az insana mahsus.
  • Hüseyin Soykök kaç gündür ortalıkta görünmüyor, başına kötü bir şey mi geldi?
  • Bu 60 saniye sobelemesini kim ortaya çıkarttı? Ortaya çıksın. Neden 60 saniye diye soracağım ona.. 60 saniye yazmaklamı uğraşayım, düşünmeklemi?
  • Enfeksiyon kapmışım, canım çok yanıyor, doktorumuz iki ilaç verdi.
  • Laborantlar idrar tahlili yapmak için idrarı eline aldığında ne düşünür?
  • Çanakkale Mahşeri'ni hala okumadım. Odama gelip gidenler bile kafama taş atıyor. Hala bu kitabı bitirmedin mi diye...
  • Bilgisayar başında çok vakit harcıyorum, sadece blogları dolaşmak bile bir sürü zaman gerektiriyor. Yinede zamanımı boş geçirdiğimi düşünmüyorum. Mesai saatleri içinde işin yoksa dedikodu yaparsın. "Dedikodumu, blogmu?" diye sorsalar kesinlikle blog derdim.
  • Sevgili Uci beni sobelemiş. Sobe konumuz "60 saniyede neler düşünüyorum" Düşüncelerimin çoğu soru olarak ortaya çıkmış. Meraklı ve sorgulayan bir yapım var galiba. Bende Taluyka, Birsen ve Hüseyin Soykök' ü sobeliyorum. Kolay gelsin...

25 Kasım 2008 Salı

Atatürk ve Nine


Atatürk'ün Yaveri anlatıyor:
Gazi, çiftliğinde dolaşıp hava alırken oldukça yaşlı bir kadına rastladı. Atatürkattan inerek bu ihtiyar kadının yanına sokuldu.
- "Merhaba nine." Kadın Ata'nın yüzüne bakarak hafif bir sesle;
- "Merhaba" dedi.
- "Nereden gelip nereye gidiyorsun?" Kadın şöyle bir duraklayıp;
- "Neden sordun ki" dedi. "Buraların sahibi misin? Yoksa bekçisi mi?" Paşa gülümsedi.
-"Ne sahibiyim ne de bekçisiyim nine. Bu topraklar Türk milletinin malıdır. Buranın bekçiside Türk milletinin kendisidir. Şimdi nereden gelip nereye gittiğini söyleyecek misin? "
Kadın başını salladı.
-"Tabii söyleyeceğim, ben Sincan'ın köylerindenim bey, otun güç bittiği, atın geç yetişdiği, kavruk köylerinden birindeyim. Bizim muhtar bana bilet aldı trene bindirdi, kodum Angara'ya geldim."
-" Muhtar niçin Ankara'ya gönderdi seni?"
- "Gazi Paşamızı görmem için. Başını pek ağrıttım da...Benim iki oğlum gâvur harbinde şehit düştü. Memleketi gâvurdan gurtaran kişiyi bir kez görmeden ölmeyim diye hep dua ettim durdum. Rüyalarıma girdi Gazi Paşa. Ben de gün demeyip muhtara anlatınca, o da bana bilet alıverip saldı Angaraya, geceleyin geldimdi. Yolu neyi de bilemediğimden işte agşamdan belli böyle kendimi ordan oraya vurup duruyom bey."
- "Senin Gazi Paşa'dan başka bir isteğin var mı?"
Kadının birden yüzü sertleşti.
-"Tövbe de bey, tövbe de! Daha ne isteyebilirim ki... O bizim vatanımızı gurtardı. Bizi düşmanın elinden gurtardı. Şehitlerimizin mezarlarını onlara çiğnetmedi daha ne isteyebilirim ondan? Onun sayesinde şimdi istediğimiz gibi yaşıyoz. Şunun bunun gâvur dölünün köpeği olmaktan onun sayesinde kurtulmadık mı? Buralara bir defa yüzünü görmek, ona " sağol paşam!" demek için düştüm. Onu görmeden ölürsem gözlerim açık gidecek. Sen efendi bir adama benziyon, bana bir yardım ediver de Gazi Paşayı bulacağım yeri deyiver."
Atatürk'ün gözleri dolu dolu olmuştu, çok duygulandığı her halinden belliydi. Bana dönerek;
- "Görüyorsun ya Gökçen, işte bu bizim insanımızdır... Benim köylüm, benim vefalı Türk anamdır bu. "
Attan indim. Yaşlı kadının elini tuttum "anacığım" dedim, "sen gökte aradığını yerde buldun, rüyalarını süsleyen, seni buralara kadar koşturan Gazi Paşa yani Atatürk işte karsında duruyor." Köylü kadın bu sözleri duyunca şaşkına döndü. Elindeki değneği yere fırlatıp Atatürk'ün ellerine sarıldı. Görülecek bir manzaraydı bu. İkisi de ağlıyordu. İki Türk insanı biri kurtarıcı, biri kurtarılan, ana oğul gibi sarmaş dolaş ağlıyorlardı. Yaşlı kadın belki on defa öptü atanın ellerini. Ata da onun ellerini öptü. Sonra heybesinden küçük bir paket çıkarttı. Daha doğrusu beze sarılmış bir köy peyniri. Bunu Atatürk'e uzattı;
-"Tek ineğimim sütünden kendi ellerimle yaptım Gazi Paşa, bunu sana hediye getirdim. Seversen gene yapıp getiririm." Paşa hemen orada bezi açıp peyniri yedi. "Çok beğendiğini" söyledi. Sonra birlikte köşke kadar gittik.Oradakilere şu emri verdi;
-'Bu anamızı alın burada iki gün konuk edin!Sonra köyüne götürün. Giderken de kendisine üç inek verin benim armağanım olsun.
Acaba oy zamanı oyunu 2 kilo şekere, 5 kilo kömüre satan, bugünkü Türk insanına mı benziyor bu NİNEM... Ya da ülkeyi babalar gibi satan siyasilere mi benziyor ATAM... Ne dersiniz?...

İnsanlığın sonu...



İki yıldır "5 Haziran Dünya Çevre Günü" ile ilgili yaptığımız faalitleri rapor halinde düzenleyip bir üst kademeye gönderiyorum. Faaliyet olarak yaptıklarımız ise iki senedir aynı. Hiçbirşey... Bir şeyler yapıyoruz aslında ama yaptıklarımız bana göre hiçliği ifade ediyor. 5 Haziran gününde yaşadığımız çevre aklımıza birazcık geliyor; o gün ilkokul öğrencilerimiz yollara dökülüp büyüklerinin yere attığı çöpleri, sigara izmaritlerin, kağıtları, poşetleri, plastik şişeleri, metal kutuları topluyorlar. O küçükler büyüdüğünde ise attıkları çöpleri ondan daha küçükler toplayacak...
Günümüzde çevre, çevre kirliliği bambaşka bir boyut kazandı. Çöpleri toplamakla kurtulamayacağımız kadar büyük bir konu. Küresel ısınmayı duymayan yok gibi. Duyduk ne değişti peki... Hiç birşey. Belki bir şeyler değişmiştir ama bana göre yine hiçliği ifade ediyor.
Sevgili Beenmaya'nın bloğunda rastladığım videoyu paylaşmak istedim. Kendi elimizle sonumuzu hazırılıyoruz. İzleyin

