Görev Beni Çağırıyor... Seni de...

18 Aralık 2009 Cuma

Bloğumu neden kapattım?


Bloğumu sadece davetli okuyucuların görebileceği şekilde açtım; rahatladım!!. Haccecan nikinin bana ait olduğunu bilen kişi sayısı arttıkça huzursuzluğum da artıyordu. Burda hayatımda ne var ne yok yazıyorum. Rahatladığım diğer konuların başında ise Karadenizsever'in artık bloğuma ulaşamıyor olması...(Karadenizsever konusuna sonra değineceğim)

Çalıştığım şehirde ki dünyam, doğduğum şehirde ki dünyam, internet ortamında ki sanal dünyam... Hepsi birbirinin içine girmiş durumda... Birbirinden habersiz hayat süren dünyalarımdan bir tek benim haberim vardı. Kontrol bendeydi.. Her dünyamda ki insanların bende ki yeride farklıydı ve özeldi. Hepsi sadece bana aitti, birbirlerini tanımaz bilmezlerdi. Mesela annem! dediğimde burdakiler için o bir ütopyaydı. Ayaküstü sohbetlerde soran eşe dosta istediğim gibi bahsettiğim annemi geçen sene 3 ay bende kaldığı için burda tanımayan bilmeyen kalmadı. Memlekete her gidişimde annene götür diye bir sürü hediyeyi yüklüyorlar bana... Kadın kendini burada o kadar çok sevdirdi ki... Bu saf, iyiniyetli, elindekini herkesle paylaşan kadın sevilmeyecek gibi bir insanda değil zaten. Bu konuda bana çekmiş, daha doğrusu onun kızı olduğuma göre ben ona çekmişim...Övünmek gibi olmasın benide herkes çok sever. :))
İnternet dünyasından tanıdığım Karadenizsever'i ise çevremden tanımayan kalmadı. Onun ailesini de ben tanıyorum. Onu bırak Antalya'da ki arkadaşlarım bile artık Karadenizseveri tanıyor. Antalya'da ki arkadaşlarımı da çalıştığım şehirde ki arkadaşlarım tanıyor. Çalıştığım şehirde ki tanıdıklarım da memlekette ki evimi, ailemi biliyor artık.. Kızkardeşimin düğününe beni tanıyan dostlarımda gelmişti...Her şey karman çorman oldu yani... Tanıdığım insanlar arasında ki bu tanışma ve kaynaşma hali o kadar hızlı oldu ki.. "Durun bir dakika" deme gereği duydum. Kontrol artık bende değil!!... Bloğumda aile üyeleri hakkında atıp tuttuğum zaman okuyanların ailemi tanıyor olması içimdekileri istediğim gibi yazmama engel oluyor. Ailem hakkında bir tek ben kötü düşünürüm, bir tek ben onlara kızarım! Benim dışımda ki kişilerin benim yazılarımla ailem hakkında kötü düşünmesini istemem. Kendimi bu konuda suçlu görmeyi istemem. Hele hele kimsenin bloğumda yazdıklarımı imâ ederek, yazdıklarımı koz olarak kullanarak iğneli laf söylemesine katlanamam. Bu nedenlerden dolayı istediğim gibi yazamadığım için yazma hevesim kırılıyordu. Ya yazmayı bırakacaktım veya istediğim kişilere bloğumu okumaya müsade edecektim. Yazmak benim için tutku ve rahatlama seansları olduğuna göre bende bloğumu davetli okuyuculara açık hale getirdim. İyi de yaptım... (Kimseden takdir edilmeyi beklememeyi, gerektiğinde kendimi takdir etmeyi Karadenizsever söylemişti. Ne kadar çabuk öğreniyorum ben yahu!!!)

Karadenizsever konusu ise derin bir konu... Hemde çok derin...Geçen sene kendisi için arkadaşlarımla mücadele ettiğim Karadenizseverle ilgili yazıyı şuradan okuyabilirsiniz... Karadenizsever ile bağımız hiç kopmadı. Geçen sene bir ara bloglar kapatıldığında ikimizde aynı şeyi düşündük!!! Blogların bir daha açılmayacağını dolayısıyla o ne bloğumda yazdığım yazılara ne ben onun bloğunda yazdığı yazılara yorum yazabilecektik. Tek bulaşma noktamız kapatıldığında ise onu hemen facebookta arayıp bulup arkadaş olarak eklemiştim. Ben onu arkadaş olarak eklemekle uğraşıyorken o ise bana email atmakla uğraşıyordu. İkimizde birbirimizi kaybedeceğimizden korkmuştuk!!
O günden sonra amansız rekabetimiz, atışmalarımız, konuşmalarımız da başlamış oldu. Konuşmalarımız hep sanal ortamda kalmıştı... Ta ki Likya yoluna kadar. Likya yolu ise tam bir macera idi... 20 gün onunla birlikte tam bir macera yaşadık... Likya yolunu kaleme almak hiç kolay bir şey değil. Bu macera filminin başrol bayan oyuncusu ben iken başrol erkek oyuncusu ise bu yazdıklarımdan habersiz olacak ne yazık ki.. Bunu hak etti o.. Hak ettiği için onu şu an kendimce cezalandırıyorum. Eminim blogumu okumak için kendisine neden davetiye göndermediğimi bile sormayacak. Bu kadar ilgisizmiş gibi davranmak onun karakteri çünkü...
Benim için yazması çok zor yeni bir yazı dizisine başlıyorum...

4 Aralık 2009 Cuma

Tefeci..


