Görev Beni Çağırıyor... Seni de...

31 Ekim 2008 Cuma

İlk önce koca bulman gerek!...

*~*YagLi BoYa ReSiMLeRi*~*
Bundan sonra gebelik, lohusalık ve aile planlaması konularında duyduklarımı ve öğrendiklerimi bloğuma yazacağım.
-Yanlış emzirme yüzünden bebeklerin sütün asıl besleyici kısmını alamadıklarını biliyormuydunuz?
-Yalancı emziğin zararlarını biliyormusunuz?
-Aile planlaması hizmetlerinden; sağlık ocakları ve ana çocuk sağlığı hizmetlerinden ücretsiz faydalanabileceğinizi biliyormuydunuz?
Bilmiyorsanız korkmayın artık haccecan var, hepsini yavaş yavaş anlatacağım. Sorularınız varsada sorabilirsiniz, ne yapıp edip öğrenir ve cevap yazarım size...
Çalıştığımız binada dış hatta açık olan telefon bir kaç kişide olduğu için; bina dışı telefon görüşmeleri için mesai arkadaşlarım genelde benim odamda telefon görüşmelerini yaparlar. Bu yüzden telefonda konuştuklarını ister istemez duyuyorum. Gebe, lohusa takibi yapan ebe arkadaşım, kendi sorumlu olduğu bölgesindeki lohusa bir kadınla telefonda görüştü. Kadının ilk gebeliğiymiş ve doğumdan sonra ne yaptıysa çocuğunu emzirememiş. İlk doğumu olduğu içinde tecrübesiz. Çocuk açlıktan ve gaz sancısından günlerce ağlamış, anne ise çocuğunu emzirememekten ve ağlayan bebeği susturamamaktan helak olmuş. Ebe arkadaş kadının evine ziyarete gittiğinde bebeğin ayağının buz gibi olduğunu görmüş, pamukla ayağını sardırmış, gazını çıkartmışlar ve doğru emzirme tekniklerini göstermiş. Bugün telefondada son durumun ne olduğunu sorduğunda herşeyin yolunda olduğunu öğrenen ebe arkadaşın sevincini görmeniz gerekirdi. Bir bebeğin gazını çıkartabilmesi ve annesinin sütünü emebilmesi insanı mutlu edebiliyormuş. Olaya bende mutlu oldum tabi ve ben ;
-"Bebeğim olduğunda sizlerin yardımının ve desteğinin yanımda olduğumu bilmek çok güzel bir şey, artık rahat rahat doğurabilirim"dedim. Ebe arkadaş ise her gün yüzüme şamar gibi vurulan son sözü söyledi;
-"İlk önce koca bulman gerek!..."

Asi(l) Ruhlar....

Boyun eğmeyen asi(l) ruhlara hayranım...

Denileni yapmadan önce düşünen, yargılayan, denilenin başka şekildede yapılabileceğini gören, bir fabrikadan çıkmış gibi olmayan asil ruhlar... Farklıdır onlar, ne yapsanız yapın bir kalıba sokamazsınız hiç birisini...

Onlar sıradan insanlar arasında farklılıklarıyla dikkatleri üstüne toplamayı başarabilirler. Kendinden emin duruşlarıyla, insanın içine işleyen bakışlarıyla, bıçaktan keskin sözleriyle ortalığı esip kavururlar. Ruhlarında ne kibirden eser vardır ne de sahtelikten. Kimseye yaranmaya ihtiyaçları yoktur, içlerinden geldikleri gibi davranırlar. Davranışlarında hiç bir yapmacıklık yoktur...

Her insanın boyun eğmeyen asi(l) ruh olduğu bir dönem mutlaka vardır...

Büyüdüğü toplumun kurallarını öğrenmeden, kirlenmeden, kötülükle alaşıma geçmeden, özünü kaybetmeden önceki çocukluk-bebeklik dönemi!...

İş yerimdeki odamın kapısına, meraklı gözleriyle; minicik bedenli, dev ruhlu, masum bakışlı yürümeyi yeni öğrenmiş yavrucaklar gelir. Ben onları farkedene kadar her detayımı inceleyen bu asi(l) ruhlar, onları farketmemle gözlerini kaçırmaları ve odamın kapısından uzaklaşmaları bir olur. Sonra tekrar kapıda belirirler. Eğer benim bakışlarımda da sevecenliği ve iyiliği görürlerse aynı şekilde tepki verir, yeni çıkmış iki - üç dişiyle tebessüm etmeye başlarlar. Şakadan yüzümü astığımda da, yüzünü asıp tehdit dolu bir bakış attıktan sonrada bir daha kapıma gelmezler. Küsmüştür bu asil ruh. Kalbini alamam bir daha.

Yandaki odada aşılarını olurlar. Canını acıtacak olan iğnenin vücuduna girmemesi için her türlü mücadeleyi verir. İç parçalayan ağlamarıyla tepki gösterirler. Kendisini doğurup, dünyaya getiren yegane varlığa güvenir ve kendisini kurtarması için yalvaran gözlerle annesine bakar. Annesi de düşman saffına geçmiştir! ve iğnenin ona yapılması için tutanlar arasındadır artık. Bu ihaneti gören çocuğun feryatları ise yerleri ve gökleri delmektedir. İğne acısı ve annesinin ihaneti karşısında ki yıkım ise çok sürmez, annesinin kucağında evlerinin yolunu tutarlar.

Daha yıllarca bu olayı gözlemleyecek olan benim dileğim ise; çocuklar büyüsün ama içindeki çocukları, asi(l) ruhları öldürmesinler.

Abimle bugün yaptığım telefon görüşmesinden sonra irkildim resmen. İstanbulda altmış kişilik sınıflara derse giren abim, bugün şahit olduğu olayı anlattı. Kendisine ait olmayan çantayı öğrencinin elinden alıp öğretmen odasına getiren öğretmen arkadışının peşini sekizinci sınıf öğrencisi bırakmamış. "Çantayı ver" diyerek öğretmeniyle tartışmaya girmiş. Çantayı vermeyen öğretmen ile öğrenci arasında ki tartışma giderek büyüyerek kavgaya dönüşmüş. Öğrenciyi sakinleştirememişler ve polisi çağırmak zorunda kalmışlar. Sekizinci sınıf öğrencisi ile bir öğretmenin kavga etmesini hayalinizde bir canlandırın!.... Çocukta ki saygı kavramı, öğretmendeki sabır kavramı... Nereye gidiyoruz? Ne oluyoruz? Ne olacak? Üzülmek hep iyilere düşüyor. Çocuk muhtemelen okuldan atılacak, yaptığının yanlışlığının farkında olmadan, kavga ettiği öğretmeninden nefret ederek büyüyecek. İçindeki çocuğu çocuk yaşta kayıp eden çocuk için üzülmelimi, ağlamalımı, onun için ne yapmalı bilmiyorum.

En başından biryerlerde hata yapıyoruz ama nerede?

30 Ekim 2008 Perşembe

Parmaklar havaya, sonra aşağıya


Üniversite arkadaşım başka bir şehirden buraya sevgilisiyle geldi. Sevgilinin tanımını kafamda hala yapabilmiş değilim o yüzden yavuklusu geldi diyeyim ben. Üç yıldır aynı ofiste çalıştığı arkadaşıyla ilişkiye başladılar. Duyduğumda şaşırmıştım. Aşk; üç senenin sonunda da oluşuyor muş demek ki....

Bugün onlarla alışveriş merkezinde gezdik. Çocuk çok ilgi gösteriyor arkadaşıma. Elini bırakmıyor, üstü bozulsa üstünü düzeltiyor, hiç olmadık anda yanağını, burnunu sıkıyor. (İç ses: Onların dedikodusunu yapıyorsun, gün boyu beraber gez, dolaş, gül, şimdi yazdıklarına bak. İkiyüzlüsün sen.) Şu an kendimi tanımlıyorum ben dedikodu yapmıyorum tamam mı? İkiside kişilik olarak çok iyiler, birbirlerinede yakışmışlar ama böyle vıcık vıcık nereye kadar. Aşırı sevgi gösterisi sıkar bir yere kadar. Yada ilişkinin ilk günleri diye bu sevgi gösterilerini normal mi görmek gerekiyor sizce?

Arkadaşımı iyi tanıyorum, bu kadar ilgiye, sevgiye gelemez o. Yıllar öncesine dayanan arkadaşlığımız var. Allah bozmasın çok iyi anlaşırız. Birbirimize aşağılama derecesine varan sözler söyleriz, ama yinede güler geçeriz her şeye. "Aptal, manyak" demeden ona sevdiğimi hissedemiyorum. O da bana "manyak" dediğinde sanki dünyanın en güzel iltifatını yaptı da otuz iki dişim görünerek gülüyorum. Başka birisi manyak dese kalbim kırılır ve o kişiyi o sözü söylediğine pişman ederim. Ama sevdiğim insan söylediği zaman hakaret olarak algılamıyorum. Manyak derken ki ses tonu, gülümsemesi bana "biricik canım arkadaşım" demesinden çok daha güzel geliyor. Diğer türlü, "canımlı, cicimli, habire birbirini şapur şupur öpen sevgi gösterileri bana sahte gelir nedense. Arada bir tatlı sözler duymakta hoş oluyor tabi o ayrı bir konu. Demek istediğimi anlayan varsa parmak kaldırsın.

En iyi arkadaşlarımla aramda hiç bir resmiyet yoktur, içimden ne gelirse söyleyebiliyorum. İçimden ne gelirse söyleyebildiğim için bana göre sorun olan konuları çekinmeden dile getirebiliyorum bu da içimde kafama taktığım konuların birikmemesine neden oluyor. İçimden ne gelirse söylediğimde arkadaşımda bana alınmazsa değmeyin keyfime. Onu kalbimin içine sokasım gelir. Tabi içimden ne gelirse söylediğim konuları abarttığım çok olur. Bazen zorla susturuluyorum.

Karşı tarafın alındığını veya bana kızdığını düşünürsen geri adım atarım, konuşamam. Söyleyemediklerim de içimde kalır ki bu da, o kişiye karşı kendimi sahte hissetmeme neden olur. İçim dışım bir olmalı benim. Aklımda ve kalbimde ne geçiyorsa karşı taraf bunu bilmeli...

Sevdiğim dostlarım evime geldiğinde kendi evine gelmiş gibi hissetmeli. Misafir gibi davranmam kendilerine. Uyuyacağı zaman kendi pijamalarımdan veririm. Masaya bir tabak fazla konur, ne varsa ondan yenilir. Dostlarıma misafir değerini gösteririm, hissettiririm ama bu evime yabancı birisi gelmiş gibi değil, evden birisiymiş gibi davranarak yaparım. Demek istediğimi anlayan varsa, kaldırdığı parmağı geri indirsin.
Haftasonu yine kampa gidiyorum. Galiba alışkanlık yapmaya başladı bu kamp olayları. Erteleyeceğim bir randevumda yok o yüzden içim rahat. Geldiğimde yine çektiğim fotoğrafları paylaşırım sizlerle.

Yazımı bir soruyla bitiriyorum. Biraz düşünelim ve yorumlarınızla parmaklarınız çalışsın. Kıyamam ay sizlere, bakın ne kadar çok düşünüyorum. Hep beyninizi hem parmaklarınızı çalıştırıyorum.