22 Kasım 2008 Cumartesi

Kitap içinde hikaye


Acele ederek işlerini bitirmeye uğraşıyordu. Bitirip bir an önce eline alacak, soluk almadan okuyacaktı kitabı.
...
Bulaşıkları yıkamış, evi süpürmüş, öğle yemeğini ocağa koymuştu. Baştansavmada olsa bitirmişti işlerini. Kitabı eline aldı, teypten sevdiği bir müziği açtı, başının altına bir yastık koydu ve kanapeye uzandı. Ruhunu kitabın sayfaları arasında dolaştırmak için can atıyordu. Kaldığı sayfayı bulmak için sayfaları kurcaladı, kaldığı yerden okumaya devam etti.
"Roxy, Yusuf'la aralarında kimyasal bir bağ olduğuna inanıyordu. Çünkü şimdiye kadar hiçbir erkeğin tenini bu kadar çok sevmemiş, bu kadar benimsememişti. Bu yüzden o vücuda her gece vantuz gibi yapışmak geliyordu içinden. Yusuf'un, tıraş losyonu kullanmasına karşı çıkıyordu; çünkü onun bedeninin kokusunu seviyordu Roxy. İçini rahatlatan, onu sakinleştiren ve giderek vazgeçilmez olan bir kokuydu bu. Bir Alman dergisinde nörolojik bellekle ilgili bir yazı okumuştu. Mesela el, okşadığı teni yıllar sonra bile hatırlama özelliğine sahipti. Beden de bir eli hatırlıyordu. Onun bedeni de artık Yusuf'a alışmış, ona çıplak sarılmayı, rahatlatıcı bir terapi gibi algılar olmuştu. Ayrıca cinsel uyumlarında çok önemli bir yan daha vardı. O da Yusuf'un sevişme boyunca Roxy'ye ve onun bedenine gösterdiği saygıydı. Böyle bir şey ilk kez oluyordu. Bir erkeğin kadın bedenine saygı gösterdiğini ilk kez görüyordu. Bundan önce yatmış olduğu Alman ve Türk genç erkekler, onu hırpalıyor, seyrediyor, neredeyse ona şişme kadın muamelesi yapıyorlardı. Çünkü artık genç erkekler sevişmeyi geleneksel yollardan ve deneyimli kadınlardan değil, her yerde bulunabilen porno filmlerinden öğreniyorlardı. Roxy Düsseldorf'taki dükkanda da aynı şeyi gözlemişti, okul arkadaşlarının izlediği porno filmlerde de."
"Zırrr zırrrr" diye çalan zil ile daldığı kitaptan gerçek dünyaya çıkmıştı. Bazen karıştırıyordu. Gerçek dünya; hayal kurduğu zaman mı gerçekti yoksa istemediği hayatı yaşamak zorunda kaldığı zaman ki dünyamı gerçekti? Kapıya doğru yürüdü. "Kim o?" diye sormuş, bir cevap alamamıştı. Kapıyı yarım açtığında, kimseyi görememişti. Apartmanın dış kapısının oradan; aşağıdan zile basmışlardı. "Öff, apartmana girebilmek için rast gele zile basmayı bırakın artık" diye söylendi. Aşağıda ki kapıyı otomatiğe basarak açtı. Kitabı eline tekrar aldı, kanapeye uzandı ve okumaya devam etti:
Porno, kadın erkek ilişkilerinin çarpıtıldığı, son derece zalim bir alandı. Erkeklere hitap eden bu filmler kadın bedenini değersizleştiriyor; kadını zulmedilmesi, aşağılanması, kirletilmesi gereken ve erkeğin hizmetinde bir et parçası konumuna düşürüyordu. Korkunç bir şiddetti bu. Oysa genç erkekler bunu normal sanıyor, porno filmlerde gördükleri dünyayı kendi yataklarına da taşıyorlardı. Roxy, şiddete ve aşağılanmaya boyun eğecek biri değildi. Bu yüzden yatakta huysuzlanıyor, erkeklerin istediklerini yapmıyor, onlara bağırıp, çağırıyor ve özsaygısını yitirmemeye çalışıyordu. Onun bedeni bir deneme tahtası ve atış levhası değildi ki. Bir insan vücuduydu."
Gözlerini kitaptan ayırdı ve düşünmeye başladı. "Evlilik dışında bir kız nasıl yabancı erkeklerle ilişki yaşayabilir ki... Erkekler onu tabi kullanmıştır. Bir erkeği sevmeden ve onunla evlenmeden yatağa girerse olacağı bu tabi, oh olsun sana." Sonra düşündüklerinin saçmalığının farkına vardı ve güldü. Ne de olsa Roxy bir roman karakteriydi. Porno'nun nasıl bir şey olduğunu bilmediğinden üstünde pek fazla düşünemedi. Yazar "zalimce ve kadını aşağılayıcı" dediğine göre kötü bir şeydi. Cinselliği yaşamayan ama üstüne hayal kurabilen her genç gibi bu konuları merak ediyor, merağını gidermek için kitaplara sarılıyordu. Annesi veya babasıyla bu konuyu konuşması mümkün değildi, arkadaşları ise o kadar mantıksız şeyler anlatıyordu ki, bunların gerçek olmasına olanak yoktu. Cinselliği yaşamak ve öğrenmek bu kadar zor iken, üstünde bu kadar baskı varken birde artık porno ile de mücadele etmesi gerekiyordu. Omuzlarında ağır bir yük hissetti, yükten kurtulmak için tekrar hayal dünyasına dalmaya karar verdi ve kitabı okumaya başladı:
"Oysa Yusuf, daha ilk geceden itibaren ona büyük bir saygıyla yaklaşmıştı. Eski usul denebilecek bir mahremiyet duygusu, aşk fısıltıları, yumuşak okşamalar ve en önemlisi saygı, saygı, saygı. Bir kadın olarak sevişmenin hem öncesinde hem sonrasında hissettiği bir yücelmişlik duygusu.
Bütün bunlar onu Yusuf'a derin bir sevgiyle bağlıyor ona bir çeşit hayranlık duymasını sağlıyordu. Çünkü bugüne kadar tanıdığı bütün çocuklardan değişikti. Önce onun rol yaptığını sanmış, "Hadi yaa, hiç kimse bu kadar iyi olamaz!" diye düşünmüştü. Ama sonradan şaşırarak görmüştü ki bu çocuk sahiden iyi, gerçek olamayacak kadar iyi bir insan."
Kitaptan tekrar gözlerini ayırdı ve düşündü. "Bende Roxy gibi saygı ve sevgi istiyorum. Roxy'in çektiği acıları çekmemek için düşünmeden hareket etmemem gerek.Allah'ım ne olur Yusuf gibi birilerini çıkar karşıma. Amann bu konuları neden bu kadar erken düşünüyorum ki sanki. Doğru yerde ve zamanda, doğru insanla karşılaştığım zaman herşey olur zaten" diye aklıdan geçirip kıkır kıkır güldü.
....
Kitabın son sayfalarına yaklaştığında kitabı elinden bıraktı, işlerini yapmaya devam etti. Bu sefer daha yavaş ve daha özenli yapıyordu. İşi bittikten sonra kendisine yapacağı başka işler çıkartıyordu. Okuduğu kitap bitmesin diyeydi bütün çabası. Daha fazla dayanamadı ve "kitap bittikten sonra baştan tekrar okurum" diye düşünerek kitabı eline aldı.

Zülfü LİVANELİ'nin Leyla'nın Evi adlı romanından alıntı yaparak yazdım bu hikayeyi. Umarım beğenirsiniz. Kitabı şiddetle tavsiye ediyorum.

Dün gibi ve hamsi kokusu


TRT ' nin çocuk kanalını izlediniz mi?
Biliyorsunuz, Türksat uydusunun frekansları değişti ve televizyon izleyebilmek için herkes yeni frekanslara göre cihazlarını ayarlamak zorunda kaldı. Biz de bu ayarları değiştirmeye çalıştık ama başaramadık. Televizyonda sadece TRT ve yerel kanalların Avrupa yayınlarını izleyebiliyoruz . Televizyon aşığı olmadığımız için yüzlerce kanalı izleyememek bizim için pek sorun olmadı. Hatta böyle çocukluğumuzda ki tek kanallı zamanlara gidip nostalji bile yaşıyoruz.
Cumartesi akşamları TRT çocuk kanalında çizgi sinema oluyor. Evde olduğum akşamlar muhakkak izliyorum. Her yayını sıkılmadan izleyemem bu konuda seçiciyimdir. Bu çizgi sinemaları yayınladıkları zaman dünyadan kopup transa giriyorum. Bütün dikkatimle televizyonu izliyorum ve filmde ki kahramanlardan biri sanki benmişim gibi kendimi kaptırıyorum. Çocuklara yönelik yayın olduğu için çok saf, masum, fantastik filmler oluyor. Tam benlik yani..
Bu akşam "Dün Gibi" adlı çizgi sinemayı izledik. Tokya'da çalışan bir bayanın tatilde taşraya gitmesiyle başlıyor filmimiz. Esas kızımız ara sıra çocukluğuna giderek kendisiyle yüzleşiyor. Misafir olarak kaldığı evden ayrılıp Tokyo'ya dönerken çocukluğu onu taşraya geri getiriyor ve misafir kaldığı çiftçiyle evlenmeye karar veriyor. Bu anlatımım o kadar kaba ve yüzeysel oldu ki, istesemde filmin duygusallığını ve bana ne hissettirdiğini anlatamam. Az daha ağlıyordum film biterken düşünün artık.
"Dün gibi" bir Japon filmiydi. Japonların birbirlerine saygısını, konuşmaya başlamadan önce eğilip birbirlerine selam vermelerini, kendi kültürlerine ve geleneklerine bağlı kalarak gelişmelerini, ince konuları büyük önem vermelerine oldum olası hayran kalmışımdır. Bu çizgi filmdede hayranlığım bir kat daha arttı.
Televizyon çöplüğe dönmüşken, bu çöplükten kaliteli ve güzel yayınların yayınlanması çöplükte altın bulmak kadar sevindiriyor insanı. Çizgi filmin esas kızı, hayatının aşkını buluyor ya hani en çok da ona sevindim. Konu az çok benimle de alakalı. Anladınız siz onu...
Fotoğraftaki çizgi sinemayıda geçen hafta izlemiştim :))
İç ses: Sen nasıl 25 yaşındasın anlam veremiyorum. Hala küçük kız çocuğu gibi merdivenleri koşarak çıkıp, koşarak iniyorsun. Bıraksalar ağaçlara tırmanır inmezsin. Büyü biraz, ağır ol.
Ne zaman 25 oldum ben de anlam veremiyorum. Ruh ile beden yaşım birbirinden çok farklı.
Haftasonlarım çok şükür ki haftaiçine göre çok güzel geçiyor. Fotoğraf dünyama yüklediğim fotoları bugün çektim. Hamsi ızgarası yedik bugün. Ellerim o kadar yıkamama rağmen hala hamsi kokuyordu, bende diş macunuyla yıkadım ellerimi ve koku gitti. Deneme yanılma yöntemiyle bir şey daha öğrenmiş oldum paylaşayım dedim. Hamsi kokan ellerinizi diş macunuyla yıkayın.

21 Kasım 2008 Cuma

Cinselliğin Reddi


Cinselliğin reddi, var olan biyolojik ihtiyacın reddedilmesi demektir. Yeme ihtiyacını görmezden gelmek ve sonuçta hastalanmak gibi... İnsanın cinsellikle ilgili psikolojik zorunluluğunu yok sayması ruh sağlığını bozar. Tabii bu genel bir kuraldır ve istisnaları vardır. Cinsel enerjiyi reddetme mekanizması gibi bir de onu yüceltme eğilimi vardır. Bir kimse cinsel arzularını kontrol altına alarak, onu sanat, müzik, resim ya da felsefe alanında harcayacağı enerjiye dönüştürebilir. Ancak bu, çok güçlü bir kişilik ve ego gerektirir. Niteliklerini etkin bir biçimde güçlendirmiş kişinin, bir insanla evlenmeden ve hasta da olmadan, bibidinal, enerjisini farklı noktalara yöneltmesi mümkündür. Ama bu, kural dışıdır ve sıradan insanların yapması ruh sağlıklarını zorlar. Bu dönüşümün ruh sağlığını bozmadan yapılabilmesi için cinsel enerjinin mutlaka disipline edilmesi gerekir. Bu enerjiyi kanalize etmezseniz kendine bir yol bulur. Çünkü tabiat, boşluklardan nefret eder. Cinsellikle ilgili alan boş bırakılırsa, başka alanlara yönelmeler ortaya çıkabilir. Şehvet, bir lokomotifin buhar kazanı gibidir. Buharı lokomotifi harekete geçirmekte kullanabileceğimiz gibi bir başka işte de kullanabilirsiniz. Bu, insanın enerjisini iyi kullanmasına bağlıdır.
Ayrıca Hıristiyanlıkta, şövalye ve rahibelere öngörülen evliliği yasaklama uygulamasının günümüzde ne derece geçerli olduğu tartışılmalıdır. Geçmişte Malta şövalyeleri ile Kudüs'e giden şövalyelerin evlenmemesi özendiriliyordu. Evet, evlenmiyorlar, ama yüksek bir ideal uğruna savaşarak kahraman oluyorlardı. Ancak bugünün yüksek idealden uzak ve zayıf kişilikli insanları evlenmemeye özendirildiğinde, eşcinsel eğilimler ortaya çıkıyor. Yurt dışında kadıldığım bir kongrede karşılaştığım hadise, bu konudaki görüşlerimi iyice destekledi. Uyuşturucu konusunun konuşulduğu kongrede, Fransız bir katılımcı, uyuşturucuyla mücadelede eroin kullanan gençlerin AIDS kapma ihtimalinin yüksek olduğu için şehirlerde arabalarla plastik enjektör ve prezervatif dağıttıklarını söyledi. Tâ ki, bu hastalığa dönüşmesin... Bunun üzerine Fransız konuşmacıya şunu sordum:
"Sizin bu yaptığınız geçici bir tedbir. Gençlerin bu problemine çözüm üretmek için din bilimcilerden, ahlâkçılardan, sosyologlardan görüş alıyor musunuz?"
Soruma çok sinirlenen katılımcı, şu cevabı verdi:
"Siz şu anda Vatikan'ın durumunu biliyor musunuz? Orada ki insanların hemen hepsi eşcinsel!"
Bu olayla bir kez daha anladım ki, evliliği yasaklamak ya da evlilikte cinsellikle ilgili zircirleri kırmak yerine, onu kabul edilebilir sınırlar içinde tutmak gerekiyor.
Prof Dr. Nevzat TARHAN Kadın Psikolojisi Sayfa 41