Bayram için memlekete gittim. Bu ay o kadar çok yolculuk yaptım ki... Seyyah ünvanını hak ediyorum galiba...Arife günü yarım günlük mesai için bizim başkandan izin aldım. Adamın en çok sevdiğim huyu bana izin almamda hiç sıkıntı yaşatmaması. İzin almak için telefonla arıyorum. "Hı" diyerek telefonu açtıktan sonra ben; "Başkan bey, şu iş için izin isteyecektim" der demez. "Tamam git" diyor. Diğerleri izin isterken onlara "ne yapacaksın? ne zaman gideceksin? ne zaman geleceksin?" sorularını sorarken bana sormuyor... Bana bu torpilinin nedeni ne ola ki? Hangi ara bu kadar güvendi veya bu kadar korktu! anlamadım.Çarşamba gece 11 sularında otobüse bindim. Bana sattıkları koltuğu başka bir çiftede sattıkları için otobüste hafif bir kargaşa oldu. Otobüste yaşanan bu karmaşaya o kadar çok şahit oldum ki artık önemsemiyorum bile.. Koltuk numaram 21 iken şoför yirmi bir rakamının birini kalemle karalayıp beni iki numaraya oturtuyor. Şoförün arkasındayım... Gece biz uyurken şoför sigara yakıyor. Derin derin öksürüp sigaradan rahatsız olduğumu anlatmaya çalışıyorum ama anlamıyor. Bir saat sonra tekrar bir sigara yakıyor. Kapalı mekanlarda sigara içilmemesi gerektiğini söylemeliyim ama şimdi değil deyip sabrediyorum. Şehir merkezine vardığımızda şoför beyle konuşup yeni yasa hakkında biraz bilgi verip biraz daha dikkat etmesi gerektiğini söylüyorum. Teşekkür edip yanından ayrılıyorum. 6 saat gibi bir yolculuktan sonra araç değiştirip yola devam ediyorum. Bir saat daha yol gitmem gerek. Benim gibi bayram için başka şehirlerden gelen insanlarla birlikte transit tarzında bir araca biniyoruz. Herkesin benimkisi gibi çek çekli bavulu var. Önceden omuzlarımda taşıdığım bavullardan kurtulduğum için sevinçliyim. Ne zordu onları taşıması... Transite bavullarımız sığmadığından şoför ilk önce yolcuları oturtturuyor ve araçta yanda kalan boşluğa bavullarımızı koyuyor. Bavulların en üstüne ise mavi bir sepetin içine konulmuş iki ördek koydu. Hava karanlık olduğundan ördekleri tavuk sandım. Yanımda oturan iki bayanda benim gibi ördekleri tavuk sanıp kuş gribi üstüne espri yapıp gülüşmeye başlıyorlar. "Onlar tavuk değil ördek!" diye düzelttiğim bayanın yüzünde hafif bir şaşkınlık ifadesi beliriyor. Ardından "Kuş gribi gündemimizde değil, şu aralar Domuz gribi gündemimizde" deyip konuşmalarına bende ortak oluyorum. Yol sisli. Hiç bir yeri göremiyorum. Güneş, ay gibi sislerin arkasından görünüyor. Güneşe gözlerim kamaşmadan bakabilmenin tadını çıkartıp uzun uzun güneşi seyrediyorum. Gerçi etrafta sis nedeniyle güneşten başka seyredebilecek hiç bir şey görünmüyor. Hava aydınlanmaya başladıkça ördeklerde bir canlılık hasıl oluyor. Ayağının altında ki poşeti gagasıyla hareket ettiren ördeğin gagasından "tak tak!" poşetten ise "hışır hışır!" sesler çıkıyor. Bir saatlik yolculuğun ardından memleketime varıyorum.
Terminalde her zaman beni karşılayan babam bu sefer yok!. Ne zaman memlekete gelsem beni karşılayan ve uğurlayan babamın yokluğunun acısı canımı acıtıyor. İçim buruk ve endişeliyim. Hava soğuk ve sisli. Üşüyorum da... Terminalde beni bekleyen kimsenin olmaması üzerine evimize en yakın olan yerde arabayı durduruyorum. Arkada en altta duran bavulumun üstünden şoför diğer bavulları ve ördekleri indiriyor. Bavulumu elime aldıktan sonra arabanın içindekilere doğru "İyi bayramlar" diyerek çek çekli bavulum ve ben sislerin arasından evime doğru ilerlemeye başlıyorum. Sabahın sessizliğini bavulumun çekerken ki çıkardığı ses bozuyor. Ortalarda kimsecikler yok! Durup çantamdan çıkarttığım beremi kafama takıyorum. Memleketimde ki soğuğun insanı nasıl da bıçak gibi kestiğini unutmuşum... Bavulun çıkarttığı sesi duyan bir sokak köpeği bana meraklı gözlerle bakıyor. Bakmakla yetinmeyen köpek birazdan beni takip etmeye başlıyor.
Nihayet evime varıyorum. Kapıyı açan anneme sarılıyorum. Her gelmemde biraz daha çöken, biraz daha yaşlanan ve biraz daha yalnızlığa gömülen annemi gördüğümde içim burkuluyor. Tarifi olmayan acılar yaşıyorum....
Buruk bir bayramdı. Başka şehirlerde yaşayan abim, kızkardeşim tatilin kısa olması nedeniyle gelmediler. Odunum ise bir yerde iş bulmuş sabah evden çıkıp gece 12'de eve geliyordu. Annemle baş başa bir bayram geçirdik. Annemle ziyaret ettiğimiz tanıdıklardan ise mikrop kapıyorum, şu anda da hala hastayım.Bayramın üçüncü günü hapishaneden yeni çıkmış; insanların evini, malını mülkünü nasıl dolandırarak, insanlardan faizle nasıl para koparttığı hikayelerini dinlediğim tefeci adamla eniştemin dükkanında buluştum. Babam ölmeden önce bu adamdan borç para almış, babamın ölümü üstüne borç verdiği parayı tahsil edebilmek için kendisi hapishanede iken karısını ve kızını bizim eve gönderip annemden parayı isteyen adam; hapishaneden çıktıktan sonra yolda rastladığı halama, dükkanına gidip söylediği enişteme de bu borcu söyleyip sülalemizde duymayan adam bırakmamıştı. Memlekette bu borç olayı yüzünden annemin canı sıkıldıkça bende çalıştığım şehirde afakanlar geçiriyordum. Şu adamın derdi neymiş hele birde ben dinleyeyim dedim. Bayramın birinci ve ikinci günü ise eve bayramlaşmaya gelen akrabalar sağolsunlar adamın nasıl insanların zor durumlarından yararlanarak zengin olduğunu anlatıp durdular. Bu tefecinin oğluda bir cinayete kurban gitmişti. Adam hakkında o kadar çok hikaye anlatmışlardı ki bu adamdan yakamızı nasıl kurtaracağımızı kara kara düşünmeye başlamıştım. Adamla yüzyüze görüşmeden cep telefonuyla görüşme çabalarımda sonuç vermemişti. Cep ve iş yeri telefon numaralarını değiştirmişti. Yüz yüze konuşmaktan başka çare yoktu.
Eniştemin haber verdiği adam ile saat bir sularında buluştuk. Nerede ve nasıl borç para verdiğini anlatan adam babama itimat ettiği ve güvendiği için senet düzenlemediğini söylüyordu. Borcu verdiğine dair şahit de gösteremeyen adam kendisinin bu paraya ihtiyacı olmadığını söylüyor babama borç para verdiğine dair yeminler ediyordu. Paraya ihtiyacı olmayacak kadar durumu iyi olan ama her ne hikmetse bu parayı alabilmek için evimize karısını-kızını yollayan adam şimdide karşıma geçmiş dil döküyordu!. "Resmi olarak borç verdiğinizi gösteremiyorsunuz, sizi tanımam bilmem. Ben olsam size bu parayı vermem ama konuyu kardeşlerimle de konuşmam gerek" deyip konuşmaya son noktayı koydum. Adam gittikten sonra "bu adam bu borç için buraya gelecek adam değil, buraya geldiyse babana borç para vermiştir, ödemezseniz canınızı sıkar, bu parayı ödeyin" diyen eniştemin lafıyla borcu ödemeye karar verdik.
Maddi konularda rahat yüzü görmeyeceğime bu olaydan sonra emin oldum... İşin iyi tarafıda var tabi... Para konularına önceki kadar üzülmüyorum... Önceden vefasızlık ve nankörlük karşısında veryansın eden ben, artık olayları kabul ediyor üstünde çok durmadan yoluma devam ediyorum.... Olayların beni çok yıpratmasına izin vermiyorum. Sanırım ben gittikçe büyüyor ve güçleniyorum... Diğer iyi tarafı ise ;yaşadığım bu olaylar kimin insan, kimin insan görünümlü insan! olduğunu gösteriyor bana.
Ben insan olmayı seçiyorum... Sizin gibi olmayacağım insan görünümlü insanlar!!!
(Önceki yazımın sonunda nikahla ilgili olan bölümü ve yorumları Arzu Pınar'ın yorumu üzerine kaldırıyorum. Yanlışta olsa bir şey yaptım ve sonuçlarına hazırım. Yine de şimdilik gizli kalması daha doğru...)