Sorum şu; Sevgili ne demektir? Bizim toplumumuzca kabul görülen evlilik, nişanlılık, sözlülük gibi ilişkilerden farklı bir ilişki türümüdür? Sevgili deyince ne anlıyorsunuz? Sonu evlilikle bitmeyen, sürekli eş değiştiren ilişkiler hakkında neler düşünüyorsunuz?

28 Ekim 2008 Salı

Hünkar Beğendi Macerası Sonu..

YERELLEŞME, YÖRESELLEŞME VE ÖZGÜNLEŞME ÇABALARINA DOĞRU - Görsel Sanatlar Platformu | GorselSanatlar.org


Benim güzel blogummmmm, canım benim, hoşgeldin... Yasak kaldırıldı çok şükür... Yasağın nasıl kaldırıldığından haberi olan var mı?
Ya arkadaşlar şu bir kaç günde blogumuzun hayatımızda ki yerini görmüş olduk... Herkes blogum blogum diye ağladı resmen... Şu blogların bize yaptığını görüyormusunuz? Aşık olsak aşık olduğumuz insanların peşine bu kadar ağlarmıyız merak ediyorum :) Olaya iyi tarafından bakarsak wordpress de artık bloğumun bir yedeği var. Oradada arada yazılar yayınlayıp, sürekliliğini sağlamayı düşünüyorum. Türkiye burası ilerde ne olacağı belli olmaz. Yedekte de bulunması güzel olur. Bloğumu sigortalatmış oldum yani :)

Ha buluştuk, ha buluşacağız derken nihayet hünkar beğendiyle buluştuk...
Ya ben çok kasıldım, elimi ayağımı nereye koyacağımı bilemedim. Çocuk çok sessiz. Onu ben konuşturdum diyebilirim, lafları ağzından cımbızla aldım. Ben kendimden, ailemden, kardeşlerimden, işimden bahsedip konuşmayı başlatayım dedim ama konuşmayı başlatıp bitirende ben oldum. İnsan eşiyle sohbet edebilmeyi, eşini anlamayı, eşi tarafından anlaşılmayı, ortak noktaları olsun ister. Eşlerden birisi çok konuşken, diğeri sessiz olursa; konuşkan taraf çok yıpranır. Tabi dinleyen tarafında kulakları ve beyni yıpranır. Düşünsenize ben Hünkar beğendiyle evlenmişim ve aramızda şöyle bir diyalog geçiyor. Ben;
-"Bugün işte moralim çok bozuldu, mesai arkadaşımı sigara içmemesi için uyardım. Oda senin odanda içmiyorum seni ilgilendirmez diye beni tersledi." Hünkar beğendi;
- "...... " Ben;
-"Ben terslemesini dikkate almayıp, "Sigara yasağı hakkında yeni bir kanun çıktı, bu kanunu okudum, kamuya açık alanlarda sigara içemezsin" dedim o ise "Bana kanunlardan bahsetme Hatice, senin odanda içmiyorum ve bu odanın sahibi sigaradan şikayetçi olmuyor, sen nasıl içmememi söyleyebiliyorsun?" Hünkar beğendi;
-"......." Ben;
-"Ortada bir kural varsa herkes uymalı, bu işyerinin her işi beni ilgilendiriyor, içilmemesi gerekiyorsa içmeyeceksin" dedim "tamam" dedi. Bende "teşekkür ederim" dedikten sonra kapıyı kapatıp odadan çıktım. Kapıyı kapatırken de arkamdan "cık cık" diye haklı olduğunu düşündüğü tuhaf sesleri çıkarttı." Hünkar beğendi;
-"........" Yine ben;
-"Ama yok bir kural varsa herkes uymalı. Benim odam, senin odan meselesi değil bu. İşleri düştüğü zaman benim yanıma gelebiliyorlar ama onlara uymaları gereken bir yasağı hatırlattığımda "seni ilgilendirmez" diyebiliyorlar. Yok öyle. Ben burada eşşek başı değilim. Değilmi Hünkar beğendi? Sende birşeyler söylesene" Hünkar beğendi;
-"......." Sinirleri zıplamış, gözleri pörtlemiş, tepesinden dumanlar çıkan, eşi tarafından anlaşıldığını ve desteklendiğini düşünmeyen zavallı ben;
"Seninle niye evlendim ki ben. İnsan iki laf eder, bak zaten sinirliyim, konuş be adam konuşşşşşşşşş."Hünkar beğendi;
-"........"
Aman Allah'ım. Yazdıklarımı düşünürken bile korku filminin en korkunç sahnesini izlerken ki gibi gerildim.

Hünkar beğendi macerasını burada noktalıyorum arkadaşlar. Olaya iyi tarafından bakarsak; benim için bir tecrübe oldu. Hünkar beğendi iyi bir insan, eş olamayız belki ama iyi bir insanla tanışmış oldum. İyi olmuş olması iyi eş olacağı anlamına da gelmiyor. Arada elektrik olmasıda lazım. En az 2000 watta çarpılmam gerek. Hünkar beğendi içinde hayırlı oldu, sakin yapısı var, benimle baş edemez zavallıcık.

Yukarıda ki sigara diyaloğu hayali değildi, gerçekti. Cuma akşamı iş arkadaşımla aramızda geçen bu diyalog yüzünden moralim bozuktu ve sinirliydim. Akşama kadar barut gibi dolandım ortalıkta. Akşam ise telefonla arayıp "moralinin çok bozuk olduğunu, sigara yüzündende üstüne gittiğimi! (sigara içmemesini tatlı dille söylemiştim sadece) o yüzden sert çıktığını, özür dilediğini" söyledi. Helalleştik ve kapattık telefonu.
Sigara konusunda hassasım. İçmediğim için içenlerin kokuları beni çok rahatsız ediyor. Ama malesef içenler haklı, içmeyenler haksız konumda. Başka bir yazıda bu konuyu uzun uzun yazarım.
Kızkardeşimin nişanlısı gelecek bir saat sonra. Evde tatlı bir telaş var. Hala kızıyorum kızkardeşimi elimden aldı diye ama artık yapabileceğim bir şey yok. Kızkardeşim yazın evlenip başka bir şehire gidecek. Gittiği günü düşündüğümde içimden salya sümük ağlamak geliyor. Ne yapacağımı bilmiyorum...

26 Ekim 2008 Pazar

Yasaklar...



Dünden beri bloğuma girmeye çalıştığımda karşıma çıkan şu yazı (Bu siteye erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir. T.C. Diyarbakır 1. Sulh Ceza Mahkemesi 20.10.2008 tarih ve 2008/2761 sayılı kararı gereği bu siteye erişim engellenmiştir.) acayip canımı sıkıyor. Birilerinin canını sıkan bir olay oldu diye, binlerce insanın canını sıkmak kimin hakkı? Kim cezalandırıldı böyle? Binlerce insanın; kararı alanlara, idarecilere, telekoma, mahkemelere olan güvenci sarsıldı. Binlerce insan adına konuşma yapmak yanlış belkide. Kendi adıma şunu söyleyebilirim ki güvenim çok sarsıldı. Demokratik olarak düşüncelerin paylaşıldığı bu özgür ortamda, antidemokratik bu uygulamayı kınıyorum....

Yasaklarla, sansürle hiç bir yere varılamayacağını anlaması gerekenlerin bir an önce anlaması dileklerimle...

İç ses: Oh be rahatladım..

Yasal hakkımızı kullanalım arkadaşlar, imza kampanyası başlatıldı. Katılmak isteyen arkadaşlar aşağıdaki adresten bilgi alabilirler...

23 Ekim 2008 Perşembe

120 Can ve Zevk Almayan Nasıl Yaşar?


120 çocuk askerin cepheye silah taşımasını, cephaneleri taşırken soğukla ve ermeni çeteleriyle mücadele etmelerini, dönüş yolunda da bir çoğunun donarak ölmesini konu alan muhteşem bir film... Nurcan izlememi tavsiye etmişti. İyikide izlemişim... Arkadaşlarım ve kardeşimle birlikte gözyaşlarıyla izledik... Bu vatan toprakları için çok canlar feda edilmiş, çok acılar çekilmiş... Bunları yeni nesillerin bilmesi gerek. Bu filmler ve tarihi olayları anlatan kitaplarsa öğrenmemizi sağlıyor... Okuyalım, öğrenelim, izleyim ve dinleyelim...
İş yerinde ki bilgisayarımın ekranı karardı. Uzun süredir ekranda sorunlar vardı, tuhaf sesler çıkartıyordu ve ekranda görüntü gidip geliyordu. Puccanın bloğunu okurken patlayıp kör olacağımı düşünüyordum çok şükür ki öyle bir şey olmadı, ekran sessiz sedasız söndü...
Bilgiyaramın bozulması bir yönden de iyi oldu. Uzun süredir bir kitabı okumam gerekiyordu onu okumaya başladım ve yarısına kadar okudum. Mehmed Niyazi'nin yazmış olduğu Çanakkale Savaşını anlatan kitabın ismi "Çanakkale Mahşeri". "Şu Çılgın Türkler"i okumak benim için daha zevkliydi. Bu kitaba nedense en başından beri adapte olamadım. Zaman zaman duygulandığım oluyor ve okunası bir kitap. Normalde kitap okurken kitap kahramanları ben olurdum; onlarla koşar, onlarla ağlar, onlarla gülerdim... Bu kitabı ise okumuş olmak için okuyorum itiraf edeyim...İnşallah gelip geçicidir bu adaptasyon sorunu. Yoksa kitap okumak benim için bir tutku. Bu tutku giderse hayatım kayar...
Hayattan zevk aldığımız şeylerden zevk almamaya başladığınızı düşünsenize. Çok korkunç bir şey... Dünya yaşanılacak bir yer değil zaten ve zevk aldığınız konularda artık size mutluluk vermiyor... Neden yaşanılır ki o zaman?
Hayatta hiç bir şeyden zevk almayan ve sevdiği kimse olmayan insanlar sizce nasıl yaşarlar?

22 Ekim 2008 Çarşamba

Duygularda İniş Çıkışlar...


Kadınların iç dünyalarının gelişmiş olması, onları erkeklerden daha çok duygusal dalgalanmaya götürür. Kadınların duyguları, bahar mevsimi gibi özel ritm ve döngüye sahiptir. Erkekler bunu çoğunlukla anlayamazlar ve kendi davranışlarından kaynaklandığını zannederek onların hislerini değiştirmeye çalışırlar. Nasıl ilk baharda hep güneş olmazsa kadının duygu dünyasında da hep neşe yoktur. Sebepsiz üzüntüler yaşar, basit şeyleri dert edebilirler. Herhangi bir konuyu uzatır, zihinlerinden atamaz ve günlerce düşünürler.