20 Kasım 2008 Perşembe

Haydin yardıma


Aşağıda ki mail bana altı gün önce gönderilmiş. Bugün okudum. Geç okuduğum için üzgünüm. Seni tanıma fırsatını bana verdiğin için onur duydum; duyarlılığın için de sonsuz teşekkür ediyorum. Dualarım sana ve bütün öğrencilerimize. Allah hepinize zihin açıklığı versin. Yurdumun şu an ki umutsuz havasının elbet bir gün dağılacağını biliyorum. Yeni nesilden umutlarım ve beklentilerim çok fazla...
Ne kadar çok sızlansamda "okumanın" benim için önemini az çok biliyorsunuz; bu önemli konuda tüm insanlığın nasiplenmesini çok isterim. Bunun için bir tutam faydam olursa ne mutlu bana. Ama şöyle bir önerim var. Ben zaten Anadolu'da yaşıyorum. Okumadığım kitapları koruyucu ablalılığını yaptığım bir aile var onlara -sen gönderiyormuşsun gibi- göndersem olurmu? Böylece kargo parasına vermiş olduğumuz parayla fazla bir kitap daha almış oluruz. Sevabından da nasiplenmiş olursun. Ne dersin? Benimle irtibata geçmeni ve başka önerilerin varsa onlarıda yazmanı istiyorum.
Bu yardım çağrısına cevap vermek isteyen arkadaşlarıma sesleniyorum. "Haydin Yardıma"
Bu siteden bilgi alabilirsiniz... http://kutuphanesizokulkalmasin.com

14 Kasım 2008 Cuma 23:59 tarihinde batuhan bilgiç yazdı:
Merhabalar;Sizin blogunuzu 1-2 aydır takip ediyorum. Tüm yazılarınıza yorum yazmasamda neredeyse hergün blog sayfanıza girip yazılarını okuyorum. Yazılarınızın bazıları uzun oluyor ama sıkılarak okumuyorum. Büyük bir keyif ile okuyorum. Kimi zaman Türkiye gerçeklerini güzel bir şekilde anlatıyorsunuz. Kimi zaman ise olaylara güzel yönden bakıyorsunuz. Herşeyiyle güzel bir blog yayını yapıyorsunuz. Elinize sağlık.
Size e-posta atmamın asıl sebebi başka. Siz beni tanımıyorsunuz. Birbirimize birbirimizi tanıma fırsatı henüz vermedik. Ancak ben size tüm samimiyetim ile yazıyorum. Herhangi bir şüphe falan olmasın. Ben şu anda İstanbul'da bir üniversitede okuyorum. Daha henüz 1. sınıftayım. Bizim bi tarih dersimiz var. Tarih dersine giren hocamız çok fazla kitap okuyan birisidir. Bi kitap kampanyası başlattı. Bu kampanya İlköğretim 8.sınıfa kadar giden öğrencilerin okuyabileceği kitapları toplayıp bu kitapları Anadolu'ya gönderebilmek. Geçen sene bu kampanyayı yaptığında Anadolu'ya yaklaşık olarak 8 bin kitap yollamış. Kitapları Hocamıza biz teslim ediyoruz. Hocamızda kargo şirketi ile Anadolu'ya yolluyor. Bu sene Hocamızın hedefi 10 bin kitap yardımı yapabilmek. Şu anda bizim okulda 2 hafta oldu bu kampanya başlayalı ve Anadolu'ya şimdiye kadar bin tane kitap yollandı. Herkesin tek temennisi kitapların daha fazla sayıya ulaşabilmesidir.Bende sizden bu konuda bir yardım talep ediyorum. Çevrenizde veya varsa kardeşiniz İlköğretim 8.sınıfa kadar okunmuş olan hikaye kitapları ve romanları bana yollayabilir misiniz? Ders kitapları ve Ansiklopedi kabul edilmiyor. Bunları zaten devlet veriyor. Bizim tek amacımız hikaye kitapları ve romanlar. 1.el olmasına gerek yok ondan dolayı 2.el kitaplarıda olur.İstanbul gibi şehirde çocukların pek kitaba ve okumaya hevesi yok. Ama Anadolu insanı öyle değil. Okuyabilmek için çok fazla kitaba ihtiyaçları var. Eğer yardım ederim diyorsanız bende dahil olmak üzere çok fazla kişiyi mutlu edeceksiniz.
Yardım etsenizde, etmesenizde Allah razı olsun. Herşey için şimdiden teşekkür ederim.

Bir fotoğraf bin söze bedeldir


İnternetten alıntı olan bu fotoğrafın gerçek ismi nedir bilmiyorum ama arkadaşlarımında önerisiyle bir isim vermek istiyorum. Huzurlarınızda "Mücadele" :)

Uymayanları uyaralım...


"Trafik kurallarına uyalım uymayanları uyaralım."


Duymaya alıştığımız ve artık üzerimizde hiç etki yapmayan bu sözü burada anlamlı hale getirmek istedim. İzleyin...

19 Kasım 2008 Çarşamba

Ölsede kurtulsak...


Uykuya gözlerini teslim edeli çok olmamıştı, gözünü açtığında önünde duran adamın gölgesini gördüğünde irkildi. Nerede olduğunu bir kaç saniye düşündü. Kendi evinde değildi. Evleneli yirmi sene olmuş, ailesiyle birlikte bir kaç sokak ötede oturuyordu. Bu gece sıra ondaydı burda kalmak zorundaydı.
Evdeki eşyalar bir yerlere sabitlenmiş, yerdeki halılar toplanmış, kesici ve delici bütün araçlar ortadan kaldırılmıştı. Ne zaman ne yapacağı belli olmuyordu. 65 yaşındaki koca adam 1 yaşında ki haline geri dönmüştü. Tuvaleti geldiğinde altına yapıyor, evin dışına çıktığında ayakkabı giymesi gerektiğini hatırlamıyordu bile; çoraplarıyla yağmur sularına bastığının farkında olmadan ilerliyor, kendisini eve sokmak isteyen oğluna karşı koyuyordu.
Alzheimer Hastalığına yakalanan babalarının yanında bir yıldır gece nöbet tutuyorlardı. İki kardeşlerdi. Bir gece Hasan, diğer gece ise abisi nöbet tutuyordu.
Babasının kendisini tanımamasına çok üzülüyordu Hasan. Bir dağ gibi önlerinde duran koca çınar, kendini bile tanıyamaz hale gelmişti. Bir gün aynada kendisini gördüğünde tanıyamamış, eline aldığı sopayla koca aynayı kırıp yere indirmişti. "Sen nasıl eve yabancı bir erkeği alırsın" diye ihtiyar karısınıda kovalamıştı.
Vücut sağlığı yerindeydi babasının. Oğlu baş etmekte zorlanıyordu onunla. Vurduğunda can yakıyordu. "Yatalak hasta olsa bakımı daha kolay" deyip duruyordu. "Hem altını rahat temizlerdik, hem rahat yedirirdik. Böyle çok zor" diye söyleniyordu. Hasan babasını bu halde görmeye dayanamıyordu artık. Ölsede kurtulsa, hem o hem biz...

Şu an canı sıkılan, küçük şeyleri kafasına takıp üzülen insanlar için yazdığım hikayeyi beğenmeniz umuduyla...
İç ses: Bu hikayeye senin daha çok ihtiyacın olduğunu neden yazmıyorsun?

Cinsellik


İnsanın temel iç dürtülerinden biri "saldırganlık" diğeri "cinsellik"tir. Bir de "yaşama" dürtüsü vardır. Biyolojik ve genetik özellikler, kişinin doğal yapısından kaynaklanan zaruretleri meydana getirir. Bedenimizin değişik besin ve minerallere ihtiyaç duyması gibi... Şu anda vücudumuzda bulunan karbon, oksijen, hidrojen, azot gibi hücrenin yapı taşlarını oluşturan maddeler, altı ay sonra farklı maddelerle yenilenecektir. Kişiliğimiz aynen kalsa da, bedenimiz başkalaşmış olacaktır. İnsan vücudunda en hızlı değişen madde su, en geç değişen ise kalsiyumdur. Bu değişim esnasında vücudun demire, oksijene, kalsiyuma ihtiyaç duyması gibi ruhumuz da bazı psikolojik ihtiyaçlar içerisindedir. Hümanist psikologlardan Maslow, "psikososyal ihtiyaçlar" teorisinde, insanın sevmek ve sevilmek, değer vermek ve değer verilmek, önem vermek ve önem verilmek, toplumda kabul görmek, güvenilir olmak, kendini gerçekleştirmek gibi ihtiyaçları olduğundan bahseder. Bu ihtiyaçlardan birisi de cinsellikle ilgilidir.
Cinselliğin hem biyolojik hem de toplumsal boyutu vardır. Onu sadece sosyolojik, biyolojik ya da başlı başına psikolojik bir durum gibi değerlendirmek yanlış olur. Cinsellik, sosyobiyopsikolojik bir hadisedir. İnsanın, biyolojisi gereği, cinsellikle ilgili hormonları vardır. Bunun en büyük ispatı, prostat tümörüne yakalanmış yaşlı erkeklerin yaşadığı durumdur. Bir erkekte prostat tümörü tespit edildiği zaman, bu erkeğin testisleri çıkarılıyor. Eskiden prostat tümörünün kansere dönüşmemesi ya da kanser başlangıcı varsa ilerlememesi için prostat çıkarılırdı; şimdi testisler yani yumurtalıklar alınıyor. Yumurtalıklar alındıktan sonra, daha önce kadınların yüzüne bakmayan, bir kadının elini tuttuğu zaman bile cinsel olarak etkilenen erkeklerin, gün toplantılarına gittiğini görüyoruz. Hormonların baskısı kalkınca insanın içinde ki cinsel baskı da kalkıyor ve kişi kendini daha rahat hissediyor. Karşı cinsle daha insani bir münasebet kurabiliyor. Osmanlı'da yumurtalıkları alınan harem ağalarının, iç dürtüsel zorlamaları olmadığı için karşı cinsle cinsel arzu duymadan rahatlıkla iletişim kurması, işin biyolojik boyutunu doğruluyor.
Kişilik gelişiminde olduğu gibi cinselliğin yaşanmasında da %30-40 genetik, %60-70 oranında sosyal faktörler etkilidir. Toplumsal rolün çocuklara yansımasını araştırmak için yapılmış bir çalışma, oldukça dikkat çekicidir: Bir çocuğa ayrı ayrı zamanlarda erkek ve kız çocuk kıyafeti giydiriliyor ve çocuğun cinsiyetini hiç bilmeyen birisine veriliyor. Kız çocuğu kıyafeti giydiği zaman çocuğun eline oyuncak kediler, tavşanlar tutuşturulurken erkek çocuk kıyafeti giydiğinde aslan, kaplan gibi oyuncaklar veriliyor. Bu da bilinç altı şartlanması olduğunu gösteriyor. Aslında insanlar farkında olmadan "Erkeksen veya kızsan şöyle davranmalısın" koşuluyla hareket ediyorlar ki , bu da cinselliğin toplumsal boyutunu gösteriyor.
Cinselliğin biyopsikososyal bir olgu olduğunu ispatlayan önemli örneklerden birisi de, Avrupa' da tek yumurta ikizleri üzerinde yapılan bir çalışmadır. İkisi de erkek olan tek yumurta ikizlerinden birisi sünnet olurken, penisi ağır biçimde yaralanıyor. Aile, çocuğun cinsiyetini ameliyatla değiştirmeye, onu kız yapmaya karar veriyor ve kız çocuğu gibi büyütüyor. Fakat ergenlik dönemine geldiği zaman, içindeki his, ona erkek olmayı istediğini söylüyor. Ondan sonra da geçmişini öğreniyor. Demek ki kişi, toplumsal öğrenmeyle cinsel anlamda bazı sosyal beceriler kazansada genetik boyut çok önemli. Arabayı park etmede zorlanma, şişe kapağını güçlükle açma, kadın beynindeki eğilimden kaynaklanan bazı şeyleri öğrendiği hâlde kendini erkek gibi hissetme eğilimi oluyor. Bu da gösteriyor ki, cinsellik biyolojik ya da toplumsal farklılıklarla sınırlandırılamayacak kadar geniş bir konudur.
Prof.Dr. Nevzat Tarhan Kadın Psikolojisi S.39-40