2 Aralık 2009 Çarşamba

Nikahta keramet var mı?


Bayram için memlekete gittim. Bu ay o kadar çok yolculuk yaptım ki... Seyyah ünvanını hak ediyorum galiba...
Arife günü yarım günlük mesai için bizim başkandan izin aldım. Adamın en çok sevdiğim huyu bana izin almamda hiç sıkıntı yaşatmaması. İzin almak için telefonla arıyorum. "Hı" diyerek telefonu açtıktan sonra ben; "Başkan bey, şu iş için izin isteyecektim" der demez. "Tamam git" diyor. Diğerleri izin isterken onlara "ne yapacaksın? ne zaman gideceksin? ne zaman geleceksin?" sorularını sorarken bana sormuyor... Bana bu torpilinin nedeni ne ola ki? Hangi ara bu kadar güvendi veya bu kadar korktu! anlamadım.
Çarşamba gece 11 sularında otobüse bindim. Bana sattıkları koltuğu başka bir çiftede sattıkları için otobüste hafif bir kargaşa oldu. Otobüste yaşanan bu karmaşaya o kadar çok şahit oldum ki artık önemsemiyorum bile.. Koltuk numaram 21 iken şoför yirmi bir rakamının birini kalemle karalayıp beni iki numaraya oturtuyor. Şoförün arkasındayım... Gece biz uyurken şoför sigara yakıyor. Derin derin öksürüp sigaradan rahatsız olduğumu anlatmaya çalışıyorum ama anlamıyor. Bir saat sonra tekrar bir sigara yakıyor. Kapalı mekanlarda sigara içilmemesi gerektiğini söylemeliyim ama şimdi değil deyip sabrediyorum. Şehir merkezine vardığımızda şoför beyle konuşup yeni yasa hakkında biraz bilgi verip biraz daha dikkat etmesi gerektiğini söylüyorum. Teşekkür edip yanından ayrılıyorum. 6 saat gibi bir yolculuktan sonra araç değiştirip yola devam ediyorum. Bir saat daha yol gitmem gerek. Benim gibi bayram için başka şehirlerden gelen insanlarla birlikte transit tarzında bir araca biniyoruz. Herkesin benimkisi gibi çek çekli bavulu var. Önceden omuzlarımda taşıdığım bavullardan kurtulduğum için sevinçliyim. Ne zordu onları taşıması... Transite bavullarımız sığmadığından şoför ilk önce yolcuları oturtturuyor ve araçta yanda kalan boşluğa bavullarımızı koyuyor. Bavulların en üstüne ise mavi bir sepetin içine konulmuş iki ördek koydu. Hava karanlık olduğundan ördekleri tavuk sandım. Yanımda oturan iki bayanda benim gibi ördekleri tavuk sanıp kuş gribi üstüne espri yapıp gülüşmeye başlıyorlar. "Onlar tavuk değil ördek!" diye düzelttiğim bayanın yüzünde hafif bir şaşkınlık ifadesi beliriyor. Ardından "Kuş gribi gündemimizde değil, şu aralar Domuz gribi gündemimizde" deyip konuşmalarına bende ortak oluyorum. Yol sisli. Hiç bir yeri göremiyorum. Güneş, ay gibi sislerin arkasından görünüyor. Güneşe gözlerim kamaşmadan bakabilmenin tadını çıkartıp uzun uzun güneşi seyrediyorum. Gerçi etrafta sis nedeniyle güneşten başka seyredebilecek hiç bir şey görünmüyor. Hava aydınlanmaya başladıkça ördeklerde bir canlılık hasıl oluyor. Ayağının altında ki poşeti gagasıyla hareket ettiren ördeğin gagasından "tak tak!" poşetten ise "hışır hışır!" sesler çıkıyor. Bir saatlik yolculuğun ardından memleketime varıyorum.
Terminalde her zaman beni karşılayan babam bu sefer yok!. Ne zaman memlekete gelsem beni karşılayan ve uğurlayan babamın yokluğunun acısı canımı acıtıyor. İçim buruk ve endişeliyim. Hava soğuk ve sisli. Üşüyorum da... Terminalde beni bekleyen kimsenin olmaması üzerine evimize en yakın olan yerde arabayı durduruyorum. Arkada en altta duran bavulumun üstünden şoför diğer bavulları ve ördekleri indiriyor. Bavulumu elime aldıktan sonra arabanın içindekilere doğru "İyi bayramlar" diyerek çek çekli bavulum ve ben sislerin arasından evime doğru ilerlemeye başlıyorum. Sabahın sessizliğini bavulumun çekerken ki çıkardığı ses bozuyor. Ortalarda kimsecikler yok! Durup çantamdan çıkarttığım beremi kafama takıyorum. Memleketimde ki soğuğun insanı nasıl da bıçak gibi kestiğini unutmuşum... Bavulun çıkarttığı sesi duyan bir sokak köpeği bana meraklı gözlerle bakıyor. Bakmakla yetinmeyen köpek birazdan beni takip etmeye başlıyor.