Kadının inişe geçtiği zaman erkek ona moral vermeye kalkıp düzeltmeye çalışırsa bir süre sonra tükenir. Kadının o anda ihtiyacı fikir değildir, yanında birisini bulmak, o kişi tarafından dinlenmek ve anlayış görmektir. "Sev, değer ver, paylaş" desteği kadına yetecektir. Kadın olumsuz duygularını bastırdığında onları içinde biriktirir, ama bardağı neyin taşıracağını kestiremezsiniz. Menfi duygularını ifade edemeyen, hep neşeli roller oynayan kişinin güzel duyguları körelebilir. Bu durum da eşinin kendisini yanlış anlamasına sebebiyet verebilir. Doğal olmak, ama zamanlama ve yaklaşım biçimini çok iyi düzenlemek lazımdır. Karşı tarafı gerçekçi olmayan beklenti içinde tutmak, ona evde bir taht hazırlayıp sonradan şikayet etmek ne derece doğru olur?

Akıllı kadın eşine özgür olmak hakkı tanırken akıllı erkek de eşine üzülme hakkı vermelidir. Böylece erkekler ilişkide nefes alırlar. Sessizlik zamanlarında zihinleri geviş getirir. Kadınlar da duygusallıkları sebebiyle anlaşıldıklarını hissettikleri için kendilerini güvende bulurlar.
Kadın Psikolojisi (Prof. Dr. Nevzat Tarhan /Sayfa 30)

21 Ekim 2008 Salı

Dünya Çapında Arkadaşlık Ödülü



"Proximidade Award"''Friendship Around The World Award""DÜNYA ÇAPINDA ARKADAŞLIK ÖDÜLÜ"
Sevgili Nur Ablacığım bana bu ödülü layık görmüş, seve seve kabul ediyorum... Bu ödülü bana layık görerek beni onurlandırdığı için teşekkür ediyorum. Umarım, varlığıyla ve yorumlarıyla hayatımda olmaya devam eder....
07.11.2008 tarihinde 1. blog yaşımı kutlayacağım için, birinci yıl sevincimi şu an yaşayamıyorum. Vakti gelince sevincimi sizinle paylaşırım...
Aldığım ödülü blog arkadaşlarımla paylaşmak, bu sevinci onlarla da yaşamak istiyorum.
6-z.m
Bloğumda yazdıklarımı ve yayınladıklarımı okuyarak, izleyerek, seyrederek, yorum yazarak, yazmayarak beni yalnız bırakmayan tüm dostlara selam olsun... İyiki varsınız....

20 Ekim 2008 Pazartesi

Erkek Nasıl Konuşturulur?



Erkeğin temel psikolojik ihtiyaçlarından bir tanesi, bağımsızlık ve özerk olma ihtiyacıdır. Erkek bir kadına yakınlaştığında birden bağımsızlığının gittiğini düşünmeye başlar ve kendisini geri çeker. Bu geri çekilişte kadın onun üzerine giderse geri çekilme kovalamacaya döner. Kadının kendisine fırsat tanıması hâlinde belli bir süre sonra eşinin sevgi ve yakınlığına yeniden ihtiyaç duyacağından geri gelecektir.
Erkekler konuşmak için konuşmazlar, konuşmak için bir nedenleri olmalıdır. Zamanlama ve yaklaşım biçimi uygun ise konuşmaya başlarlar. Konuşması için bir erkeğin ilgi alanını bulmak gerekir. Erkek konuştuğunda suçlandığını veya baskı altında olmadığını hissederse yavaş yavaş açılmaya ve iletişim kurmaya başlar. Erkeği olduğu gibi kabul eden ve bunu hissettiren kadın, eşinde olumsuz duygular uyandırmadığı için aranan eş olur.
Erkek geçici bir sessizlik ve yalnızlıktan sonra kadına döndüğünde kadın onu suçlar ve eleştirirse erkek gerçek duygularını bastırır ve iletişim bozulur. Cezalandırıldığını hisseden erkek, geri dönmek istemez, konuşmaktan, ilgi ve sevgi göstermekten kaçınır.
Kadın Psikolojisi (Prof. Dr. Nevzat Tarhan /Sayfa 31)

Ah Karagöl...


İyiki iç sesimi dinlememişim. Çok güzel iki gündü. Çok güzel biraz mütavazi kaldı. Muhteşem iki gündü...
Gördüğüm güzellikler; sarıya, maviye, yeşile, mora çalan ağaçlar, gölde zıplayan balıklar, içimi titreten soğuk, kafama damla damla yağan yağmur, aniden ortaya çıkan ve ortalıktan kaybolan sis, çamurla dansım, attığım kahkahalar, çadırın içinde soğuktan titreyişim, gördüğüm saygı ve ilgiden kendimi değerli hissetmem ve hafiften şımarmam, en az beş objektifin bana yöneltilmesi ve aynı pozumun bir sürü fotoğraf makinasından çekilmiş olması, kendimi görmüş olmaktan bıkmak..... Bunların hiç birisi anlatılmaz, ancak yaşanır. Yaşamayanlar içinde bir süprizim var, çektiğim fotoğrafları Fotoğraf Dünyam adlı bloğumdan görebilirsiniz. Akşam fotoğrafları düzenleyip yükleyeceğim....
Sizlere birde hayır dua edeyim bari ; Allah böyle güzellikleri dileyen herkese yaşatsın ve içinde yaşamak istediği bütün güzellikleri yaşatmadan öteki dünyaya göç etmemesini nasip etsin.

17 Ekim 2008 Cuma

Dağdayım, Korkuyorum, Üşüyorum


http://www.fotokritik.com/726593

Yarın hünkar beğendi ile buluşacağım büyük gündü...

Taki telefonum çalana kadar. Fotoğrafçı arkadaşlarım "dağa kamp kurmaya gideceğiz sende gel" dediler. Dağda çadırda kalacağım diye hünkar beğendiyle buluşmayı erteledim. Bir kafede sıcak çay içip sohbet etmek ve geleceğimin temellerini atmak varken, dağda soğukta, çadırda kalmayı tercih ettim. Belkide ruh ikizim bu çocuk. Bilmiyorum ki... Nedennnnnnn. Neden diğer kızlar gibi çıtı pıtı çıtkırıldım bir kız değilim ben yaaa.... Haftasonu evde kalıp çamaşır yıkamam, ütü yapmam, cam silmem gerek ama böyle bir şeyin zorunluluğunu hissetmiyorum...

Dağda bir çadırda kalmak düşüncesi iliklerime kadar üşüdüğümü hissettirdi. Hatta şu an korkuyorum bile. Korku ise oraya gitmemi daha tetikliyor.Ama gideceğim, korkuma yenilip, gitmekten vazgeçersem, kendimi korkak ilan edip, aynada kendime bakamam...

Neyse ya, belkide ömrümde ilk ve son defa böyle bir fırsat elime geçecek. Hünkar beğendiyle hafta içi bir gün buluşurum. Tabi artık buluşmayı kabul ederse. Çünkü bu üçüncü erteleyişim....
İç ses; Evde kalmıştın zaten, birde çadırda kal. Kaybedeceğin hiç bir şey yok....

Evliliğin Amaçları


http://www.evliliksiteleri.com/modules.php?name=dugunfotografi#
Biyolojik ihtiyaçlarımız bizi evliliğe yöneltir. Genlerimizin bizi evlenmeye sevk ettiğini bilmeliyiz. Bu olgu, insan neslinin devamı içindir. Genlerimizde, en iyi adayı bulmak, onunla birlikte yaşamak ve çocuk meydana getirmek gibi bir talimatname vardır.
Ayrıca psikososyal ihtiyaçlar da ancak evlilikle karşılanabilir. Onun dışında bu ihtiyaçları tam olarak karşılamak mümkün değildir. Ancak doğa gereği olan evlenme kuralının da istisnası vardır. Evlilik, kültürel bir olgudur. Eğer kişi, ilgi ve zevk alanlarının çeşitli hale getirebilir, hormonlarını %30-40 oranında kontrol edebilirse, kendini evlenmeden de mutlu edebilir.
İnsanlar modernitenin değerlerini ne derece benimserse, evlilik kurumuna olan bağları da o kadar zayıflar.Modernizm, evli çiftlere "özgür yaşa, bağımsız ol, canının istediğini yap; çocuk seni engeller!" tarzında bir mesaj vermiştir.
Mesela kadın, fiziki özelliklerinin aşırı yüceltilmesi sonucu, bu görüntüsünü kaybedince kendini çok kötü hisseder. Evlilik ise kadını fiziksel olarak yıpratır. O bu durumda, çocuk doğurması sonucunda oluşacak beden yıpranmasını düşünerek, kadınsı özelliklerini kaybetmemek ve aşınmamak maksadıyla annelik rolünden kaçınır. Meselâ bazı kadınlar, doğumdan sonra güğüslerinin bozulmaması için çocuklarını emzirmezler. Çocuk sahibi olmayı istememe de, aynı düşüncenin bir sonucu, modernitenin sunduğu modellerin birer uzantısıdır.
Hatta aileler, kız çocuklarının meslek sahibi olmasını, kocasıyla geçinemezse boşanabilmesi için istemektedir. Onların eğitimine bu kadar önem verilmesinin sebeplerinden biridir bu. Böylece bir düşüncenin arkasında da bencil olmaya yapılan özendirme söz konusudur. Savunma silahı olarak düşünülen bu durumun evlilik kurumuna sağladığı fayda tartışılır. Bu niyet ve amaçlar evlilik bağını zayıflatmaktadır.
Gençlere, "Evlendikten sonra ne kendini ezdir, ne de karşı tarafı ez; evlilik bağlarını güçlendirmeye çalış!" fikri aşılanmalıdır. Bizim kültürümüzde, evlenilen insanın ailesine "kaim valide ve kaim peder" denilir. Bu tabir, " anne yada baba yerine geçen" anlamına gelir. Kayınvalide ve kayınpeder, oğlunu evlendirdiği kişiyi "kızı" gibi görmelidir. Büyükler, gelin ne kadar yanlış yaparsa yapsın, kendi kızında hissettiği duyguları hissetmeli, hak duygusunu elden bırakmamalıdır. Aksi halde, "Geçinemezse, bırakır gider!" düşüncesi, karşı tarafta kendini gerçekleştiren bir ön kabul olur. Şimdi bu insanların yerini, gelinini kızı, damadını oğlu yerine koyamayan aile büyükleri almaktadır. Bu bağlar zayıfladığından, evlilikler de zayıflamaktadır.
Psikolojinin gizli yasalarından bir tanesi, "İnsan, neye inanırsa ona göre davranır." kuralıdır.
Mesela kişi, birini kötü kabul ettiği zaman, farkında olmadan ona kötü davranmaya başlar, karşındaki de fark etmeden olumsuz tepki verir. İnsanlar kötü olmadığı halde ilişkiler kötüleşir, muhatabı birden kişinin düşmanı oluverir. Burada anne babanın, gelin ya da damadı kendi evlatları yerine ikame edememesinin getirdiği hoşnutsuzluk vardır.
Bu noktoda boşanmaların artması sadece bir sonuçtur. Bu olgular, pek çok kavramın zayıflamasının, toplumsal bağların ve insandaki erdemlerin azalmasının, ahlaki çöküntünün ve kişiler şekle fazla önem vermesinin neticesidir. İnsanlar çok güzel giyinmelerine rağmen, gönülleri zayıflamıştır. Öncelikler değişince de boşanmalar, evlilikten korkmalar ve çok eşliliklerin sayısı artmaktadır. İnsanımız Batının iyi değerlerini alırken maalesef hastalıklarını da almıştır.
Kadın Psikolojisi (Prof. Dr. Nevzat Tarhan /Sayfa 203-204)

Bir boru ile çiş nasıl yaptırılır?