16 Kasım 2008 Pazar

Haftasonu analizi


http://www.fotono1.com/foto.php?id=56988

Haftasonum çok güzeldi. Güzellikleri yaşamamı nasip eden Allah'a şükürler olsun.
Cumartesi günü dağa tırmandım. Tırmandığım en fazla 3 metre yüksekliktir. Ama olsun, herkese dağa tırmandım deyip hava atacağım. Kollarım vücudumu taşıyacak kadar kuvvetli değilmiş. Kayalara tutunmakta çok zorlandım. Kol kaslarım bir ara kopacak sandım. Bayadır spor yapmadığımı anlamış oldum.
Hayatımda hiç bir erkeğe bu kadar yakın hissetmemiştim kendimi, bol bol sarılıp, koluna girdim. Onu gördüğümde içime mutluluk doluyor, ona habire laf sokup, konuşturmak geliyor içimden. Sağolsun oda söylediğim hiç bir lafın altında kalmadı ve akşama kadar -elinde sazı karşılıklı atışan âşıklar gibi- atışıp durduk. Birlikte koştuk bile.Tabi onun yaşının vermiş olduğu rahatlıkla sarılıyorum, koluna giriyorum. (He he, aşık oldum sandınız demi. Kandırdım kandırdım, keşke gerçek olmuş olsaydı.)Diğer kızlarda onu baba gibi görüyor. Babama bile sarılmayan ben onun yanaklarını sıkmadan duramıyorum. Kemal amcam çok güldürüyor herkesi ve beni; çevresine pozitif enerji yayıyor.
Bugün geziye Rusya'da çalışan bir mühendiste katıldı. Onunla sohbet etmeye çalışan Kemal amcam adama sordu;
-"Nerede çalışıyorsunuz?" Adam;
-"Rusyada." Oğlu Azerbeycan'da çalışan Kemal Amcam sohbeti devam ettirmek için tekrar sordu.
-"Rusya'nın içinde mi?" Bu soru üstüne ben kahkahaları koparttım, gülmeyenler de benim gülmeme kahkalarla güldü ve akşama kadar bu sorusunu ona karşı koz olarak kullanarak sokmadığım laf kalmadı. . Kemal Amcam; "Bunun acısını senden çıkartacağım" diye tehditleri savurdu. Bir ara beni kovaladı. Kemal amcamın yanında çocuklaşmak bile çok hoş. Onun kızması bile okşama sanki...
Anlaşabildiğim erkeklerin yaş ortalaması 45. Yaşıtlarımla anlaşamıyorum, sohbet edemiyorum, yüzlerine bile bak(a)mıyorum. Çoğunun egoları şiş oluyor. Veya benim bam telime dokunacak sözleri söylüyorlar, bende altta kalmamak için laf yetiştirme çabasına giriyorum veya cevap vermeye bile layık görmeyip susuyorum. Çocuk gibi geliyorlar bana, kişisel gelişimini tamamlayamamış, egoları şiş erkek sürüsü!!! Gerçi 45 yaşın üstünde ki erkeklerle de anlaşamam ama onlara karşı -yaşlarının verdiği saygıdan dolayı- susmak zorunda hissediyorum. Aslında anlaşabildiğim erkekler "varlığıma saygı gösteren, nerede konuşması ve susması gerektiğini bilen, saygılı, edepli insanlar. Ama bu erkek veya kadın olsun bu tanıma uyan insan o kadar az ki.... Gerçekten anlaşabildiğim insan sayısıda bir o kadar az....
İç ses: Yalnız geldik, yalnız gidiyoruz işte, sen hala anlaşacak birilerini arıyorsun, ne zaman vazgeçeceksin? Sen zaten senin gibi düşünen insanlar arıyorsun. Ama kendinlede anlaşamıyorsun. Varlığına saygı istiyorsan, varlıklara! saygı göstermen gerek..
Bu sefer iç ses ne mantıklı konuştu böyle!

14 Kasım 2008 Cuma

Şiddet ve Özgüven İlişkisi


http://www.fotono1.com/foto.php?id=56348

Öz güven eksikliği, kadının kendine olan saygısını azaltır, kendisini yetersiz hissetmesine sebep olur. Eğer bu durum eşi tarafından telafi edilmez ve buna ümitsizlik duygusu da eklenirse, kadında depresyon oluşur. Bu, mutsuzluktan farklı bir şeydir. Düşünceleri bastırılan ve duygularını ifade edemeyen kişilerde, beyin bir müddet sonra stres hormonu salgılar. Beynin hayattan zevk almayla ilgili sağ ön alanıyla acı, elem ve kederle alâkalı olan diğer alanı arasındaki dengeler bozulur. Böylece mutsuz, enerjisi azalmış, yaşamayı sorgulayan ve her şeyin kendisine anlamsız geldiği bir insan tipi ortaya çıkar.
Depresyon, kötü evlilikler sonucu da ortaya çıkabilir. Bu bir hastalıktır ve nasihatle düzelmez; beyinde azalan serotonin (mutluluk hormonu) sebebiyle ilaç tedavisi gerektirir. Şiddet; hangi şekilde olursa olsun bir müddet sonra kronik depresyona sebep olur. Bu noktada kadınların erkeklere göre üç misli fazla depresyon yaşadıklarını söyleyebiliriz. Suçluluk duygusu taşıyan kadın ümitsizliğe düşer ve bir süre sonra yaşam enerjisi azalır. Bazı kadınlar depresyonu öfke şeklinde yaşarlar. Devamlı çocuklarını döver, öfkelerini kontrol edemezler. Bazıları ise, temizlikten sorumlu beyin alanlarındaki serotoninin azalması sonucu, kendilerini işe verirler. Bu çeşit depresyon, "temizlik hastalığı" şeklinde ortaya çıkar. Erkekler ise depresyona girdiklerinde sigara ve içkiye dadanırlar. Unutkanlık da, kronik yorgunluk sonucu ortaya çıkan bir depresyon türüdür. Böyle kimseler, çok yaşlandıklarını hissettiklerinden enerjileri azalır ve hiçbir iş yapamazlar.
Biz bu tip durumlarda erkeklere, hastalık hastası olmayan, rol yapmayan bir eşle karşı karşıya olduğunu, kadının beyninde fizyolojik bozulmalar yaşandığını, kısacası eşinin depresyonda olduğunu anlatırız. Erkek, eğer eşini seviyorsa, "Eyvah! Ona zarar verdim...! diye düşünerek bunun telafisi için çalışır.
Erkekler, eşlerinin kafalarını yaraladıkları zaman suçluluk hisseder de, ruhlarını yaraladıklarında bunu fark etmezler. Onlara bu durumu anlatmaya çalışırız. Sonunda iki tarafı da kendini sorgulamaya başlar. Eğer birbirlerine sevgi ve iyi niyetleri varsa, evlilikte yaşanan sorunların çözümü kolaydır. Meselâ depresyon tedavisi gören entelektüel bir hastam, tedavisi sonundaki düşüncelerini şöyle özetlemişti:
"Bildiğiniz gibi, tarihte milâttan önce ve milâttan sonra şeklinde iki ayırım vardır. Ben de hayatımı tedaviden önce ve sonra diye ikiye ayırıyorum. Şimdi evde herkesin yüzü gülüyor."
Bakınız, bir kişinin depresyonunun düzelmesi, evdeki dengeleri nasıl değiştiriyor...