Nihayet evime varıyorum. Kapıyı açan anneme sarılıyorum. Her gelmemde biraz daha çöken, biraz daha yaşlanan ve biraz daha yalnızlığa gömülen annemi gördüğümde içim burkuluyor. Tarifi olmayan acılar yaşıyorum.
...

Buruk bir bayramdı. Başka şehirlerde yaşayan abim, kızkardeşim tatilin kısa olması nedeniyle gelmediler. Odunum ise bir yerde iş bulmuş sabah evden çıkıp gece 12'de eve geliyordu. Annemle baş başa bir bayram geçirdik. Annemle ziyaret ettiğimiz tanıdıklardan ise mikrop kapıyorum, şu anda da hala hastayım.

Bayramın üçüncü günü hapishaneden yeni çıkmış; insanların evini, malını mülkünü nasıl dolandırarak, insanlardan faizle nasıl para koparttığı hikayelerini dinlediğim tefeci adamla eniştemin dükkanında buluştum. Babam ölmeden önce bu adamdan borç para almış, babamın ölümü üstüne borç verdiği parayı tahsil edebilmek için kendisi hapishanede iken karısını ve kızını bizim eve gönderip annemden parayı isteyen adam; hapishaneden çıktıktan sonra yolda rastladığı halama, dükkanına gidip söylediği enişteme de bu borcu söyleyip sülalemizde duymayan adam bırakmamıştı. Memlekette bu borç olayı yüzünden annemin canı sıkıldıkça bende çalıştığım şehirde afakanlar geçiriyordum. Şu adamın derdi neymiş hele birde ben dinleyeyim dedim. Bayramın birinci ve ikinci günü ise eve bayramlaşmaya gelen akrabalar sağolsunlar adamın nasıl insanların zor durumlarından yararlanarak zengin olduğunu anlatıp durdular. Bu tefecinin oğluda bir cinayete kurban gitmişti. Adam hakkında o kadar çok hikaye anlatmışlardı ki bu adamdan yakamızı nasıl kurtaracağımızı kara kara düşünmeye başlamıştım. Adamla yüzyüze görüşmeden cep telefonuyla görüşme çabalarımda sonuç vermemişti. Cep ve iş yeri telefon numaralarını değiştirmişti. Yüz yüze konuşmaktan başka çare yoktu.
Eniştemin haber verdiği adam ile saat bir sularında buluştuk. Nerede ve nasıl borç para verdiğini anlatan adam babama itimat ettiği ve güvendiği için senet düzenlemediğini söylüyordu. Borcu verdiğine dair şahit de gösteremeyen adam kendisinin bu paraya ihtiyacı olmadığını söylüyor babama borç para verdiğine dair yeminler ediyordu. Paraya ihtiyacı olmayacak kadar durumu iyi olan ama her ne hikmetse bu parayı alabilmek için evimize karısını-kızını yollayan adam şimdide karşıma geçmiş dil döküyordu!. "Resmi olarak borç verdiğinizi gösteremiyorsunuz, sizi tanımam bilmem. Ben olsam size bu parayı vermem ama konuyu kardeşlerimle de konuşmam gerek" deyip konuşmaya son noktayı koydum. Adam gittikten sonra "bu adam bu borç için buraya gelecek adam değil, buraya geldiyse babana borç para vermiştir, ödemezseniz canınızı sıkar, bu parayı ödeyin" diyen eniştemin lafıyla borcu ödemeye karar verdik.