Yeni nesiller bilmez ama bende dahil, bütün kardeşlerim kundağa sarılıp büyüdük. Eskiler kundağa sarılan bebeklerin elinin, ayağının daha düzgün olacağını düşünüp, kat kat bez parçalarına sararlarmış. Bir etkisini gördün mü? diye sorarsanız; yok valla bir faydasını görmedim... Hala yamuğum.... Belkide doğduğumda daha düzgündüm kim bilir?
Bu fotoğrafı görünce aklıma üniversiteden bir arkadaşım geldi. Arkadaşım küçükken, ailesi bahçe işleriyle uğraşmak zorundalarmış. Onuda ayva ağacının dibine oturturmuşlar. " O kadar sakin ve mal bir çocukmuşum ki.... Akşama kadar o ağaçtaki ayvalara bakarmışım, ayvalar elimde oynarmışım" derdi ve bu konu üstüne bir sürü espri yapar gülmekten ölürdük.
Çalışmak zorunda olup, çocuklarıyla ilgilenemekten dolayı sevgisiz ve ilgisiz büyüyen yurdum çocuklarına üzülmemek elde değil. Bu durumu belgeleyen traji komik bir fotoğraf. Çocuğumuz beşikten düşmesin diye sıkıca bağlanmış ve çişini bir boruyla aracılığıyla küçük bir kaba yapmasını sağlayan pratik bir düzenek....
İç ses:İlerde kullanılabileceğim bir düzenek aslında... Öğrendiğim iyi oldu

16 Ekim 2008 Perşembe

Her Şıkkı Doğru Olan Soru Sorun Bana....

Bu zamanın çok hızlı ilerlemesine acayip takmış durumdayım. Sabah gözümü açıyorum, akşama ise gözlerimi kapıyorum. Gözümü açtığım ve kapadığım zaman aralığında ne yaptığım ise tam bir muamma. Zaman çok hızlı gidiyor. Allah'ım ne olur zaman biraz yavaşlasın. Geçmesini pek umursamıyorum, boş geçiyor hissi beni çok rahatsız ediyor... Yazdığım bir kitap var, okuttuğum öğrencilerim ve ödemem gereken bir sürü borcum var. Alacaklarımda cabası. Kalbimi kıranlarla yüzleşmemde gerek. Haksız yere kırdın kalbimi, tamir et diyeceğim. Daha dünyayı kurtaracağım ben... Of tamam iç ses biliyorum saçmalıyorum. Benimde saçmalamaya hakkım var. Her zaman kontrollü ve aklı başında olmam gerek diye bir ayet inmedi veya böyle bir farz yok demi. Rahat bırak az beni...
Kiminle konuşsam zaman çok hızlı ilerliyor diyor. Ne çabuk pazartesi oluyor, nasıl cuma gününe kavuşuyoruz bilmiyorum. Aha yarın günlerden Cuma. Koca beş gün daha geçti. Yarın henüz geçmedi ama geçecek işte. Zaman bu kadar hızlı ilerlerken benim ortaya döktüğüm, yaptığım ne var ortada? Hiç bir şey... Koca hiç bir şey... Oysa ne çok isterdim; tarih kitaplarında iyi anılacağım bir şeyler yapmış olmayı. (Tarih kitaplarından vazgeçtim tamam iç ses; biraz daha mantıklı konuşayım yoksa seni susturamayacağım.) En azından sevdiğim insanların kalbine girsem orda çıkmamacasına...

Hani filmlerde vardır ya. Zaman makinası olsada binsem. Gitsem çocukluğuma. Pişman olduğum herşeyi söylesem ve çocuk Haccecan onları yapmadan büyüse... Sonra zaman makinasına tekrar binip geleceğe gitsem. İlerde pişman olacağım ne varsa öğrenip gelsem şimdiki zamana. Sorunlu bir evlilik yapmışsam, hiç evlenmemiş olsam mesela. Kötü evlilik yapacağım adamı görür görmez kaçıp gitsem yanından, kaçarken de yüzüne tükürsem.
-"Tüh kalıbına, utanmadan yan gözle bakıyon, boyundan posundan utan" lafınıda söylemesem olmaz tabi.

Hele bu evlilik kararı benim için çok zor bir karar. Allah'ım bu konuda hiç karar vermek zorunda bırakmasan beni olmaz mı? Rüyamda göster o kulunu. "Bu senin eşin olacak adam. Bununla evleneceksin, daha sesinide çıkarmayacaksın" desende hiç uğraşmasam olmaz mı? Doğrumu yapıyorum, yanlışmı yapıyorum, ben kiminle evleneceğim? sorularının yanıtlarını direkt SEN versen olmaz mı? Off ya evlenenler bu kararı nasıl verdiniz? ÖSYM'de bile üç yanlış, bir doğru var. Benim ne yanlışım, ne de doğrularım var. Sadace soru var, şık mık yok ortada. Bütün şıkları doğru olan soru sorulmuş olsaydı da, yanlış yapma korkusu olmadan, şıklardan birini seçseydim ne hoş olurdu....
İç ses: Haccecan kontrolden çıktı, beni bile dinlemiyor. Aldırmayın siz ona. Şu an servis dışı, yazdıklarından sorumlu değil....

Büyük Bir Edep ve İncelik Konusu


http://www.fotokritik.com/292257

GEÇ Mİ KALDIK ACABA ..
Beş yaşında idim. Rahmetli anneannem pirinç ayıklıyordu. Bir tane yere düştü. Anneannem eğildi, aramaya başladı. Sağa bakıyor, sola bakıyor, bulmaya çalışıyordu .Çocukluk işte,

-Aman anneanne bir pirinç tanesi için bu kadar çaba harcamaya, yorulmaya değer mi? Rahmetli ilk defa sertleşti bana karşı, öfkeyle doğruldu.

-Sen oturduğun yerden ahkâm kesiyorsun.Hiç pirinç üretilirken gördün mü? İnsanlar ne kadar zorluk çekiyorlar. Bir pirinç tanesinde kaç insanın göz nuru, alın teri, emeği, çilesi var biliyormusun?

'Utancımdan kıpkırmızı olmuştum. Aradan yıllar geçti. Hacettepede öğrenciyim. Alain'in proposlarını okuyorum. Birden irkildim. Anneannemi hatırladım. Alain, "bir insan yerde bir iğne görüp de eğilip almazsa, bütün uygarlığa karşı ihanet etmiş olur" diyordu. İlave ediyordu. "Bir iğnenin üretiminde binlerce insanın alın teri, göz nuru, el emeği vardır" diyordu.

On dokuz yıl evveldi. Stockholm'e gitmiştim. Bir otele indim. Geceydi. Sabahleyin, traş olmak için lavaboya gittiğimde, aynanın yanında ilginç birnot gördüm. 'Lütfen traştan sonra jiletinizi çöpe atmayın, yanda bir kutu var oraya bırakın, bir tek jiletle dahi olsa, İsveç çelik sanayisine yardımcı olun' diyordu. Doğrusu hayretler içinde kaldım. Çocukluğumdan beri çelik eşya denince akla İsveç çeliği gelir. Birçok eşya üzerinde' İsveç çeliğinden yapılmıştır' diye yazardı. İşte o ülke, kullanılmış bir tek ufacık jiletin bile çöpe gitmesini istemiyor, ona sahip çıkıyor, gelen turistlere rica yollu uyarıda bulunuyordu.

İsviçre'de zaman zaman, belli periyotlarda radyolar, televizyonlar bir haberi duyurur. 'Şu tarihte, su saatte, adamlarımız gelecek. Siz lütfen hazırlığınızı yapın. Okumadığınız, ilgilenmediğiniz, kullanmadığınız ne kadar kitap, dergi, gazete, kâğıt, ambalaj, kutu varsa, ve lev ki, bir ilaç prospektüsüdahi olsa, kapının önüne koyun. İsviçre'nin kalkınmasına yardımcı olun. Fazla ağaç ziyanına engel olun.

'Japonlar son derece sade, basit, yalın mütevazı yaşayan insanlardır. Evlerini mobilya ile eşya ile dolduranlar Japonlara göre ruhen tekamül edememiş, hayatın manasını anlayamamış, zavallı kimselerdir. Böyleleriyle; evini mezat salonuna çevirmiş zavallı, diye eğlenirler. Bir insanın gösteriş için eşyanın esiri olması ne kadar acıdır. Vaktiyle Japon ekonomisi darboğazdan geçiyor. İç borçlar, dış borçlar gırtlağı aşıyor. Zamanın başbakanı meclisi toplar. Kürsüye çıkar.Durumu olanca açıklığı ve tehlikeleri ile anlatır ve;

-"Şu andan itibaren Tanrı şahidim olsun ki, Japonların iç ve dış borçları son kuruşuna kadar ödenmeden, pirinçten başka bir şey yemeyeceğim. Şu üstümdeki elbiseden başka elbise giymeyeceğim." Dediklerini yapar, en üstten en alta bir israftan kaçınma kampanyası açılır. Japonya bütün borçlarını öder. Bu durumun toplumun bütün kesimlerini, tek istisna olmadan kapsadığını söylemeye gerek yok.

Geçenlerde Japon imparatorunun sarayını gördüm. Yarabbim, ne kadar sade, ne kadar mütevazı, ne kadar gösterişten uzak...

*Gerekmediği halde elektriği yakmakla, suyu kapamadan boş yere akıtmakta, gece çamurlu ayakkabılarımızı temizlemeden yatmakla, yemek yediğimiz kapları yıkamadan bırakmakla biz de zalimler sınıfına geçmiyor muyuz?*

Hayat çok ince, akıl almaz incelikte ipliklerle örülmüştür. Her şey o kadar birbirine bağlıdır ki... İlk okul okuma kitabımızdaki bir sözü hiç unutmadım. "Bir mıh bir nalı kurtarır. Bir nal bir atı, bir at bir komutanı, Bir komutan bir orduyu, Bir ordu bir ülkeyi kurtarır" diyordu.. Maddi durumumuz ne olursa olsun, ister zengin olalım ister fakir, hepimiz çok dikkatli olmak zorundayız. Burada parayı da, maddiyatı da aşan büyük bir edep ve incelik vardır.
İnternetten alıntıdır....

Dişi ile Erkek Melek Kavgası


Sabah odanın kapısını açtım ve bir evrağı almak üzere odadan çıkmıştım. Erkek melek daktilo masasında oturuyordu. Dişi melekler ise henüz gelmemişti. Odaya geldiğimde kısa boylu dişi melek erkek meleğe;

-Bana öyle soğuk espriler yapma tamam mı? Erkek melek sinirlenmiş, iki eliyle masaya vurup:

-Beni dinle diyorum sana, dinlemiyorsun ki... Kısa boylu dişi meleğin gözleri sulandı.