Prof.Dr.Nevzat TARHAN Kadın Psikolojisi Sayfa:189-190

12 Kasım 2008 Çarşamba

Çocuk ki ne çocuk!


http://www.fotono1.com/foto.php?id=55947

Çevreme ördüğüm görünmez surların içinde kalmaya devam edeceğim. Kibirli görünüşümün ardına tekrar saklanmaya devam etme kararı aldım. Gücü yetmeyecek yanaşmasın yamacıma zaten. Yalnızlıktan şikayet eden aklıma yanayım. Yalnızlık bir lütufmuş. Bu kaçıncı yıkılış. Bu kaçıncı yıkılışı görmek.
Evlilik yaşına gelipte, baskılardan bunalan bir arkadaşım var. Zamanında birisi onu beğendiğini söyleyip görüşmek istemişti. Arkadaşım değerlendirmeye almıştı onu, bir iki görüşmeden sonra birbirlerine uygun olmadığını düşünüp çocuğu reddetmişti. Red cevabını kabullenemeyen çocuk (hakikaten çocuk, davranışları yaşına başına hiç uymuyor) arkadaşımın cep telefonunu iptal ettirip kullanılamaz hale getirtmişti. Aklınca intikamını aldı!!!
Aylar sonra ise bu çocukla! yine karşılaştı. Çocuğun! yanında çocuğu ve eşiyle birlikte. Meğer çocuk! üç senelik evli olan çocuğu olan bir çocukmuş!. Arkadaşımın duygularını, öfkesini varın siz tahmin edin. Aldatıldığından haberi olmayan eşinin ve çocuğundan ise hiç bahsetmeyeceğim. Arkadaşım o çocuğun! kim bilir kaçıncı kurbanı. Çocuk! resmi bir yerde görev yapıyor, eşi ise öğretmen. Hani öyle eğitimsiz veya kültürsüz olarak ifade edemeyeceğim insanlar. Çocuğun! eşi ise sürekli tedavi görmesi gereken bir hastalığa yakalandığından, arkadaşımla sürekli yüz yüze gelmek zorundalar. Ben bu olaya takdiri ilahi diyorum. Gerçekler er yada geç gün yüzüne çıkacaksa yalan söylemenin mantığını hala anlamış değilim.
Arkadaşıma çocuğun! eşine gerçekleri söylemesini söyleyeceğim, çocuk! herkese kendisini bekar olarak tanıtıyor. Kadın, eşinin nasıl bir insan olduğunu görsün. Bir yanımda sus diyor, kadın zaten hasta. Gerçekleri öğrendikten sonra daha yıkılacak, eşine bir daha asla güvenemeyecek. Ya çocukları ne olacak?
Türk dizilerindeki hayatlara döndü hayatımız. Yazık yaaa. Öyle hızlı bir hayatım yok. Sakin, sessiz, kimsenin etlisine sütlüsüne karışmam ve çevremde ki insanlarda genelde öyledir. Bizim gibilerin bile başına bunlar geliyorsa, bu dünyanın çivisi kopmuş, başka söyleyecek söz bulamıyorum. Kendimi ait hissetmediğim bu hayatdan bir önce gerçek hayata gitmek istiyorum. Keşke elimde olsa...
Ama öyle kolay pes etmek yok. Bu çocuğun! davranışlarının çocukca olmasının nedenlerini konuşalım biraz. Bu çocukların! çocukca davranışlarının suçlusu yine biz kadınlar.
Kaç kere şahit oldum. Küçücük erkek çocuklarına beni gösterip; "Benim aslan oğlum, büyüyünce sana bu kızı alayım mı?" "Gördü güzel kızı bak oğlum nasılda utandı" Bunun gibi bir sürü söz. Erkek çocuklarının bilinç altına "bütün kızlar benim" düşüncesini aşılıyoruz farkında olmadan. Çocuklar! nasıl yetiştirildiyse, nasıl gördülerse öyle davranıyorlar, suçlu sadece onlar değil bilelim bunu.
Tülüyhan UĞURLU'nun eşsiz eseri ile ancak sakinleşirim. Sizde dinleyin.

Beni, çöze çöze bilgisayar çözdü


http://www.fotono1.com/foto.php?id=55507

Buradan yaptığım test sonucunda aşağıda ki gibi olduğumu söyledi sayın bilgisayar. Özeleştiri yapsam mı yapmasam mı? Beni tanıyan canlar birde siz test edin beni... Ben kibirlimiyim? Bazı yazılanlarda yanlış değil. Aman Allah'ım gerçekleri görmek ne kadar acı.

Kibirli
Başkaları sizi dikkatle başedilmesi gereken biri gibi görüyorlar, dışarıdan ben merkezci, kibirli ve baskın karakterli olarak algılanıyorsunuz. Onlar, size özenip sizin gibi olmak isteyebilirler ama asla size güvenmezler ve sizinle ilişkiye girmekten kaçınırlar. Ama özgüveniniz o kadar yüksektir ki başkalarının dediklerine pek kulak asmassınız.

11 Kasım 2008 Salı

Gece yankıları...


http://www.fotono1.com/foto.php?id=55737

Gülümsediğinde alem güneş doğdu sanır.
Ağladığında ise yağmur yağar şimşek çakar.
Ne gülmeyi bırak ne de ağlamayı..
Alem Sana muhtaç....

Kalbin kırıldığında deprem olur cihanda.
Sustuğunda bütün sesler anlamsızlaşır.
Ne kalbin kırılsın, ne de diline kenet vurulsun.
Sensiz olan ömrüm durulsun, hayat dursun.

Alem beni bilir bense seni...

Haccecan

Sevgili Sufi; şiiri Atatürk için yazdığımı düşünmüş. Düşüncesi boşa çıkmasın. Şiirim daha anlamlı ve güzel olsun istedim. Şiirimi Atatürk'e ithaf ediyorum...

İmlâ Hatalarım ve Kesip Kopyaladıklarım


http://www.fotono1.com/foto.php?id=55733

Dil; her millet için önemlidir. Belirli toprak parçası üzerinde yaşayan insanların birbirleriyle anlaşmasını, kaynaşmasını sağlayan en önemli unsurlardan bir tanesi. Her dili birbirinden ayıran özellikler olduğu gibi dili kullanırken uyulması gereken kurallarda vardır. Türkçe. Türçemiz. Bloğuma yazarken kullandığım, okurken lezzet aldığım, benim düşünce denizinde yüzmemi sağlayan eşsiz dilim. Yurdum insanının ve dünyada da birçok insanın kullandığı dil...
Türçeyi yazarken ve okurken imlâ kurallarına dikkat etmeye çalışırdım ve hatamın olmadığını düşünürdüm. Taki Recep Hilmi Tufan 'ın bloğunda tesadüfen kendi yayımladığım yazıyı görene kadar. Değerli arkadaşım bloğumda yayımladığım Azmin ve Sevginin Zaferi adlı yazıdaki imlâ hatalarını bulmuş ve hiç üşenmeden doğrusunun nasıl olması gerektiğini açıklamış. Bu yaptığı çok hoşuma gitti. Kendisini tebrik ediyorum ve kendisini "Hata Polisi" ilan ediyorum. Yaptığı işi destekliyor ve devamını bekliyorum.
"Azmin ve Sevginin Zaferi" adlı ise yazıyı Sevgili Z.M ' nin bloğundan çalıp yayımlamıştım. Ah Z.M yazıda ki imlâ hatalarına neden dikkat etmedin ki sanki. :)

10 Kasım 2008 Pazartesi

Bir an önce uyanmamız gerek!!!


AŞAĞIDAKİ MEKTUBUN YAZARI İDEALİST BİR ÖĞRETMEN... ANCAK, ADINI VE NEREDE ÇALIŞTIĞINI GİZLEMEK ZORUNDA KALMIŞ; TAHMİN EDEBİLECEĞİNİZ NEDENLERLE...MEKTUP, AŞAĞIDAKİ HALİYLE BİR ÜNİVERSİTEDE DÜZENLENEN "ÖĞRETMENLER GÜNÜ" TÖRENİNDE OKUNMUŞ, GÖZYAŞLARIYLA...

Merhaba!İstanbul'da bir lisede öğretmenlik yapıyorum. Çalıştığım okul, çoğunluğu Anadolu'nun en ücra köylerinden gelip yerleşen (yerleşemeyen) insanların oturduğu bir çevrede.Etrafımız gecekondu mahalleleri. Gecekondu olmayan yerlerde de derme çatma binalar var. İstanbul'un pek çok yerinde artık görmeye alıştığımız bir manzara var asılında burada da. Sözünü ettiğimiz yerleşim yerinin 5 dakikalık mesafesinde modern bir alışveriş merkezi var!Atardamarın hemen üzerinde bu okul. Bu okuyacaklarınızın hepsi gerçektir. Ve sizin şehrinizin varoşlarında da yaşanmakta olduğuna veya çok yakında yaşanacağına şüpheniz olmasın...
Bu yıl lise 1. sınıfta okuma yazma bilmeyen bir öğrenci var.
Bir öğrenci okula "satır" getirmekten uzaklaştırma cezası aldı.
İki hafta önce okulun önünde çıkan bir kavgada bir öğrencimin boynu döner bıçağı ile kesildi; 28 dikiş atıldı.
Bu çevrede kimse kışın akşam beşten sonra sokakta yalnız yürümüyor.
Geçtiğimiz hafta, bebek bekleyen müdür yardımcımız bir öğrenci tarafından karnı tekmelenmekle tehtit edildi.
Dışarıdan elini kolunu sallaya sallaya giren bir adam, kendisini dışarı çıkarmaya çalışan kat nöbetçisi bayan öğretmeni bıçakla tehtit etti.
Derste sıkıntı yarattığı için öğretmeni tarafından cezalandırılan öğrencinin aşiret olan ailesi okulu bastı.
Bir öğretmenimiz sınıfta bıraktığı öğrenciden tehtit telefonları aldı.
Öğrencilerimizin % 86'sı sigara içiyor.Öğrencilerimizin % 42'si hap kullanıyor.Okulun etrafında hap satanları, okulun içinde hap kullananları polis biliyor.Öğrencilerimizin % 23'ü ensest ilişki mağduru.
Geçtiğimiz yıl bir kız öğrencimizin babası çocuğundan ( öğrencimizden) dayak yediği için okula sığındı.
Yalnızca koridorda birbirlerine çarptıkları için kavgaya tutuşan iki kız öğrencinin aileleri okulun önünde birbirlerine yumruk yumruğa saldırdılar.
Bazı kız öğrenciler 100 kontör karşılığında minibüs şoförlerine, halı saha sahiplerine kendilerini kullandırtıyorlar.(cinsel anlamda)
Bu yıl bir erkek öğrenci, bir kız öğrencinin kendisine cinsel tacizde bulunduğunu söyleyerek şikayette bulundu.
Geçtiğimiz yıl bir anne, kızının saçının boyalı olması üzerine okula çağrıldığında, kızını okula koca bulmak için gönderdiğini bu nedenle de süslenmesi gerektiğini söyledi.
Velilerin % 42'si kayıttan sonra bir daha okula uğramıyor.
Maddi yetersizlikten dolayı üç, dört aile bir oda-bir salon bir evi paylaşıyorlar.( sayıları azımsanamayacak ölçüde.)
Her ay öğretmenler aramızda para toplayıp bir öğrenciye bot, palto veya okul araç gereçleri alıyoruz.
Geçtiğimiz yıl cuma okul kapanış töreninde baygınlık geçiren bir öğrencinin iki gündür hiçbir şey yemediğini öğreniyoruz.
Öğrencilerin çoğunun hayatında kan davası, intihat, boşanma, dayak, kaçma, kaçırılma,hapis gibi hikayeler var.(ailelerinde yaşanmış)
Geçtiğimiz yıl iki gün boyunca evine gitmeyen bir öğrenciyi velisi gelip okulda arıyor.(kızın biriyle kaçtığı anlaşılıyor daha sonra.)
Annesi babası ayrı veya boşanmış olan öğrencilerin çoğu uzak akrabaların yanında kalıyor.Anne yada baba olmak istemiyorlar veya üvey anne-babalar istemiyor.
Geçtiğimiz yıl sorun çıkardığı için müdür tarafından tartaklanan bir öğrenci mahalleden topladığı tanıdıklarıyla müdürün odasını basıp tehtitler savurdu.
Veliler toplantılara "ocakta yemeklerini bırakarak", ayakkabılarının topuğuna basarak, mantolarını omuzlarına atarak geliyorlar.
Velilerin büyük bir çoğunluğu öğretmene nasıl hitap edileceğini bilmiyor.( güzelim, hanım kızım, sen, hocaaaaa, ablası!!!)
Sakallı, şalvarlı, cüppeli bir veli toplantılara gelip yalnızca erkek öğretmenlerle görüşüyor!
Geçtiğimiz yıl 1000 öğrenci kapasitesi olan okulda kütüphaneye üye olanların sayısı 7(yedi)'ydi.
Öğrenci tanıma formlarındaki "çaldığınız müzik alet(ler)i" bölümüne radyo, teyp, walkmen yazan azımsanamayacak sayıda öğrenci var.
Öğrencilerimizin % 60'ı sağlıksız beslenmeden dolayı hasta (aralarında dispanserlik olanlar var) ancak öğrencilerimizin % 90'ında cep telefonu var.(cep telefonları son model, bazıları kameralı)
Ben bu okulda 3 yıldır öğretmenlik yapmaya çalışıyorum.Bu olaylara alışmamak için, artık alışıp bunları neredeyse doğal karşılayan yılların öğretmenleri gibi olmamak için uğraşıyorum.Biliyorum ki eğer alışırsam geleceğe dair hiçbir umudum kalmayacak.Her gün büyük bir çaresizlik ve endişeyle "acaba bugün ne olacak?" diye başlıyorum işime.Olaysız geçen günler Allah'ın nimeti!Sınıfta gezinerek ders anlatırken Atatürk'ün gözleriyle karşılaşmamaya çalışıyorum, kafamı kaldırıp resmine bakamıyorum.Başımın üzerinden "Ey Türk Gençliği!" diye bağırdıkça utancımdan omuzlarıma gömülüyorum.10 Kasım'larda, 29 Ekim'lerde şiirler okunurken, marşımızı dinlerken ağladığımda herkes günün anlamına ağladığımı sanıyor; oysa çaresizliğe ağlıyorum.Muhtaç olduğu kudretin dolaştığı asil kanı uyuşturucuyla zehirleyen öğrencilerimi kurtaramıyorum.Öğrenmeye direnen, kendini kapatan öğrencilerime İstiklal Marşı'nın anlamını bile öğretemiyorum.Daha da yazacaktım ancak yazdıkça yüreğim ağırlaşıyor.