Asıl haber ise salı sabahı evlenmem. Arife günü sabah evlilik için gerekli belgeleri verdiğimiz evlendirme dairesinde ki bayana başka ilde görev yaptığım ve iznimin olmadığı gerekçesiyle bizim işlemlere öncelik vermesini rica ettik. Oda sağolsun bizi kırmayıp salı sabahı için gelip nikahımızın kıyılabileceğini söylediğinde bir "oh be!" dedim. Benim başkanı telefonla arayıp salı günü için izin aldığım da daha da rahatladım. Tamam her aramamda başkan sağolsun izin veriyor fakat bu sefer ya hayır derse? Benim bütün planlarım alt üst olacaktı. Salı sabahı saat 8'de Ferhat'la nikah dairesinin kapısındaydık. Benim şahidim belediyenin hizmetlisi, Ferhat'ın ise belediyenin önünde ki ayakkabı boyacısıydı. İmzaları attıktan ve evlilik cüzdanını aldıktan sonra saat 08:30 da arabaya binmiş saat 4'te ise işe gitmiştim. İzin almama rağmen işe gitmem başkanın hoşuna gitti.
Ferhat ve bu nikah nerden çıktı diye sorarsanız eğer.. Ferhat benim dostum ve çok güvendiğim bir insandır. Bu nikahı ise tayinimi memleketime aldırabilmek için yaptık. Kimsenin haberi yok!!. Annemin bile.. Haberi olsa kimse müsade etmezdi. Hele annem canıma okur... Ama ben bunu annem için yaptım. Babamın vefatından sonra iyice kötüleşen annemin yanında onu anlayan birisi olmalı. Şu tefeci olayında ise akrabaların hiç birisinden hayır gelmeyeceğini iyice anladım. Anneme destek olmak yerine onu yıpratan bu akraba adı verilen psikolojik canavarlardan onu korumam gerek. Yoksa kadın kafayı yiyecek...

Yine kendi başıma bir karar verdim ve uyguladım... Sözleşmeli devlet memuru atanmaya başlayalı insanlar tayinlerini aldırabilmek için böyle kağıt üstünde nikah kıyıp tayinlerini yaptırır oldu. Bu olayın çok yapıldığını duyuyordum. Arada bende yapsam diye bile düşündüğüm oluyordu. Şu an yaptığıma ise inanamıyorum. İnsanların istediği yerde istediği gibi çalışabilme hakkını ellerinden alırsan onlarda bu haklarını gayrı ihtiyarı yollardan yine yapacak. Gayrı ihtiyaride olsa hakkımı alabilmek için böyle bir yola başvurdum a dostlar... Yarın ise evlilik nedeniyle tayin hakkımı kullanmak için başvuracağım. Dua edin bana... Nikahta keramet varmış... Var mı, yok mu yakında görürüz...

İç ses: Artık ben bile birşey diyemiyorum...

18 Kasım 2009 Çarşamba

Tatlı Acı!!!

Kalem kağıdı karalar... 
Beyaz kağıt aldı yaralar... 
Kalemin kağıda yazdığı engin deryalar... 
Yolumuza ışık oldu daim zamanlar... 
 Güneş yaktı ham elmayı.. 
Yanarak ekşi elma tatlandı... 
Yediğinde damağında kaldı tadı.. 
Elmanın hiç yanmadı mı canı? 
 İşin sırrı buymuş demek.. 
Emek vermeli her işe emek!... 
Canımız yanmalı pişene dek... 
Acı bile zamanla tatlı gelecek...
Haccecan
18 Kasım 2009
Son sonbahar...

4 Kasım 2009 Çarşamba

Başlık Yok!!!!

Yazmalısın...
Yazmalısın...
Hadi ama yazmalısın Haccecan...
Seni merak eden Sufi için... Allımorlu için yazmalısın...
Bloğunu açtığında yeni birşeyler okumak için gelen fakat yeni yazı ile karşılaşmayanlar ve bunu hiç dile getirmeyip "Haccecan yine yazmamış" diye akıllarından bir saniyelik düşünce olarak geçtiğin bloğunun ziyaretçileri için yazmalısın....
En önemliside kendin için yazmalısın...
Yazmaya nereden ve nasıl başlayacağını bilmiyorsun biliyorum... Saçmalayarak başlayabilirsin mesela... Seni okuyanlar hoşgörecektir...

Hayat yolunda sert bir viraj çıktı önüne... Uçuruma düşmek ile yola devam etmek arasında kaldın... Durmak hiç aklına gelmedi... Sonu uçuruma düşmek bile olsa; devam etmeliydin... Biliyordun ki durmak ölmekti... Hala yaşadığına göre durma vakti değildi...
Tamam bu kadar saçmaladığım yeter...Sözü sana bırakıyorum Haccecan...

Babamın ölümü çok koydu bana... Önceden yakınını kaybetmiş tanıdıklara "başın sağolsun!" derken ki ben ile şimdi ki ben arasında büyük bir fark var. Acıyı yaşamış olmak ile acıyı yaşamış gibi davranmak arasında baya bir fark varmış.