-Bana sormadan nasıl yerimi değişdirtirsin? Baktım tartışma büyüyor dişi meleği odadan çıkardım. "Sakinleşmeden odaya gelme" dedim. Kısa boylu dişi melek çok duygusal, elinde bir defter sürekli onu karalıyor, şiirler yazıyor, düşünüyor. Benim dinlediğim müziklerde ona ilham oluyor galiba :))

Meğer staj için bir kişinin burdan ayrılması gerekiyormuş, burdan hiç biriside ayrılmak istemiyormuş. Oturup konuşturdum, şimdi ortam sütliman.. Beni sevdilerde ondan gitmek istemiyorlar kesin. Zaten beni sevmeyen ölsün. Gerçi kısa boylu melek bana hala Asuman abla diyor ama olsun, beni seviyorda ondan gitmek istemiyor ya, varsın ismimi yanlış söylesin. Ah canlarım bende sizi çok seviyorum. Söylemiyorum ama seviyorum...

İç ses: Sen kendini kandır. Onlar hastaneye giderken yol parası vermek istemediklerinden senin yanında staj yapmak istiyorlar. Garip öğrencilerin yol parası vermeye güçlerimi var?

Daktiloda yazı yazdırıyorum şimdi bunlara. Tak tak sesleri odada yankılanıyor. Sıkılmasınlar diye veya odada dart var. Ona atış yapıyoruz bazen.. O kadar hoş görünüyorlar ki. Hey gidi gençliğim diye iç geçiriyorum içimden.

15 Ekim 2008 Çarşamba

Beyaz Melek ve Hünkar Beğendi...


http://www.fotokritik.com/1348341

Bu akşam kızkardeşim ve komşumla " Beyaz Melek" filmini izledik. Gözyaşlarını akıttıracak kadar duygusal bir filmdi. Yıldız Kenter'in ve diğer emektarların oyunculuklarına diyecek tek bir kelime yok. Toplumsal mesajlarla dolu bir filmdi. Tabi anlayana!!! Çok geçikmeli olarak izlediğimin farkındayım. Film sinemalarda oynarken herkes " aaa izlemedin mi? mutlaka izle, çok güzel bir film" diye diye bu güne nasipmiş izlemek. İyiki de izlemişiz....
Filmi izlemeden önce; telefonumu bilmediğim bir numara aradı. Aramaz diye düşündüğüm çok sessiz ve çekingen bir beyefendiydi telefondaki. "Sizinle bir yerde buluşup çay içmek istiyorum izin verirseniz" dedi. Şimdiye kadar gelen bütün tekliflere "hayır" demiştim. Bu beyefendiyle görüşeceğim. Evlilik niyetiyle görüşme olacağından ve hiç tanımadığım birisi olduğundan kasıntı bir haldeyim. Bir tarafım ise acayip rahat, sanki kırk yıldır tanıdığım birisiyle bulaşacağım. Sonunu bende bilmiyorum. Bundan sonra gelen tekliflere görmeden hayır dememe kararı aldım. Belkide ruh ikizime çoktan hayır demişimdir. Bilmiyorum... Aşkı gözümü, kulağımı kapatarak bulamayacağımı anladım. Gözümü ve kulağımı açtım. Belki artık beni bulur....


İç ses; Dertsiz başına dert arıyorsun. Hünkarı belki sen beğeneceksin, belki o seni beğenmeyecek. Belkide Hünkar beğendi olacak bu iş.. Aşk işleri boş işler. Özgürlüğünün ve bekarlığının tadını çıkar, evlileri görüyorsun. Hepsi pişman. Akılsızlık etmeeeee. Beni dinleeeeee

Allah'ın Yardım Eli


http://www.fotokritik.com/1325821

"Bir kış daha kapıya dayandı işte.... Nasıl geçtiğini anlamadığım koca bir yaz daha geçti, gelmesini istemediğim kış ise kapıya dayandı... Fukaranın korktuğu mevsim ne kadarda çabuk kapımızı çalıyor.Allah'ım bu kış da diğer kışlar gibi yardım et, ne olur..."
Sırtından buram buram ter akan yaz sıcağında serinlemek kolaydı; kirli yakalı, eski, yamalı gömleğinin bir düğmesini daha açabiliyordun veya bir bardak fazla su içip rahatlayabiliyordun. Sıcağa karşı koymak kolaydı tabi. Soğuk öyle değildi işte... Keskin, acı soğuk vücuda değdiğinde insanı titretmeye yetiyordu. Kendisini düşünmüyordu bile... Her akşam sıvasız, kerpiçten evinin kapısından girerken, boynuna atlayıp, "bize ne getirdin baba" diye soran çocuklarındaydı aklı. Kendisi sırtında bir kaç kuruşa yük taşırken üşüdüğünü hissetmiyordu. Narin vücutlu çocuklarının bedenleri soğuktan hastalanmasın diye eve odun- kömür almalıydı. Çocukların okul masraflarını karşılayıp, boğazlarını doyurmak zor geliyorken, bir de kara kışa karşı hazırlık yapmalıydı.... Eve yiyecek ekmek götüremediğinde ise ne çocuklarının ne de eşinin yüzüne bakabiliyordu.
"Allah'ım bu kış da diğer kışlar gibi yardım et, ne olur" dualarıyla Allah'ın bu senede yardım elini uzatacağını düşünüyordu...Kafasında ki düşüncelerle soğuktan üşümüş ellerini birbirine sürterek ısıtmaya çalıştı daha sonra -evine odun alabilmek için- yerdeki odun dolu küfeyi sırtına alıp, son model BMW ve Mercedes arabaların arasından geçerek apartmanın kalorifer kazanına doğru yürümeye başladı....
Allah'ın yardım eli olmaya çalışan insanlardan olmaya var mısınız?
"Ben varım" demekde yeterli değil. Gerçek ihtiyaç sahipleri ile rol yapanlarıda birbirinden ayırabilmemiz gerekiyor. Çoğu zaman ihtiyaç sahibi "yardıma ihtiyacım var" diye sizin kapınıza gelmez. Sizin onun kapısını çalmanız gerekiyor.
Yeri gelmişken konuyla alakalı çok bilindik bir hikaye yazmak istiyorum;
Devesiyle birlikte çölde yürümekte olan bir bedevi, güçlükle yürüyen, susuzluktan dudakları kurumuş bir adama rastlamış. Adam bedeviyi görünce su istemiş. Devesinden inmiş ona su vermiş. Suyu içen adam birden bedeviyi iterek deveye atladığı gibi kaçmaya başlamış.Bedevi arkasından bağırmış:
-“Tamam, deveyi al git ama senden bir ricam var. Sakın bu olayı kimseye anlatma!”Bu isteği tuhaf bulan hırsız biraz duraklayıp, nedenini sormuş:
- " Eğer anlatırsan, bu her yere yayılır ve insanlar bir daha çölde muhtaç birini görünce yardım etmezler.”
Çölde devenizi çalıp giden insanlar için yardım etme duygularınızdan asla vazgeçmeyin. Yardım etmek ihtiyaç sahibinin hem maddi, hem manevi ihtiyaçlarını karşılarken, yardım eden insanada duygusal doyum sağlamaktadır. Bu söylediklerimi "insanın hem bedeninin hem ruhunun beslenmesi gerektiğine" inanan arkadaşlarım anlayacaktır...

14 Ekim 2008 Salı

Siyah ve beyaz...


Herşey ya siyah olacak, ya da beyaz.

Siyah kadar gözü kara olacak yada pamuk kadar beyaz ve saf. Arada kalmış renkleri gözüm görmüyor bile . Gözümde onlar "ne olduğuna karar verememiş renk kalıntıları". Özlerini beyazdan ve siyahtan almışlar, ne siyah kadar asil ne de beyaz kadar kirletilmemiş olabiliyorlar.

Sevemedim ara renkleri... Hayatımdan çıkarmak istiyorum, ara renkli karakterli insanları. Ne olduğunu bilmeyen, ne olmak istediğine karar veremeyen arada kalmış insan kalıntılarını.

Her yer siyah ve beyaz olmalı. Siyah gibi karaysa; bunu belli etmeli, insanlara gerçek yüzünü gösterebilmeli. Karayı beyaza çevirmeye çalışabilmeli gerektiğinde... Beyaz gibi çabuk kirlenebiliyorsan ve kırılabiliyorsan bunu parlaklığınla gösterebilmelisin ki insanlar seni kırmamak için ne yapacağını bilmeliler.

Sevemedim ara renkleri, anlayamadım onları.

Her şey ya siyah olmalı yada beyaz..... Ya siyah gibi her şeyi içinde saklayabilmeli, ya da beyaz gibi içinde ne var ne yok gösterebilmeli.
Sevemedim ara renkleri, anlayamadım onları...

Okuma Gözlüğü



http://www.fotokritik.com/184463

Temel, kasabaya inerek gözlükçüye girer ve bir okuma gözlüğü istediğini söyler.
Dükkandaki bütün gözlükleri denediği halde Temel'in hala okuyamadığını gören gözlükçü; "Kuzum! Sen, okuman yazman olduğundan emin misin?!" diye sorunca, Temel şöyle der:
- Ula! Yoksa şart midur?!

13 Ekim 2008 Pazartesi

Haftasonum, Aşı, Karışık Duygular


Haftasonu temizlik açısından yoğun bir gündü... Bütün ev baştan aşağıya silindi, süpürüldü, yazlıklar dolaplarında ki yerinden kaldırılıp, kapıya dayanan karakışa karşı silahımız olan kazaklarımız, montlarımız, atkılarımız, berelerimiz gardolaptaki yerlerini aldılar... Yazlıkları üst üste koyduğumuzda neredeyse boyuma gelecekti. Ne kadar çok kıyafetimiz var yarısını da giymedik bile. Seneye giymediklerimin hepsini dağıtacağım hayrına....Bu israftan dolayı kendimden utanıyorum...

Cumartesi akşamı arkadaşım geldi. Sohbet konumuz evlilik, koca adayları, aşk, çocuk, hayat, iş olan bol bol kahkahalı ve eğlenceli bir yemek ve çay faslından sonra gece 1 gibi dünyaya gözlerimizi kapattık.

Arkadaşım Ayfer, alıştığı saatte gözlerini açmış, uyumaya çalışmış ama nafile. Kalkıp televizyon ile vakit geçirmeye çalışmış. Beni Kızkardeşim uyandırdı. "Kalk arkadaşın sıkılmıştır, acıkmıştır" diye zorla yataktan kaldırdı. Bu erken kalkma olayı bende niye alışkanlık yapmıyor anlamıyorum. Yatakla vedalaşmamı görmeniz lazım. Yüreğiniz kan ağlardı valla...