SEVGİ VE SAYGILARIMLA…

Kendimi Tanımlıyorum


(Bugün başka fotoğraf yüklemek içimden gelmedi.)

Yıllar önce, ben şimdi ki ben değil iken; düşüncelerim dört duvarın arasında sıkışıp kaldığı zamanlarda, bir tek ben vardım dünyada!!! Düşündüklerimi "bir tek ben düşünürüm" sanırdım. Bu da kendimi çok özel hissetmeme neden olurdu. Benim gibi düşünen insanlarla karşılaştıkça kendimi özel hissetmekten vazgeçtim. Ben değil bizmişiz meğer!!! Kimseyle -varlıklarımızı ortaya döküp- sohbet edecek ortamım olmadığından böyle düşünüyordum belkide. Dar kalıplı düşüncelerime mazeret olarak kabul edin bunu...
"Seveceğim insan kimseyi sevmemiş olmalıydı. Ben onu, oda beni sevmeliydi. Başka hiç bir sevgi bulunmamalıydı kalbinde. Bende başkasını seversem yakmalıydım bu kalbi!!!"
Sevebileceğim insanların daha önce başkalarını sevmiş olduğunu duyduğumda sevmekten de kaçıyordum sevilmektende. Bu kaçış o kadar hızlı ve sert oluyor du ki.. Kimse yetişemedi, kimse sabredemedi...
Artık düşüncelerim dar kalıpların içinde tıkış pıkış durmuyor. Dar düşüncelerim bana bir şey kazandırmadı, sınırlarım beni korudu, herkesi dışarda bıraktı evet ama farkında olmadan bir hapishaneye kilitlemişim kendimi, tek başıma kalmışım!!!
Şimdiki ben ise şöyle düşünüyor; Hiç kimseyi sevememiş bir kalp benide sevemez, Allah'ı da... Sevecek insan bulamamıştır belki... Olur ya, herkes kötü ve iki yüzlüdür!!.. Hep kötüler bulmuştur onu; tıpkı beni buldukları gibi!!! Bir çocuğu, bir çiçeği, bir evi, bir kitabı... da sevememiş olamaz ya insan!!!...
Yarın ki ben nasıl düşünür bilmiyorum ama şimdiki ben şimdilik böyle düşünüyorum.
Bloglarda şunu gördüm. Yalnız değilim. Benim gibi düşünen, düşündüklerinden acı çeken, bedeninin içine sığamayan binlerce can var!!! Yalnız olmadığımı bilmek güzel... Her yeni doğan gün yeni umutlara, yeni düşüncelere, yeni acılara ve eski geçmişe gebeymiş.

10 Kasım



Halk böyle dinlenir....

BURSA SÖYLEVİ

Türk Genci, devrimlerin ve cumhuriyetin sahibi ve bekçisidir. Bunların gereğine, doğruluğuna herkesten çok inanmıştır. Yönetim biçimini ve devrimleri benimsemiştir. Bunları güçsüz düşürecekken; küçük ya da en büyük bir kıpırtı ve bir davranış duydu mu, “Bu ülkenin polisi vardır, jandarması vardır, ordusu vardır, adalet örgütü vardır” demeyecektir. Elle, taşla, sopa ve silahla; nesi varsa onunla kendi yapıtını koruyacaktır. Polis gelecek, asıl suçluları bırakıp, suçlu diye onu yakalayacaktır. Genç, “Polis henüz devrim ve cumhuriyetin polisi değildir” diye düşünecek, ama hiç bir zaman yalvarmayacaktır. Mahkeme onu yargılayacaktır. Yine düşünecek, “demek adalet örgütünü de düzeltmek, yönetim biçimine göre düzenlemek gerek” Onu hapse atacaklar. Yasal yollarla karşı çıkışlarda bulunmakla birlikte bana, başbakana ve meclise telgraflar yağdırıp, haksız ve suçsuz olduğu için salı verilmesine çalışılmasını, kayrılmasını istemeyecek. Diyecek ki, “ben inanç ve kanaatimin gereğini yaptım. Araya girişimde ve eylemimde haklıyım. Eğer buraya haksız olarak gelmişsem, bu haksızlığı ortaya koyan neden ve etkenleri düzeltmek de benim görevimdir.”
İşte benim anladığım Türk Genci ve Türk Gençliği!

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK

9 Kasım 2008 Pazar

Büyüdüm ben...


http://www.fotono1.com/foto.php?id=54425

Kırgınlığım kadar hasretim sana...
Kalbim kadar sevgim...
Büyük...
Güçlü...
Çaresiz...
Ürkek....

Yetmezmi uykusuz sabahlara uyandığım...
Bilmezlermi kudurmuştur arsız düşüncelerim...
Anladığın zaman bitecek olan sevgimi
Hiç anlama....
Sürüp gitsin böyle!!..

Acı çektiğim kadar büyüdüm ben...
Ruhum o kadar büyük ki...
Sığmıyor bedenime
Çıkmak istiyor göklere
İzin yok bedenimden,
Devam ediyor acı çekişlere
Çektikçe büyüyor yine....

Haccecan...

8 Kasım 2008 Cumartesi

Son Gelişmeler....


http://www.fotono1.com/foto.php?id=54672

Hayatımla İlgili Son Gelişmeler....

Meleklerim üç haftadır gelmiyorlar. Artık yanımda stajyer öğrencim yok. İşyerinde yalnızları oynamaya devam ediyorum. Çarli meleksiz yola devam ediyor.

Haftaiçi yurtta kalan erkek kardeşim, haftasonları evci olarak yanımıza geliyor. Eve geldiği zamanlar sevinçten delilere danalara dönüyor. "Evim evim güzel evim" diye evin duvarlarını öpüyor. Bu eve baya bağlandı garibim. Yurt ortamında kalanlar iyi bilir ev ortamının önemini!!!

Erkek kardeşim geçen hafta geldiğinde bilgisayarımı kapattı ve bilgisayarım bir daha açılmadı. Hard diskinin değişmesi gerekiyormuş. Bir ay bilgisayarsız kaldım. Bütün fotoğraflarım, müziklerim, 3 senenin emeği olan yazılarım silindi gitti. Tarif edilemez acılar çekiyorum. Kardeşime öfkeliyim. Kız kardeşimin bilgisayara kaldım... Herkes sırasını bekliyor. Paylaşmayı öğremeye çalışıyoruz... Bilgisayarın hayatımda ki önemini anladım.

Haftasonları eve gelen erkek kardeşim sabahlara kadar bilgisayar başında oturuyor. Ona laf sokmamaya çalışıyorum bu sefer ben öfkeden kuduruyorum, söylememeye çalıştığım halde bir ton laf sokuyorum. Herşeye rağmen bana saygılı ve benden çekiniyor. Buda gururumu okşuyor.

Kardeşimle ilgili sevindirici gelişmelerde yok değil. Kaldığı yurtta sosyalleşmeye başladı ve "ablalarıma yük olmak istemiyorum" diyerek ek işe başladı. Kendi ayaklarının üstünde durmayı öğreniyor. Yapmayı öğrendiği yemekleri haftasonları bize yapıyor. Yakında isteğim kıvama gelecek inşallah. Allah; kendisine hayırlı bir kul, vatanına, milletine, anasına, babasına, eşine hayırlı bir insan olmayı nasip etsin. İyiki var, o olmasa buraya yazacak konu bulamazdım:). Dualarım onunla. Okuyan canlar sizlerde dualarınızı esirgemeyin...