Babamın vefat ettiği günün (31 Ağustos 2009) sabahı saat 09:00 sularında babamla telefonda konuşmuştum. Yapmayı planladığı iş için benden ve kızkardeşimden para istemişti bir gün önce. Babamla yaptığım son telefon görüşmesinde ay sonuna yetecek kadar paramın olduğunu, istediği parayı veremeyeceğimi söylemiştim. 15 gün sonra parayı ödeyeceğini söylemesine rağmen para gönderemeyeceğim demiştim. Yeni düğün yapan ve bir sene boyunca bütün maaşını düğün borçlarına yatıracak olan kızkardeşimden ve düğünde şurada yazan olayları yaşayan benden düğünün üstünden bir ay geçmeden nasıl para isteyebiliyordu? Kendimce tavır koymuştum babama. Son telefon görüşmesinin sonunda da Kıbrıs'a staj yapsın diye gönderdiğimiz ama oradada başaramayan odunumun (erkek kardeşim) uyandığında telefonla beni aramasını söylemiştim babama. Bu son telefon görüşmesinden iki saat kadar sonra bizim ev telefonundan cep telefonum arandı. Ben odunum beni arıyor diye düşünürken komşumuz "Babanızı hastaneye kaldırdık, haberin olsun" deyip telefonu kapatmıştı. Ne yapacağımı, ne düşüneceğimi şaşırmıştım. 5 dakikalık yol değil ki hemen hastaneye gidip neler olup bitiyor bakayım... İlk önce kız kardeşimi aramak aklıma geldi ancak onu aramak hiç bir şeye çözüm sağlamayacağı gibi onuda panikletmiş olacağımdan onu aramaktan vazgeçtim. Halbu ki komşunun oğlu kızkardeşimi benden önce aramıştı. Kız kardeşimde panikletmemek için beni aramamıştı. Birbirimizden habersiz babamızdan haber alabilmek için telefonla memleketteki akrabaları arıyorduk. Babamı hastane de kontrol etsin diye büyük halamı aradığımda telefonuna cevap vermedi. Ondan küçük olan halamı telefonla aradığımda sesini tanımadığım birisi çıktı telefona. Ben panikle "halamı aramıştım ama?" dediğimde "yanlış numara!" deyip kapatmıştı karşıda ki beyefendi. Meğersem halam telefon numarasını çoktan değiştirmiş halamın eski telefon numarasını ise başka birisine satmışlardı. Onun üstüne kayıtlı olan diğer numarasını aradığımda halamın oğlu telefona çıkmış "Babamı hastaneye kaldırmışlar abi, hastaneye gidip babamı kontrol edebilir misiniz?" diye haber etmiştim. Ardından küçük amcamın evini arayıp onlara da hastaneye gidip babamı kontrol etmelerini istemiştim. Bütün akrabaları ayağa kaldırmıştım. Ben son derece heyecanlı, meraklı ve üzüntülü bir halde yoğun telefon görüşmeleri ile uğraşıyorken; yanlış numara diye aradığım numaradan bir mesaj geldi. Mesajda: "Belki yanlış aradınız ama itiraf edeyim sesiniz çok etkileyici" yazıyordu. Allahhh sen misin bunu yazan... Ben düşmüşüm, zor durumdayım, canımla uğraşıyorum elin herifinin derdine bak!!! Nasıl yazarsın ulan sen bunları bana... Pis sapık!! deyip ağzıma gelen bütün küfürleri mesajı yazan telefon numarasının sahibine söylemek için onu aramıştım ki... Telefonu meşgule atıp ardından bir mesaj daha attı. Mesajda; "Ters bir laf söylersiniz diye korkudan açamıyorum. Özür dilerim" yazmıştı. "Seni Allah'a havale ediyorum şimdi seninle uğraşamam" deyip yoğun telefon trafiğinin içine tekrar döndüm. Hastaneye gitmesi için gönderdiğim akrabaların telefonlarını aradığımda kimse telefonu açmıyordu. Bir şeyler ters gidiyordu... Seziyorum ama o an ölüm aklıma gelmiyor. Zaman ilerledikçe bende ki merak, üzüntü, tedirginlik artıyordu. En sonunda halam telefona çıkmış ağlayarak "kızım babanız hastanede acil gelmeniz gerek" diyordu. O an babamın öldüğünü hissettim ancak "öldü" diye kulağınızla duymayıp gözünüzle görmediğinizde ölüme inanamıyorsunuz. Hatta gözünüzle cesedini görseniz dahi öldüğüne inanmak çok zor geliyor. Hüthütle birlikte iş yerinden çıkıp evime geldik. Apartmanın merdivenlerini çıkarken telefonla Herküliye ablamı arayıp babamı hastaneye kaldırdıklarını, acil memlekete gitmem gerektiğini, evime gelip bana destek olmasını söylüyorum. 5 dakika sonra Herkülüye ablam geldi. "Babam öldü biliyorum, bana söylemiyorlar Herkülüye abla" dediğimde "Dur ben şimdi işin aslını öğrenirim, sana bir şey söylemezler ama bana söylerler" diyerek cep telefonumu alıp amcamı aradı. O panikle amcam diye bizim başkanı aradık. Herkülüye ablam yanlış adamla konuştuğunu anlayana kadar yaşanan diyaloglar çok komikti ancak yaşadığımız olayın üzücülüğü nedeniyle gülememiştik. Bu yazıda ölüm üstüne olduğu için kimsenin gülmemesi için bu komik diyalogu yazmıyorum. Aslında ölüm dendiğinde neden hep üzülmemiz ve ağlamamız gerekiyor bilmiyorum ama sanırım bizden öncekilerden böyle gördüğümüz için ağlıyoruz. Ölüm aslında bir son değil, boyut-hayat-dünya değiştirmekse bu kadar üzülmek doğrumu bunu sorgulamak gerekir. Bunu sorgulayacakların başında geldiğim için şu aralar zaten ölümü sorguluyorum. Neyse konu dağılmasın... Herkülüye ablam amcamın telefonunu aradığında telefona halamın kızı çıktı. Amcam o sıra ağlamaktan telefonda konuşamadığından halamın kızı telefona çıkmıştı. Benim telefonumdan Herkülüye ablamın aradığını gören halamın kızı gerçeği söylemekte sakınca görmediğinden babamı kaybettiğimizi telefonda söylemiş, herkülüye ablamın yannda duran ben ise bu haberi kulaklarımla duymuştum. Öldüğünü hissettiğim babamın ölümünü kulağımla duyduktan ve bütün umutlarımın sönmesinden sonra hıçkırıklara boğulduğumu söylememe gerek yok sanırım. Ama ben ablaydım!!. Kendimi hemen toplayıp kardeşlerime kol kanat germeliydim. Bu yıkıcı haberin bizi yıkmasına izin vermemeliydim. Babamın hastaneye kaldırıldığını sanan kız kardeşim görev yaptığı il merkezinden eşiyle otobüsle gelip beni alacak, daha sonra memlekete beraber geçecektik. Ölüm haberini kız kardeşim gözümün önüne gelene kadar ona söylemedim. Bu acı haber için onu alıştırmam gerekiyordu. Telefonda kendisini her şeye hazırlamasını telkin ediyordum. Bu arada İstanbulda ki abime telefonla ulaşamadığımdan 7 aylık hamile olan eşini aramak zorunda kaldım. "Abimin hemen beni araması gerektiğini" söylemem üzerine meraklanan yengemin ısrarlı sorusuna karşılık babamı hastaneye kaldırdıklarını söyleyebildim ancak. Ani bir üzücü haberle daha üzücü olaylara neden olmak istemiyordum. Abim beni aradığında ise gerçeği söylediğimde inanmakta zorlanan abimi babamın öldüğüne ikna etmem zor oldu. Doğum için İstanbul'da abimin yanında olan anneme alıştıra alıştıra ölüm haberini söylemesini abime telefonla söylüyordum. O telefon görüşmeleri hayatımda yaptığım en zor telefon görüşmeleriydi. Sonrasında yol için hazırlanmam gerekiyordu. Apartmanın giriş kapısının önünde 30 çuval kömürüm evimde ki odunluğa taşınmayı bekliyordu. Hızırla bir tuttuğum Herkülüye ablam ben ağlamakla meşgulken bu işi hallediyordu. Evimin anahtarını bir arkadaşına bırakmış, kömürlerin taşınmasını sağlayacaktı. Hüthüt ve Ümütçüğüm ise çamaşır makinasında asılmayı bekleyen çamaşırları asmıştı. Ben ise valizimi hazırlamıştım. İl merkezinden otobüse binen kızkardeşim ve kardeşçalanın gelmesine ise az kalmıştı. Hüthüt ve Ümütçüğümle vedalaştıktan sonra Herkülüye ablam ve ben otobüse binmek üzere yol kenarında beklemeye başlamış bu arada düğünde yaşadığımız güzel günleri hatırlayarak babam için gözyaşı döküyorduk. Otobüs geldiğinde ise bavulları otobüse yerleştirmiş, kızkardeşimin yanına kardeşçalan kalkmış ben oturmuştum. "Abla babamdan yeni bir haber var mı?" diye soran kızkardeşimin gözlerinin içine bakıp "Babamızı kaybettik" deyivermiştim. Ondan sonra ise kızkardeşimle sarılıp ağlamaya başlamıştık. Çaresiz, zavallı, terk edilmiş çocuklar gibi ağlıyorduk. Acıdaştık... Bizi en iyi biz anlardık.... Nefes almakta zorlanıyor, herşeyin çok anlamsız olduğunu düşünüyordum. Sabah telefonla konuştuğum babam artık yok tu... Yok... "Yok"u sorguluyordum. Var ve yok... Bu kadar basit mi herşey? İnsanın aklı almıyordu. Yolculuğumuz 9-10 saat sürecekti. Düşünmek ve sorgulamak için hayli vaktim vardı. Bütün anılar tepeme üşüşmüştü. Kah ağlıyor, kah kızıyor, kah üzülüyordum. Diğer yolcuların meraklı bakışları arasında kendi başıma bırakılmışlığımın dışına çıktığımda oluyordu. İçime döndüğümde ise fırtınada boğulmamak için nefes almak için uğraşmaya devam ediyordum. Böyle habersiz gitmesine çok kızmıştım. Her şeyi yarım bırakıp gitmişti işte. Biz hep yarımdık. İlişkimiz hiç bir zaman tamam olmamıştı ama bir gün tamamlanacaktı. Ben hep bu umutla yaşamıştım. Bütün sorunlarımızı halledip, geçmişe set çekip güzel günlere kucak açacaktık. Dünyaya gelecek olan ilk torununu kucağına almadan nasıl gidebildi?
Sabah telefon görüşmesinde para gönderemeyeceğimi söylediğim için içimde büyük bir pişmanlık vardı. Ne zaman para istediyse göndermiş, para istediğinde göndermediğimde ise ölüp gitmiş beni pişmanlığımla başbaşa bırakmıştı. Yine yapmıştı yapacağını işte. Her zaman haksız haklı olup çıkıyordu!