Ayfer'in hoşlandığı bir çocuk var. Evlilik hayallerini bu çocuk üstüne yapıyor. "Çocukta ne tip var ne karizma var ama aşık oldum işte" diyor. "Onu bir kaç gün görmesem kafamdan bol bol senaryo yazıp, onun için ağlıyorum, işte yüzüm asık oluyor, soranlara " yok bir şey" diyorum, gördüğüm günler ise merdivenleri koşarak çıkıyorum, herkese en güzel ses tonumla "günaydınnnnnn" diyorum " dedi. Bunları o kadar komik anlatıyor ki, anlatırken gülmekten ölüyoruz... Bu sabahta msnden konuşurken;
-Günaydın, bugün çok mutluyum
-Hep böyle mutlu ol emi.
-Amin inşallah.
-Mutluluğun sebebi nedir? Kesin yine onu gördün demi?
-Evet onu gördüm. Uzakta, arkasından gördüm ama.
-Vay be çocuğun arkası ne kadar da kuvvetliymiş. Seni mutlu etmeye bile yetti.
-Puahhhh. Sen çok yaşa emi. Aynen öyle. Onu görmek bile mutlu olmama yetiyor.
Aşkın en saf en temiz en hoş olanı bu bence. Kirli duyguların, kıskançlığın olmadığı, hiç bir beklentinin olmadığı bir aşk. Ama bunun böyle sürüp gitmemesi gerek. İki tarafta yaşını başını almış. Ayfer, çocuktan bir atılım bekliyor ama çocukta tık yok. Böyle giderse bu olaya el atmayı düşünüyorum.
Bu olaya benim açımdan bakarsam. Her sabah yolda gördüm diye mutluluktan uçtuğum kimse benim niye yok? Ben odun muyum? Duygusuz muyum? Bakanlara da sapık muamelesi yapıp yolumu değiştiriyorum. Hatta beni kimse görmesin diye en ıssız, tenha yerlerden gidip geliyorum. Benim kullandığım yolları, kimse kullanmıyor. Tenhada bir gün başıma bir şeyler gelecek diye sağımı solumu kollayıp gidip geliyorum işe....

Biraz önce arkadaşlardan biri aşı olan bebeği tutarmısın diye yardım istedi benden. Annesi tutamıyormuş. Erkek bir bebekti galiba..2-3 aylık ancadır... Bacağından tuttum hareket edip, bacağında ki enjektörü çıkarmasın diye... Bebiş nasılda kuvvetli... Zor zaptetdim. İçim cızır cızır kebap gibi yandı. Aşı olurken ağladı tabi. Difteri, tetanoz, boğmaca hastalıklarına karşı karma bir aşıymış. Annesine hak verdim, İnsan yavrusuna nasıl kıyar. Biz aşıyı yaparken, anası çocuğunu öpüp duruyordu.... Annelik...Bu nasıl bir duygudur.. Yarabbi....

Sanal Dünyada Kadın



İnsanlar bilinç baskısı hissetmedikleri, kendilerini bir nevi çıplak düşündükleri, gözetlenmediklerini varsaydıkları bu alanda, şuur kontrolü olmaksızın düşündüklerini ifade ediyorlar. Hatta sanal dünya pek çok kimse için rahatlıkla yalan söyleyebildiği, rol yaptığı, içinde ki menfi yönleri serbestçe dışa vurduğu bir saha gibi görülmektedir. Sanal dünyadaki kişi, bugüne kadar bastırdığı duygularını, hayalinde ki ideal benliğini, hatta başkalarınca yanlış kabul edilebilecek eğilimlerini paylaşarak ego doyumu yaşar. Bu gerçek dışı dünyayı insan için ilginç ve çekici hale getiren şey, daha önce kendi kendine düşündüğü, genel kabule sığmayacak pek çok fikri cevaplayan, buna karşılık veren birilerini bulmuş olmasıdır.

Sanal dünya kadınlar için olduğu kadar erkekler için de müthiş bir kültürel değişime neden oldu. Bu ortamda gerçek kimliğini kullanmak zorunluluğunu hissetmeyen kadın, kendisine yönelik toplumsal baskılardan uzuklaşarak mutlu olmaya çalışmaktadır.

Özellikle genç kızlar, bu farazi dünyanın en büyük tutkunu durumundalar. Bu tutkunun sebebi şöyle izah edilebilir:

Bir genç , çocukluktan gelen tazyiklerin olmadığı bu özgür alanda hem kendisi hem de başkaları hakkında dilediği gibi konuşma hürriyetine sahiptir. Sanal alemin kıyılarında dolaşarak kendini mutlu hisseden kişinin, bu ortamda sahte bir kimlikle bulunuyor olması kuvvetli bir ihtimaldir.

Sanal dünyada ki ilişki şekli daha çok amaçsız kimselerin yaşadığı türdendir. Başlangıçta insanı mutlu eden sanal ilişkiler ilerleyip yüz yüze görüşme safhasına geldiğinde kişiyi hayal kırıklığına uğratabilir. Demek ki, farazi alemin getirdiği sınırsız ve sorumsuz yaşantı, insanın mutluluğuna hizmet etmiyor. Ayrıca bu hayali dünyada ki alışkanlıklar gerçek dünyaya da yansıyabilir. O sebeple sınırların iyi çizilmesi gerekmektedir. Bunu yapabilmek için de kişinin yalnız dış dünyadakini değil, iç dünyasındaki özgürlüğünüde disipline etmesi önerilebilir. Soyut hedeflerini somut hedeflerinin önünde götüren insan, sanal dünyaya girdiğinde bu ego idealine uygun hareket edecektir. "Kendime çizdiğim yol haritama uygun davranıyor muyum? Bu farazi danyadaki ilişkilerim, hedeflerime nasıl hizmet ediyor?" sorularını soracak ve buna vereceği cevaplara göre ilişki şeklini belirleyecektir. Bu hassasiyet, kadın erkek ayırımı yapmadan herkesin sergilemesi gereken hassasiyettir.

Prof.Dr. Nevzat TARHAN (Kadın Psikolojisi adlı kitabından Sayfa 136-137)
Bu kitaptan çok şey öğrendim, öğrendiklerimi paylaşmak adına, zaman zaman bazı bölümleri yazıp yayınlayacağım.
İnternet aleminden faydadan çok zarar gördüm diyenler var mı aranızda?
Peki;İnternetten bana asla zarar gelmez, hem duygusal, hem de teknik her türlü tedbirimi aldım. diyenler var mı aranızda?

12 Ekim 2008 Pazar

Blog Hareket Günü


Sevgili Vladimir'in bloğundan arakladığım aşağıdaki yazıyı görmenizi istedim. Benim 15 Ekimde yayınlayacağım yazıyı yazdım, o günü bekliyorum. Katılmak isteyen arkadaşlarımın dikkatine!!!

15 Ekim “Blog Hareket Günü”nde dünyadaki tüm blog yazarlarının, podcast ve videocast yayıncılarının aynı konuda birleşerek, farklı görüş ve fikirlere odaklanarak, çözüm önerileri bulması amaçlanıyor.
“Blog Hareket Günü”ne katılımcı olmak isteyen kullanıcıların öncelikle web sitesi ya da blogunu 15 Ekim tarihine kadar
http://blogactionday.org/TR sitesine kayıt ettirmesi gerekiyor.
Detayı
buradan öğrenebilirsiniz.

10 Ekim 2008 Cuma

Azmin ve Sevginin Zaferi...


Blogunun sıkı takipçisi olduğum arkadaşım Zeynep, blogunda aşağıda ki yazıyı yayınlamıştı. Blogunu davetli kullanıcılar ziyaret edebildiğinden, herkesin bu videoyu izlemesini istedim. Ondan izin alıp yazıyı yayınlıyorum.
Önce metni okuyun, ardından videoyu seyredin
Oğlu babasına sorar :
« Babacığım benimle maraton koşmaya var mısın ? »Kalp sorunları olmasına karşın baba, yine de « Evet, varım » diye yanıtlar. Ve bir maratonu birlikte tamamladılar. Baba oğul başka bir çok maratonu daha birlikte koştular. Baba her seferinde oğlunun yeni bir yarış talebini kabul ediyordu.Oğlu bir gün babasına
« Baba, birlikte bir Ironman'a (Triathlon) koşmaya var mısın benimle ? » deyince baba bu kez de "evet" der ve kabul eder.
(Bilmeyenlere anımsatalım ki Ironman dünyanın en zor triathlon yarışıdır ve üç dayanıklılık sınavından oluşur : Denizde 3, 86 km'lik yüzme, 180,2 km'lik bisiklet ve nihayet 42,195 km'lik bildiğimiz maraton.)
Baba oğul bu zor yarışı biirlikte tamamladılar. Nasıl mı ?Linke tıklayınız :

Türkiye Nasıl Kurtulur?


Erkek meleği(yanımdaki stajyer öğrenciyi) Türkiye'nin kurtarıcısı olacak düşünüyordum. Bu düşüncem boş mu çıktı dolumu anlamadım.. Çok meraklı, 3 gündür soru yağmuruna tuttu beni. Bir evrağın, nasıl işlem yapılacağı üstüne fazla takılmıyor. Sistemi merak ediyor... Sağlık Kurumunun malzemeleri nereden gelir, nereye gider? Kağıt ve zaman israfını gerektiren bu çalışma sistemine ben gibi oda ilk günden itiraz etti.

Dün bir ara bilgisayardan Aşık Veysel'in bir hikayesini okuyorken, bir şeyler söyleyerek okumamı kesti. Söylediklerinin pek mantıklı bir yanı yoktu. Meleklere hikaye hakkında ne düşündüklerini sorduğumda da Erkek Melekten çok farklı yorumlar aldım. Gözümde büyütmüşüm, o daha henüz bir çocuk... Yaşına göre davranıyor, tıpkı benim erkek kardeşim gibi.

Galiba ben insanlardan fazla şey bekliyorum, sonrada hayal kırıklığına uğruyorum. Hayallerimde ki tüm iyi özellikleri karşımda ki insana yüklüyorum, o özelliklerin onda olmadığını gördüğümde ise hayal kırıklığına uğruyorum. Erkek melek sadece bir örnekti. Mükemmeliyetçi yanımda var ama ben mükemmel değilim ki başkalarından mükemmel olmalarını bekleyeyim. Türk mantığıyla düşündüm. Türkiye'nin kurtuluşunu bir çocuktan bekledim.

Bir zamanlar Mustafa Kemal ülkeyi düşmanın elinden kurtardı ve ülkeyi baştan başa reformlarla değiştirmişti. Devrini kapattı ve bu dünyadan göçüp gitti. (Allah rahmet eylesin) Hala onun canlanmasını ve bu ülkeyi kurtarmasını bekliyoruz.... Halbuki o gelmeyecek, biz gideceğiz....

Kurtuluş bir kişide değil bunu anlamam(ız) gerek. Atatürk; Anadolu insanında ki dağınık özgürlük düşkünü ruhları bir araya getirmeyi başardı. Milletçe kazandılar bu zaferi....

Birbirimize muhtacız, birbirimizi sevmemiz ve hep birlikte yol almamız gerek.....
Erkek melek; omuzlarına taşıyabileceğinden fazla yük yüklediğim için üzgünüm.... Sen bir çocuksun, büyüyeceksin....(Allah'tan bu yükten haberi yok)

9 Ekim 2008 Perşembe

Aşk Hakkında...



Yalnız Olanlara;
Aşk bir kelebek gibidir, pesinden koştukça hep senden kaçar.. En iyisi bırak uçsun, inan ki hiç beklemediğin bir anda gelip omzuna dokunuverir... Aşk mutlu eder, bazen de üzer ama aşk özeldir, aşkını hak eden birine sunarsan eğer..