Son dakika öfkesi: İnternette sörf yaparken, en masum!! sitelerin bile kıyısında köşesinde, müstehcen fotoğraflar görmek istemiyorum artık. Kadın vücudunun bu kadar istismar edilmesine, kadının seks sembolü olarak gösterilmesine karşıyım. Genç erkek beyinlerin kadını yatak malzemesi olarak öğrenmesini, genç kadın beyinlerinin ise kendisini erkeğe sergilemesi gerektiğini öğreten televizyon, gazete, radyo, internet yayınlarına karşıyım. Kadının duygularıyla, düşünceleriyle, zekasıyla gündeme getirilmesi yerine; et parçası olarak gösterilmesine karşıyım. Karşıyım arkadaş, varmı ötesi...

2 saniyede 100'e çıkıyor...


3 adam oturmuş eşlerine aldıkları hediyelerden bahsediyorlarmış. Birincisi demiş ki, 'karıma öyle bir hediye aldım ki, 6 saniyede 0'dan 100'e çıkıyor.' Diğer ikisi anlamamışlar. 'Ne aldın?' diye sormuşlar. 'Beyaz bir Porsche aldım. Çok mutlu oldu.' diye cevap vermiş.
İkinci adam demiş ki, 'Bende geçen doğum gününde karıma 4 saniyede 0'dan 100'e çıkan bir şey almıştım.' Hemen anlamışlar tabi ki: 'Heey, yoksa Ferrari mi aldın?' Adam gülümsemiş: Evet, kıpkırmızı bir Ferrari aldım. Gerçekten de ona çok yakıştı.' demiş.
Bu sefer üçüncü adama sormuşlar: 'Peki sen ne aldın karına?' Adam demiş ki: Ben öyle bir şey aldım ki; sadece 2 saniyede 0'dan 100'e çıkıyor.' Adamlar şaşırmışlar: 'Atıyorsun!' demişler, 'Öyle bir araba olmaz ki!' Adam cevap vermiş: 'Araba aldığımı kim söyledi? İşte bunu aldım demiş. Ne aldığını görmek için tıklayınız...

Paranın Gücü


18 yasındaki kız, annesiyle eczaneye bir hamilelik testi almaya gider ve sonuçlar kızının hamile olduğunu gösterir. Anne çıldırmıştır, bağırır çağırır ve:

'Bunu yapan hangi domuz, bilmek istiyorum!!!' der. Kız telefon açar ve yarım saat içinde bir Ferrari evin önünde durur, içinden hafif kırlaşmış saçları ve çok pahalı bir elbisenin içinde çok yakışıklı biri iner ve kapıdan içeri girer. Anne baba ve kızla beraber otururlar. Adam:

'Kızınız durumu anlattı' der. 'Kişisel durumumdan dolayı kızınızla evlenemem. Ancak tüm sorumluluğu alıyorum' der. 'Eğer bir kız çocuğu doğarsa, annesine bir ev, bir yazlık villa ve 1 milyon dolarlık bir banka hesabi...' 'Eğer bir erkek çocuk olursa, birkaç fabrika ve bir milyon dolarla bir hesap...''Eğer ikiz doğarsa, her ikisine de 500 bin dolarlık hesap ve birer fabrika vereceğim.' der. 'Ancak düşük olursa....' O zamana kadar sessizce bekleyen baba elini dostça adamın omzuna koyar ve:

'O zaman tekrar denersiniz evladım ' der.

7 Kasım 2008 Cuma

Genlere Saygı....


Bireyselleşme sürecinin büyük kısmı hormonlarla ilgilidir. Meselâ kadında annelik ve gebelik içgüdüsü vardır. Kadının aylık mensturasyon döneminin ilk 14 gününde östrojen hormonu salgılanır. Ondan sonraki 14 günde salgılanan hormonlar ise annelik duygusunu arttırır. Gebelik esnasinda da bu hormon salgılanır. Annelik duygusunu artıran hormon, aynı zamanda bir antidepresan, sıkıntı giderici, rahatlatıcıdır. O sebeple gebe kalmak, kadınların hoşuna gider. Hatta Anadolu'da sürekli gebe kalmak isteyenler de vardır. Annelik hormonunun olması, kadının kimlik oluşumunda biyolojik etkenlerin ne derece ciddi bir faktör olduğunu göz önüne koyuyor. Bu hususta gerek cinsiyet gerekse toplumsal kimlik açısından kadının genlerine saygı göstermemiz gerekiyor. Peki, biz yeterince saygı gösteriyor muyuz? Buna bir örnekle cevap verirsek, bir kadını inşaatta ya da maden ocağında çalıştırmak, onun genlerine saygısızlıktır. Kadına, yapmakta zorlanacağı işleri yüklemektir. Ama kadının öğretmenlik, hemşirelik gibi, duygularını iyi kullanabilceği ve şefkatini daha çok ortaya koyabileceği alanlarda aktif olması, onun kendini daha rahat ifade etmesine yardımcı olacaktır.

Türkiye'de kadınlarımız meslek olarak eczacılık, mimarlık gibi alanları yeğliyorlar. Öğretmenlik tercih edeceklerse bile, edebiyat öğretmenliğini matematik öğretmenliğine nazaran ilk sıralara oturtuyorlar. "Bu acaba öğrenilmiş bir davranışmıdır?" diye düşündüğümüzde pek de öyle olmadığını görüyoruz. Meselâ 100 sene önce matematik öğretmenliği yapan kadınlar yoktu. Bütün bunlar şunu gösteriyor:
Kadın, farkında olmadan genlerinin emrettiği gibi hareket ediyor ve genetik algoritmasına uygun davranıyor. Yazılım nasıl yönlendiriyorsa ona eğilim gösteriyor. Kadının kişiliği ve bilhassa toplumsal rolü bu şekilde oluşuyor.

Ekonomik sahada yapılan araştırmalarda, 2002 Nobel Ödülünü "risk yönetiminde duygusal etkenler" konulu araştırma aldı. Böylece ilk defa bir psikolog, ekonomi sahasında psikolojinin etkileriyle ilgili bir araştırma yaptığı için Nobel Ödülünü aldı. Demek ki ekonomik hareketlilikte, psikolojik etkerlerin önemli olduğunu söyleyebiliriz. Meslek seçiminde de "kişilik" ön plana çıkıyor. On iki kişilik tip içinde kadınların ve erkeklerin yoğunlaştığı tipler vardır. Şahsiyet oluşumunda genetik algoritmaya göre yönelmeler söz konusudur. Kimlik oluşumunu teşkil eden unsurların %40 genler, %40 toplumsal öğretiler, %20'lik oranıda kişinin kendine kattığı birikimler sonucu meydana gelir. Çocuk, hayatı öğrenirken anne babayı gözlemler ve adeta kamera gibi kaydeder. Bunun sonucunda genetik programın sosyol özellikleri biçimlenir. Ergenlik dönemiyle birlikte kendisi üretmeye başlar. İnsanın ruhi nitelikleri anneden, babadan ve toplumdan derlenen karışımın neticesidir.

Prof. Nevzat TARHAN Kadın Psikolojisi Sayfa:106-107

6 Kasım 2008 Perşembe

Kışın Kadim Dostumuz Soba...



Evinde soba yakan kaç kişi var aranızda?

Bu dördüncü senem. Dört senedir soba yakıyoru(m)z. İşten geldikten sonra ilk işim sobayı yakmak oluyor. Bugün de 2008 yılının ilk soba yakma eylemini gerçekleştirdim. Gazamız mübarek olsun!...

Yakıtımız ise; kömür, fındık kabuğu ve kağıt. Alınan kömür ve fındık kabuğunu apartmanın tepesine çıkartmak soba keyfinin zahmetleri arasında. İlk sene kömürleri taşırken bir hafta kas ve adale ağrısı çekmiştim. Evimin iki metre kare büyüklüğünde ki, penceresiz en küçük odası odunluk olarak tasarlanmış. Kömürleri ve fındık kabuğunu oraya koyuyoruz. İlk sene fındık kabuğuyla birlikte evime davetsiz misafirler de gelmişti. Fareler!.. Bir iki tane de değil, bir sürü. Aslında bir iki tane gelmişti ama aile planlamasından haberi olmayan fareler iki iken on olmuşlardı. Evimin içine girmesin diye, kovayı doldururken kendimi farelerle birlikte o odaya hapsederdim. Odaya, fareleri yakalamak için yapıştırıcı , öldürmek için zehir, avlamak için kapan koymuştum. Bu üç tuzaktan en çok yapıştırıcıya yakalanıyorlardı. Fareler, yakalanıp ölen diğer fareleride yemek için tekrar yapıştırıcıya yakalanmışlardı. Konu dağıldı farkettim, hemen toparlıyorum. Konu sobaydı yalnış hatırlamıyorsam...

Sobamız kovalı... Kovanın en altına; kovanın yarısına kadar kömür, kömürün üstüne fındık kabuğu, en üste ise kağıt koyup; kovayı sobanın içine yerleştiriyoruz. Sonra ateşle, kağıdı birleştirdiğim zaman ortaya çıkan alevle, sobamı tutuşturuyorum. Fındık kabuğunun ısısı düşük oluyor ama yanarken kömürüde yakmasıyla odamız yavaş yavaş ısınmaya başlıyor.

Sıcak odadan çıktığınız andan itibaren bir koşuşturmaca başlar. Soğuk iliklerinize işlemesin diye çabucak tuvalete gider gelirsiniz, mutfağa koşturarak gidip meyveleri yıkarsınız, diğer odada unutulan telefonun sesini son anda farkeder, koşarak alıp gelirsiniz sıcacık odaya. Soba zahmettir, cefadır, eziyettir... Bir o kadar da keyiftir, mutluluktur, samimiyettir. En zahmetsiz iş ise çay içmektir. Sobanın üstünde ki çaydanlık hiç soğumaz ve her daim lezzetlidir. Kışın fukaralar tüp bittiği zaman aç kalacağız diye korkmazlar. Soba yemek pişirmek için biçilmiş kaftandır. Hatta güzine ise sobanız ekmek pişirebilir, patates közleyebilir, fındık kavurabilirsiniz. Keyfi ve yararı cefasından daha fazladır sobanın. Yazın ayrı odalara dağılan ev ahalisini bir odaya toplamayı başaran kadim dostum sobaya bir alkış istiyorum.

Günaydın... Ben Geldim...