Ölümü babamın istediğini hiç sanmıyorum. Yapmayı düşündüğü işler için bizden para istiyorsa daha uzun yıllar yaşamayı planlıyor olsa gerek. Planladığı hiç bir şeyi şu zamana dek gerçekleştirememiş olan babamın ölümü bile planı dışında gerçekleşmişti.

Otobüs yolculuğu kendi iç dünyamda fırtınalarla uğraşmakla geçerken otobüste komedi filmini seyreden yolcuların kahkahalarıyla kendime geliyordum. Ben acılar içinde yüzerken diğer insanların acılarımdan bihaber kahkahalarla gülmesi benim için tam bir imtihandı. On saatlik yol on asıra bedeldi.

İl merkezine vardığımızda araç değiştirip yola devam ettik.
....
Evimizin önündeyiz. Arabadan gözü yaşlı indik. Evimizin bütün ışıkları açık. Evin önünde bekleyen insanlar var. Amcamı gördüm. Sarılıp ağlamaya başladık. O dev adam iki büklüm olmuş, çocuklar gibi ağlıyordu. İri vücudunun altında her zaman bir çocuk vardı zaten. O çocuğun acısı da büyüktü. Abisini, kardeşini ,oyun arkadaşını aniden kaybetmişti. (Haccecan başkalarının acılarını yüklenmeyi bırak! Kendi acını yüklen ve onu sırtlan ilk önce!!!)