Sevgilisi Olanlara;
Aşkın amacı birileri için “mükemmel insan” olmak değildir, seni mükemmelliğe en çok yaklaştıracak insanı bulmaktır..
Çapkınlara;
Sevmediğin birine asla “seni seviyorum” deme.. İçinde olmayan duygulardan varmış gibi sözetme.. Kimsenin hayatına kalbini kırmak için girme.. Sevgi dolu bakan gözlere asla yalan söyleme, çünkü birine verebileceğin en büyük acı, aşık olmadığın birini kendine aşık etmektir...
Evli Olanlara;
Seven insan “senin hatan” yerine “özür dilerim” diyendir... “neredesin” yerine “ben buradayım” diyendir.. “nasıl yaparsın” yerine “niye yaptığını anlıyorum” diyendir.. ve aşk “keşke” yerine daima “iyi ki” diyendir...
Kalbi Kırık Olanlara;
Kalp yarası siz kanatmaktan vazgeçinceye kadar sürer ve ilacı bu acıya alışmak değil, ondan ders çıkarabilmektir.
Aşık Olmaktan Korkanlara;
Aşka düş ama tökezleme, anla ama bekleme, paylaş ama isteme, yaralan ama asla acıyı içinde büyütme...
Sevdiğini Fazla Sahiplenenlere;
Sevdiğinin bir başkasıyla mutlu olduğunu görmekten daha acı bir şey varsa, o da sevdiğinin seninle mutsuz olduğunu görmektir..
Aşkını İtiraf Etmeye Çekinenlere;
Sevdiğinden ayrılınca aşk acı verir, sevdiğin seni terk edince daha da çok acı verir ama en acısı, onu ne kadar sevdiğini bilmesine hiç fırsat vermemektir..
Dönmeyecek Birini Hala Bekleyenlere;
Hayatın en hüzünlü anı, deli gibi sevdiğin insanın buna hiç değmediğini gördüğün andır ve en büyük kaybın onun için harcadığın yıllardır...Senin aşkını şu gün hak etmeyen, bilki 10 sene sonra yine hak etmeyecektir...Bırak, gitsin...

Müşfik KENTER...

8 Ekim 2008 Çarşamba

Sevsem mi Sevmesem mi?




Biricik dostum Nurcan beni sobelemiş. Sobe konusu da evde sevmediğimiz şeyler.

Şeyden kasıt ne bilmiyorum ama sevmediğim bir çok konu var. Sevmediğim hususlar benim evimin içinde, gözümün önünde olduğu zaman daha da can sıkıcı oluyor.

Yalnızlığı sevdiğimi düşünüyordum. Zati sevdiğim yalnızlık değilmiş, kendimle baş başa kalmakmış. Yani evde yalnız olmayayım ama ihtiyacım olduğunda kendimle baş başa kalayım. Yalnızlığı sevmiyorum yani...

Bahar mevsiminde kırlangıçlar penceremin üst kısmına yuva yapıyorlar. Üreme sezonu açıldığında bir hareketlenme başlıyor penceremin önünde. Arada pencereye çıkar gözlemlerdim onları. Minicik yavrular cik cik ötüyor, anne kırlangıç ağzında onlara yemek getiriyordu. Ben pencereden baktığım zaman yavru kuşlar seslerini kesiyor , anne kırlangıç ise havada tehdit uçuşlarını yapıyordu. Buraya kadar her şey güzeldi, sevmediğim şey ise her hafta penceremin kenarında ki kuş kakalarını temizlemek zorunda olmam. Pencerede büyük olduğu için ve yüksek katta oturduğumdan cama çıkıp silemiyorum ve ne pencere kenarlarını pırıl pırıl yapana kadar silebiliyorum, ne de kırlangıçların altlarını bezleyebiliyorum. :)) Bir ara bu uçuk fikir aklımda dolanıp durmuştu. Kırlangıçlar içinde çocuk bezi gibi bez yapsalarda alsam diyordum :)) Gerçi burda yağmur eksik olmadığından, cam silmiyorum pek, ama pencere kenarında ki kaka görüntüsüde pek hoş durmuyor :)))

Bazen temiz yönüm ağır basıyor, gün içerisinde kırk kere evi siliyorum, tezgahın üstünde bir tek bulaşık bırakmıyorum. Bazen ise evde her yeri toz kaplıyor, bulaşık birikiyor ama banamısın demiyor, aldırmıyorum bile. Evin dağınık ve pis olmasını sevmiyorum ama bazen bu benim için sorun olmuyor... Ruh halim her şeyin kararını veriyor. Ne çok dağınıklığı ne de çok temiz insanları sevmiyorum. Herşeyin normali güzel...

Ben evin içinde iş peşinde koşuştururken veya mutfakta yemek-bulaşık vs ile uğraşırken, içerde birilerinin boş boş durmasını hiç mi hiç sevmiyorum. Ben bir işle uğraşırken oturan insanlar bana acayip batar. Hiç yoktan başlarına iş çıkartırım o yüzden veya seslenirim mutfağa getirtirim. Veya mutfak dolaplarının kapılarını tak tuk diye çarpıtır, ses çıkartırım içerde rahat oturanı da rahatsız ederim. Hiç acımam :D

Rahatlığa ve vurdumduymazlığa katlanamam mesela. Evde bir iş acil yapılması gerekiyorsa hemen yapılmalı.

Paylaşmayı severim, vermekten hiç korkmam.. İstenmeden vermek ise en sevdiğim verme türü (verme türüde ne oluyorsa :)) Ama bazı özel eşyalarım hariç. Bilgisayarım mesela... Başkaları başına oturduğu zaman nasılda kıymete biniyor gözümde... Bilgisayar insanda uyuşturucudan daha fazla bağımlılık yaptığı kesin...

Evimde beni rahatsız eden pek bir şey yok, zati genelde herşey benim istediğim gibi oluyor... İstediğim gibi olmadığı zaman sorunların başlayacağını biliyorum. İş yerinde yaşadığım strese inat burası benim sığınağım. Evimi seviyorum ay ben. Nurcan sağol kız. Sayende bir şeyi hatırladım. Evimin değerini bilmem gerektiğini....

Bende kimleri sobelesem acaba?

Hüseyin Soykök :) ve Kelebek Gibi (Yazıma yorum yazdığına pişman olmazsın inşallah :)) elim sizde... Ya da bu yazımı okuyupta kimler evdeki sevmedikleri şeyleri düşünüp bende yazmak istiyorum derse sobeledim hepinizi. Elim sizde...

Elin Değmiş Bu Mektuba...



ABÉLARD VE HÉLOISE
Elin. . . elin değmiş bu mektuba.
Teşekkür ederim; bana yazmamışsın ama.
Aşık olduğum elin. O aşka susamışım.
Hakkım var o elin yazdığı mektubu açmaya.
Bir zamanlar, gövdesini gövdeme kattığım birine,
Rol mü yapayım, ketum mu davranayım?
Gecenin doruklarında dört nala koşturmuştuk bedenlerimizi,
Daha da doruklara çıkmıştık doğan güneşlerle.
Bırak, sana ait herşeye, sadakatle üzüleyim.
* * *
Keşke hiç yazmasaydın.
Keşke ölüp gitseydi aşkın.
Ölüp gitseydi de zaman alıp götürseydi benimkini de birlikte.
Az kişiye nasip olmuş bir yeniden doğuş bu.
Böyle doğmak isterdim,
Çünkü aşkım ölümüm oldu benim.
Şairlik taslamıyorum.
Gerçek bu: Sen olmayan her şey için ölüyüm ben.
Her gün seni unutacağım diye yeminler ediyorum,
Sonra seni düşünürken kendime yakalanıyorum.
Zaaflarıma kızıp köpürüyorum,
Sonra iyi ki zayıfım diye şükürler ediyorum.
* * *
İnkar etme beni, kendini, ya da bizi.
Yaz bana, gizli düşüncelerini öğreneyim.
Kıskanmaya gücün varsa,
Tek rakibin, öptüğüm mektupları kıskan.
Küçücük bir kuş gibiyim.
Havam sensin es üstüme.
Küçücük bir balık gibiyim.
Suyum sensin ak üstüme.
Suskunluğun çöl olur bana.
Suskunluğunda boğulurum.
* * *
Tanrım! Nasıl da gıpta ediyorum,
Sevgisi bizim gibi olmayanların mutluluğuna.
Nasıl da uğraştım kendimce sana kara çalmaya.
Aklımdan tüm kusurlarını tekrarladım durdum.
Bu da işe yaramadı.
Hatalarında da sen vardın.
Onları hatırlarken erdemlerin geliyordu aklıma.
Filozof dediğin, lafın tek gerçeğinin yine laf olduğunu iyi bilir.
Edebiyatın en iyisi bile küçücük bir yaprak kadar hayat dolu değildir.
* * *
Bu satırları yazarak beni inciten elinden nefret ediyorum şimdi.
En tembel adam bile bir tohum ekebilir,
Marifet bakmakta ektiğin tohuma.
Başkalarının malıysak eğer tutkunun aracı oluruz da,
Asla dillendiremeyiz onu.
Köpeğe tasma takmasan da,
Sadakati bağlar onu sana.
Bilirsin ki isteyerek kalmaktadır yanında.
İşte ben bu özgürlüğü istiyordum...
Yukarıdaki satırlar Fransız tarihinin (belki de insanlık tarihinin) en dramatik aşkının kahramanları şair, filozof Abélard ile öğrencisi Héloise'ın birbirlerine yazdıkları mektuplardan alıntılanmıştır. 1079 yılında Nantes yakınlarında doğan Abélard gençliğinde felsefe ile ilgilenir. Eğitimini sürdürmek için Paris'e gider, dinbilim dersleri alır ve konuşmaları ile Paris'i adeta fetheder. 37 yaşında iken 12. Yüzyılın sıradışı kadınlarından; akıllı, eğitimli, güzel, Héloise ile tanışır. Héloise o sırada 15 yaşındadır. Felsefe eğitimi ile başlayan bu tanışıklık tutkulu bir aşka dönüşür ve Héloise 1118'de bir erkek çocuk doğurur. Gizlice evlenirler. Héloise evliliğin Abélard'ın filozof kişiliği ile bağdaşmayacağını düşünmektedir. Héloise'ın dayısı Fulbert gayrimeşru çocuk doğurduğu gerekçesi ile (kimilerine göre yeğeninde gözü de vardır) çifte karşı son derece acımasız eleştirilerde bulunur ve onları taciz eder. Abélard karısını Fulbert'ten korumak için bir manastıra gönderir. Karısını korur, ama kendisini koruyamaz... Fulbert bir iddiaya göre kendi elleri ile Abélard'ı hadım eder. Abélard'ın tüm eserleri mahkeme kararı ile yakılır. Abélard rahip, Héloise rahibe olmuştur. Bir gün Héloise'ın eline bir mektup geçer : 'Elin. elin değmiş bu mektuba ' satırı ile başlayan mektupla Abélard'a cevap yazar... Gerçekte 7 mektup vardır; ve bu mektupları Ronald Duncan oyunlaştırmıştır.

7 Ekim 2008 Salı

Kaybettikten Sonra Değerini Anlamak....