Hayat ne tuhaftır böyle, bize istemeden ne garipliklerin ortasına iter. Yaşadığım ve gözlemlediğim kadarıyla; kendini kendi gibi yaşayan öyle az insan var ki... Toplum vermiş rolleri, herkes hayattaki rolünü kapmış ve büyük ciddiyetle oynuyoruz. Hiç yanılmadan oynuyoruz hem de. Gerçek isteklerimiz bu rollerle örtüşüyor mu acaba? İçimizden hiç yaşadığımız ortama ters düşen davranışlar yapmak gelmiyor mu acaba? Benim geliyor... Bütün davetlilerin şirin kadın ve ağır abi maskelerini taktığı bir davette deli gibi oynamak istiyorum, kahkahalarımı tutmadan savurmak istiyorum, ağzımdan çıkan kelimelerin seçilmiş kelimeler değil de içimden geldiği gibi, doğal, belki argo, belki küfür olmasını istiyorum. Bütün bunları sadece istiyorum.Gelin görün ki ben de herkes gibi yapamıyorum. Evliyim, belirli bir sosyal çevrem var, bir kızım var ve anneyim. Hanım gibi olmam, hanım gibi görünmem, hanım gibi tebessüm etmem, hanım gibi konuşmam, hanım gibi yürümem......gerekiyor. Tamam kabul ediyorum ''hanım''olmak kötü bir şey değil, aslında iyi bir rol ama geriyor, çünkü içimden gelmeden hanım olmak zorunda kalıyorum.

Rol yapılmayan tek şeyin ''annelik'' olduğunu sanıyordum. Yanılmışım... Annelik de rol yapmayı gerektiriyor. Sayıyorsun bir saat içinde 54 kere anne diyor çocuğun. İçinden ''artık bana anne deme'' diye bağırmak geliyor ama çocuktur üzülmesin, kırılmasın, incinmesin diye sabırla ''efendim anneciğim'' deyip akıl almaz sorularına cevap vermek zorunda kalıyorsun. Sonra dünyanın en değerli sevgisini sana yaşatan çocuğuna nasıl olur da kızmayı aklından geçirirsin diye kendinle hesaplaşmaya oturursun. Annelik de rol... Araba kullanırken trafikte arkandan onlarca kere sellektör yakan ve bir hızla ve sinirle yanından geçip, geçerken de el-kol işareti yapan adama karşılık olarak okkalı bir el hareketi yapmak gelir içimden. Biraz ilerideki ışığa takılmış olan aynı adamın yanına tesadüf denk gelir ve durursun, işte o anda da camı açıp avazım çıktığı kadar küfür etmek de isterim. Bütün bunları da sadece isterim, yapamam.Çünkü ''hanım''ım... Sadece beni mi etkiliyor bu istediklerini yapamamak. Bütün insanlar rollerini çok mutlu oynuyorlar, ya da bana öyle görünüyor. İşin gerçeği bana da dışarıdan bakan insanlar benim de mutluluk rolünün bana çok iyi uyum sağladığını görüyorlardır. Kimse bilmez ki içimde ne fırtınalar kopar... At resmi niye mi? En sevdiğim hayvan attır, özgürlük, tutku, ihtiras, güç, estetik, parlaklık, cesaret, savaş ruhu... daha bir çok şeyi at ile özdeşleştirebilirim. Bir gün uyansam aynaya baktığımda kabuğumun kırılmış olduğunu, içimdeki gerçek yüzümü, gerçek gözlerimle görsem, etrafımdaki insanlar bu durumu hiç yadırgamasalar, gönlümce konuşsam, gönlümce gülsem, gönlümce dalga geçsem hayatla. Sadece gerçekleri paylaşmanın ferahlığı ile güne başlasam, hayata ilk defa, tüm coşkumla birlikte '' GÜNAYDIN BEN GELDİM'' diyebilsem...

İnternetten alıntıdır...

5 Kasım 2008 Çarşamba

Bir fotoğraf bin söze bedel....












Fotoğraflar kanayan yara Filistin'e ait.
Bu blog sahibi savaşın her türlüsüne karşıdır. Savaşı destekleyen herkesi kınamaktadır. Savaşı destekleyen ülkelerin mallarını boykot etmektedir. Arkadaşlarına boykot etmesini söylemektedir. Boynuzsuz koyunun, boynuzlu koyundan intikamını alacağı günü sabırsızlıkla beklemektedir. Mazlumun ahının aheste aheste çıkacağı güne kadar susuyorum...

Dünyanın hakimi sapıklar




İki gün önce akşam işten çıkarken, binanın önünde karşılaştığım nöbete kalan arkadaşlarla ayak üstü sohbet ediyorduk. Daha doğrusu onlar konuşuyor ben dinliyordum. İnsanlarla konuşacak pek bir şey bulamadığımdan dinleyen ben oluyorum. Buraya yazmak daha keyifli... Yazarken zorlanmıyorum...Konuşmuş olmak için konuşmaya başladığımda, harıl harıl bir şeyler anlatıyorken binayı çevreleyen duvarın arkasından başka bir arkadaş arslan sesi gibi tuhaf ses çıkartarak bağırdı. Korkutmak amacıyla çıkardığı ses amacına ulaşmıştı. Ben ani sese karşılık çığlık atarak tepki verdim. Kontrolsüz olarak çıkan bu ses normal bir çığlık sesi değil. Bu sesin benden nasıl çıktığına hala şaşırıyorum. İkinci defa benden böyle bir sesin çıktığına şahit oldum.


Bir gün kız kardeşimle arabaya yetişmek üzere hızlı adımlarla yürüyorduk. Geçen yıl kış aylarında akşam saat 08:00 sularındaydı. Karanlık ve dar bir yoldan geçmemiz gerekiyordu. O sokağa girmeden yolun başında durup, yoldan gidip gitmeme konusunda kızkardeşimle tereddüde düştük. Bizden önce iki bayanın daha aynı sokağa girmesinden cesaret alıp o karanlık ve dar yola girdik. Biraz yürüdükten sonra bayanlar ortadan kayboldu. On dakika kadar hızlı hızlı yürüdükten sonra 20 metre karşıdan bir adamın geldiğini gördük. Adam bir kaç adım attıktan sonra karanlıkta ortadan kayboldu. Adamın ara sokaktan başka bir sokağa saptığını düşünüp, yola devam ettik. Adamın ortalıkta kaybolduğu yere geldiğimizde ise adamın kenara gizlenmiş olduğunu farkettik. Bu arada kemer sesleri ve kendisinden tuhaf sesler geliyordu. Biz kardeşimle hiç bakmadan yolumuza daha da hızlanarak devam ediyorken; kız kardeşim hafifçe arkasını döndü, adam tam arkamızda idi. Kardeşim adamın nefesini ensesinde hissetmiş. Eli pantolonun içindeymiş. Ben karanlık olduğundan hiç birşey görmedim. Benden öyle yüksek, öyle tuhaf ve anlatılmaz bir çığlık sesi çıktı ki adam geri çekilmek zorunda kaldı. Kardeşimle koşmaya başladık, bir an önce ordan uzaklaşmak istiyorduk. Yüz metre kadar ilerde bir dükkana sığındık. Dükkanda bulunan gençten su istedim. Bu arada olayı anlatıyorum, panikle "polisi çağırın" diyorum. Çocuğun verdiği cevap ise :
-"Bu saatte ne işiniz var orada, ben bile geçmiyorum oradan" dedi. Ne polisi çağırdı, ne de bizi teselli edecek sözler söyledi. Meğer meydan çoktan sapıklara bırakılmış bile. Sapık masum biz suçlu ilan edilip o dükkandan çıktık. O korku ve panikle arabaya bineceğimiz yere gidene kadar o adamın hala bizi takip ettiğini düşünüp, sürekli arkamızı kontrol ettik. Durağa geldiğimizde ise durakta hiç araba yoktu. İşte o an başımdan aşağıya kaynar sular döküldü. O an etraftaki bütün erkekler düşman gibi göründü gözüme. Korku ve panikle beklerken, biraz sonra bir minübüs durdu önümüzde. Minübüs şoförüne gideceğimiz yere gidip gitmediğini sorduk. Gittiğini öğrendiğimizde arabanın içine bir göz attık, arabada başka bayanların olduğunu gördüğümüzde bindik arabaya ve içimizden şoföre bir sürü hayır dua ederek yola koyulduk. Yol boyunca arkamızda oturan yolcuların hiç birisine bakamadık, sanki sapıktı hepsi!!.
Bu olayı kardeşimle atlatmamız uzun zamanımızı aldı. Her akşam kardeşimi "dikkatli ol" diye telefonla aradım. Çok şükür ki o akşam kızkardeşimin yanında ben vardım ve o benim yanımdaydı. Tek başına olsaydık, olayın üstesinden gelinmesi çok daha zor olurdu ve o adam çok daha kötü şeyler yapabilirdi. Hala pişmanlığını hissettiğim konu ise o an dükkandaki çocuğu dinlemeyip, polisi arayıp gelmesini beklememizdi. Kaçmayı kendime hiç yediremedim. Ama korku öyle bir duygu ki, mantığınızı kilitliyor ve başkalarının mantığını uygulamak zorunda bırakıyor. Sonradan olay yerinde buna benzer bir sürü hikayenin yaşandığını duydum. O adamın normal bir insan olmadığı kesin ve tedaviye ihtiyacı olduğu ise aşikâr.


Bizler korkularımıza yenik düşüp, güvenli kalelerimize!! saklanmaya devam ettikçe, onlar gecelere ve ıssız sokak aralarına hakim olacaklar. Yinede sapıkları takdir etmemek elde değil. Bunun gibi adamlar kemerlerini çözüp, fermuarlarını açmakla, bizleri güvenli kalelerimizden! çıkmamamızı sağlıyorlar. Suç onlarda değil.. Gecenin bir vakti o ıssız yoldan geçmek zorunda kalan biz kadınlarda. Ne işimiz var bizim sokaklarda? Belamızı arıyoruz... Tek başına sokağa çıkmaktan korkan hemcinslerim!. Haklısınız korkmakta, haklısınız evlerinizden çıkmamakta ne diyim...

Bu olayı unuttuğumu sanıyordum. Geçen gün arkadaş korkuttuğu zaman aynı tuhaf çığlık sesi benden yine çıktı. Bu kadar korkmamın sebebini hiç birisi bilmiyor tabi. Beni korkutup büyük zafer kazanan arkadaş baya güldü, sonra ise bana su içirdiler.

Belleğinize kazınan bir olay varsa bunu asla unutmuyorsunuz. O olayı hatırlatan, bir ses, bir tat, bir his vs. ile tekrar karşılaştığınızda o ana tekrar dönüyorsunuz. O anı yaşayan siz değilmiş gibi düşünmek istesenizde sizsinizdir. İstediğiniz kadar kaçın, unutmak istedikleriniz peşinizi bırakmayacak. En iyisi kaçmayın onlarla yüzleşin...

İç ses: Kız kardeşin gittiği zaman o yoldan tek başına geçeceksin ve tekrar o adamla karşılacaksın. Bu sefer çığlığında kurtarmayacak seni. Korkunla yüzleşte göreyim seni. Yüzleşemezsin ki, korkaksın sen korkak...