Bayram'da gelen giden o kadar çoktu ki, evinden çıkıp kimseye bayram ziyareti yapamamıştı. Aklı "O"ndaydı, onu görmek "ben geldim" demek istiyordu. Arada çok uzun mesafeler vardı. Yanına gitmeyi çok istiyordu fakat bu onun istemesiyle gerçekleşmesi mümkün değildi. Evde ki telaşın arasında düşünme fırsatı bulduğu bir kaç dakikada aklına yine "O" geliyordu. Gideli çok olmamıştı. 2 sene, 10 ay, 20 gün olmuştu. Her günü birbirinden uzun, geçmek bilmeyen, hasret kokan 2 sene, 10 ay, 20 gün....
Bayramın son günü içinde ki hasrete artık dur diyemedi.
-Nurcan kızım, bugün annemi ziyaret edelim. Sıkılmıştır, bekler bizi.
-Peki anneciğim. Ama ilk önce şu sofrayı kaldırıp, bulaşığı yıkayayım. Biliyorsun Hasan gelecek, beraber geri döneceğiz. Bizde bayram tatili oldu diye gelebildik yanına...
-Biliyorum kızım biliyorum. Allah razı olsun yinede. Çok şükür bu sene bayram tatili dokuz gün olduda biraz yüzünüzü görebildim. Kaç senedir göremiyordum.
-Ne yapalım anne, yaşam mücadelesi. Can boğazdan gelir... Ben de gurbette çalışmak istemezdim. Ama mecbur..
Mecbur lafı annesinin söyleyeceklerini yutmasına neden oldu. Yoksa onlara duyduğu hasreti, yaşadığı yalnızlığı yüzlerine haykırmak istiyordu. Ama mecburlardı işte... Sabretmeli ve susmalıydı..
Nurcan sofrayı toplamış, bulaşığı yıkamış ve dışarı çıkmak için hazırlanmıştı. Yanına baş örtüsüde almış, çantasına itinayla yerleştirmişti. Nurcan'ın anneside yılların yüzüne yansıttığı yorgun ifadeye inat tebessüm etmeye çalışıyordu. Beraberce Nurcan'ın annennesinin olduğu yere doğru yola koyuldular.
...
..
Nurcan; annesinin ağlarken söylediği sözler karşısında gözyaşlarını tutamamış ağlamaya başlamıştı. Nurcan'ın annesi:
-Anammm kusura bakma bu bayram ziyaretine geç geldim. Beni bırakıp nerelere gittin anammm. Sen gittikten sonra kıymetini anladım, varlığında sana hakettiğin değeri gösteremeğim için affet beni anammm. Bana hakkını helal et anammm. Benide yanına al, benide yanına çağır anamm. Burada çok yalnızım çok sıkılıyorum anammmm..
Nurcan'ın annesi; elinde ki dua kitabından duaları okuyor, arada gözyaşlarını tutamayıp kendisini duyup duymadığını bilmeden mezarda yatan annesiyle konuşuyordu.
Nurcan ise annesi öldüğünde onun mezarı başında da aynı ağıtları yakacağını düşünerek, bu değişmez kadere dur demek istiyordu.
Bu kısa hikayeyi bugün mesaiden çıkmaya 15 dakika var iken yazdım.. Düşüncelerinizi merak ediyor yorumlarınızı bekliyorum.

Baba ile Oğul Sabrı Arasında ki Fark


http://www.fotokritik.com/1297721

80'ine merdiven dayamış yaşlı baba ile onu ziyarete gelen -45 yaşında ve saygın bir işi olan- oğlu salonda oturuyorlardı.
Halhatırdan, çoluk-çocuktan, havadan-sudan sahbet ettikten sonra oğlu susmuş, ayrılmanın sinyalini vermişti. O anda üzerinde oturdukları sedirin yanındaki pencerenin pervazına bir karga kondu. Yaşlı baba kargaya gülümserek biraz baktıktan sonra oğluna sordu:
-Bu ne oğlum?
Oğlu şaşkın, cevapladı:
-O bir karga baba.
Yaşlı baba kargaya biraz daha baktıktan sonra yine sordu:
- Bu ne oğlum?
Oğlu daha da şaşkın, yine cevapladı:
-Baba, o bir karga
Karga hâlâ pervazda, komik hareketlerle başını sağa sola çeviriyor, başını yan yatırıyor, havaya bakıyor, sonra başını yine onlara çeviriyordu. Yaşlı baba üçüncü defa sordu:
-Bu ne?
Oğlunun şaşkınlığı sabırsızlığa dönmüştü:
- O bir karga baba, üç oldu soruyorsun. Beni işitmiyor musun ?!
Yaşlı baba dördüncü defa da sorunca oğlunun sabrı taştı ve sesini yükseltti:
-Baba bunu neden yapıyorsun? Tam dört defadır onun ne olduğunu soruyorsun, sana cevap veriyorum ve sen hâlâ sormaya devam ediyorsun. Sabrımı mı deniyorsun ?!
Babası -yüzünde hâlâ bir gülümseme- yerinden kalktı, içeri odaya gitti ve elinde bir defterle döndü. Bu bir hâtıra defteriydi. Oturdu, sayfalarını karıştırdı ve aradığını buldu.Sevgiyle gülümseye devam edereksayfası açık bir vaziyette defteri oğluna uzattı ve o sayfayı okumasını söyledi:
'Bugün 3 yaşındaki minik yavrumla salondaki sedirde otururken yanıbaşımızdaki pencerenin pervazına bir karga kondu.Oğlum tam 23 defa onun ne olduğunu sordu.23 soruşunda da ona sevgiyle sarılarak,onun bir karga olduğunu söyledim. Rahatsız olmak mı? Hayır! Onun sorusunu masumca tekrar edişi içimi sevgiyle doldurdu...'

6 Ekim 2008 Pazartesi

Kıvırma Sanatı!...


Amerika'da bir süpermarkette, müşteri yarım kivi satın almak istiyor.Tezgahtar da bunun mümkün olmadığını söylüyor.Kavga çıkıyor.Tezgahtar koşa koşa müdüre çıkıyor:
-'Efendim, hayvanın biri yarım kivi almak istiyor' der demez şöyle bir arkasına dönünce ne görsün? Müşteri arkasından gelmiş, kızgın bir şekilde ensesinde duruyor.Tezgahtar hemen müşteriyi işaret ediyor:
-' Bu beyefendi de diğer yarısını almak istiyor, efendim...' diyor.
Müdür durumu anlıyor, adama yarım kiviyi mecburen verip gönderiyorlar. Müdür bir saat sonra tezgahtarı cağırtıyor:
-' Tebrik ederim, çok zeki davrandın, iyi idare ettin. Nerelisin sen?
''-'Brezilyalı'yım efendim...
'-'Amerika'ya niye geldin? '
-' Brezilya cazip bir yer değil efendim, orada insanlar ya O....*,ya da futbolcu...' Müdür:
-'Biliyor musun benim karım da Brezilyali...'
-'Yaa öyle mi, acaba karınız hangi takımda futbol oynuyor ? ''
*Günlük hayatda arkadaşlarıma fıkrayı anlatırken o.. yu söymekte çekinmem ama burda söylenmesinin doğru olduğunu düşünmüyorum...

Çarpık Elli Kız...

Yağlı Boya Tablo- Deniz Feneri
Bağdat'ı kıtlık kasıp kavuruyordu. En çok etkilenenler de hamallardı.Günlerdir eli ekmek görmeyen bir hamal, halini arz ettiği bir evden verilen ekmeği alınca sevinçle evine doğru hızlandığı sırada karşıdan gelen öfkeli bir adamın 'Bu ekmekleri hangi evden adın?' sorusuna muhatap olunca, geriye dönüp parmağıyla ekmek aldığı evi işaretledi. Bunun üzerine hızla yürüyen adam, öfkeyle geldiği evinde, 'Ekmeği kim verdi hamala?' diye bağırdı. Hanım korkudan kızını gösterdi. Güya acıyacağını kızına tepki göstermeyeceğini düşünüyordu. Ancak elindeki sopayla kızının ekmek veren eline öyle bir darbe indirdi ki cimri baba, bilek kemiğinin çat diye kırılmasına bile aldırmayarak söylendi: 'Ben her isteyene ekmek verseydim bu evde ekmek kalır mıydı şimdiye kadar?'
Halbuki Rabb'imiz, 'Verdiğim nimete şükrederseniz nimeti çoğaltırım, etmezseniz elinizden alır, şükür edene veririm. Size de azabım şiddetli olur!' buyuruyordu.
Nitekim bu şükürsüzlüğün sonu da öyle olacaktı. Kısa zamanda şükürsüz adamın işleri bozuldu. Çarşının en işlek yerindeki dükkânını satması dahi kurtarmadı cimri adamı. Bir ara o hale geldi ki, evine ekmek bile alamaz duruma düştü. Nitekim bir akşam eve gelmiş, kızcağıza da acı haberi vermişti:
-'Bugün ekmek alacak kadar da para kazanamadım. Çarşıya in, tanıdığımız birinden ekmek parası iste!' Kızcağız çarşıya inmiş, sattıkları dükkânın karşısında bir köşeye utana sıkıla büzülerek para isteyeceği bir tanıdık beklemeye başlamıştı. Bu sırada karşıdaki dükkândan kendini seyreden bir genç yaklaştı. 'Sen masum birine benziyorsun, ne bekliyorsun burada?' diye ısrarla sordu. O da mecburen anlattı durumu.
-'Hiç paramız kalmadı, bir tanıdıktan ekmek parası istemekiçin bekliyorum burada!' deyince elini cebine sokan genç hatırı sayılır miktarda bir parayı uzattı. Ancak, kızcağız elinin birini arkasına saklayarak tek elle parayı almak isteyince gencin dikkatini çekti.
-'Elini neden saklıyorsun, bir yara bere varsa tedavi ettireyim, saklama. Allah bana imkân ihsan etti, şükrünüyapmalı, iyilik etmeliyim. Yoksa verdiği nimetini alır elimden.' diye ısrar edince kızcağız durumunu açıklamaya mecbur kaldı:
- Ben, dedi, bir yoksula ekmek vermiştim, yolda rastladığı babam sormuş, yoksul da ekmek aldığı evimizi gösterip bizi haber vermiş. Babam eve gelince elindeki sopayı ekmek veren elime öylesine bir indirdi ki, elim çarpık kaldı, kimseye göstermekten utanır oldum. Onun için saklıyorum elimi!
Bu açıklamayı dinleyen genç bağırmaya başladı:
-'Komşular! Çabuk buraya gelin,ben hayalimdeki altın kalpli kızı buldum, işte karşımda, siz de şahitolun..' diyerek toplananlara başladı gerçeği anlatmaya:
- Ekmeği isteyen yoksul genç bendim. Demek ki elinin çarpık kalmasına bensebep olmuşum. Hem sebep olayım, hem de seni bu halle baş başa bırakayım, buna Allah razı olmaz. Seni görünce içimden bir sevgi selinin koptuğunu hissettim, bana ekmek veren kızcağıza ne kadar da benziyor, diye düşündüm. Yanılmamışım. Baban şükürsüzlük ettiğinden Allah onun dükkânını elinden alıp bana nasip etti. Şimdi ise imtihan sırası bana geldi. Ben de aynı şükürsüzlüğe düşersem benden de alır bir başka şükredene verir. Haydi gel, nikâhımızı yaptırıp ekmek götürelim şükürsüz babana."
Birlikte yürüdüler ekmek veren eli kıran, şükürsüz babaya doğru.