Eve girdik ve oturduk. Odaya gelenler bize gözleri yaşlı olarak sarılıyordu. Ağlıyorduk ama elimizden birşey gelmiyordu. Elimizden birşey gelmeyeceğini bile bile çaresizce ağlıyorduk. "Ne olur bunun bir rüya olduğunu söyleyin" sözleri dökülüyordu ağzımdan.. Kimseden ses çıkmıyordu. Tekrar bir umutla "Ne olur bunun bir rüya olduğunu söyleyin" diyordum. Yine kimseden ses çıkmıyordu. Yaşadığımız hayat mı bir rüya, rüyalar mı bir rüya yoksa ölüm mü bir rüya? Kim bilir?

Odunum yanıma oturmuştu. Ölüm olayının detaylarını yavaş yavaş öğrenmeye başlıyordum. Çalan cep telefonunun sesine uyanan odunum, babam neden telefona bakmıyor ki diyerek sesin geldiği odaya gittiğinde babamın kanepenin üstüne yığılıp kaldığını gördüğünde "baba bunu bana yapma!!" sözleri erkek kardeşimin dilinden dökülmüş. Babamın taş kesilmiş vücuduna dokunduğunda çoktan öldüğünü anlamasına rağmen ölümü yakıştıramadığı babama yardım getirmek için komşulara koşmuş. Bir insanı yetiştirirken yapılabilecek en büyük yanlışı kardeşime de yapmıştık. Tek başına karar vermesini öğretmediğimiz kardeşimiz ilk yardımdanda bihaberdi. Gerçi alıcıları kapalı olan insana ne verirsen ver geri tepiyor oda ayrı konu... Ardından babama yapılan ilk müdahaleler, 112 ambulansının gelmesi ve babamın hastaneye kaldırılması. Olayın bize telefonla haber verilmesi.

O gece Herkülüye ablam herkesi evine gönderdi. Kızkardeşim, ben ve erkek kardeşim üçümüz aynı yatakta yattık. Ramazan ayı olduğu için sahura kalktık. Sahurda komşuların getirdikleri yemekleri yedik. Sabah ezanıyla halam bize geldi. İstanbuldan gelecek olan abim, annem, amcam, halam gelene kadar babamın cesedi ise morgda bekletildi. Sabah 07:00-08:00 arasında ise annem ve halam eve ağıtlar yakarak girdiler. Annemin eşine yaktığı ağıt, halamın "kardeşim!!!!!!" diye bağırmalarını şu an bile duyabiliyorum. Saat 11:00 kadar evimiz ağlayan bir sürü kadınla doldu. Çoğunu tanımıyorum ama birçoğu babam için ağlıyordu. Hepsi babamın yaptığı iyilikleri anlata anlata bitiremiyordu. Bazen "aynı adamdan mı bahsediyoruz acaba?" diye kendime sormadım bile değil... Babam evlatlarına gösteremediği sevgi, ilgi, iyilik meğer ırmak olmuş akıp gitmiş... Bu ırmak bir tek bizi ıslatmamış, bir tek biz nasiplenememişiz diye düşündüm. Bu nasıl bir gurur yaaaa... Ağlayan kalabalığa biraz daha dikkat kestiğimde yapılan dedikoduları, boş konuşmalarıda duyuyorsunuz. İçinizi öfke kaplıyor ancak bir şey diyemiyorsunuz. O sabah babamı ayakta sapasağlam gören tanıdıkların, komşuların da babamın ölümüne inanması çok zor oldu...

Saat öğlen 12:00 sularında babamın cenazesi, cenaze aracıyla evimizin önüne getirildi. Gözyaşları sel olup aktı. Ben babamın yüzünü görmek istediğimi söyledim. Baş ucunda büyük halam ve ben vardım. Babamın yüzü açıldığında yatan bu cesedin babama ait olup olmadığı sorusu aklıma geldi. Sanki babama benzemiyordu. Babam hala yaşıyor muydu yoksa? Ölümü hala babama yakıştıramıyordum. Sonsuz bir yaşamın bir parçası olduğumuzdan mı böyle hissediyoruz acaba? Bir yanım ölümünü kabul etmiyorken diğer yanım bu babamı son görüşümün olduğunu söylüyor gözlerimden yaşlar sicim gibi akıyordu. Hoca babamın kefenini tekrar bağladı ve tabutun kapağı kapandı. Tanıdıklar babamın tabutunu omuzlarının üstüne alıp cenazesini araca götürdüler. Öğle namazını mütakiben kılınacak cenaze namazıyla şehir mezarlığında toprağa verilmek üzere büyük camiye giden babamın arkasından son kez baktım... İşte bu babamı son görüşümdü...

Çok geçmeden babamın borçlu oldukları insanlar borçlarını dile getirmeye başladılar. Babamın borçları için kızkardeşim ve kardeşçalan düğünlerinde takılan altınların parasını hiç düşünmeden verdiler. Kardeşçalan artık gözüme girmişti. Odundu modundu ama kötü gün dostuymuş. Onun hakkında konuşanı artık yakarım. Ben hariç kimse onun hakkında artık kötü konuşamaz ona göre....

Acı haberi duyan tanıdıklar telefonla başsağlığı için aramaya başladılar. Her telefonla veya yüz yüze başın sağolsun diyen ve olayın nasıl olduğunu soranlara ezberlediğim bir kaç sözü papağan gibi tekrarlayıp durdum. O kadar çok tekrar ediyorsunuz ki artık olay üzülme boyutundan çıkıyor ve tanıdığınızın cenazesi için koşturan bir arkadaşmış rolüne bürünüyorsunuz. Öldü daha neyi neden soruyorsunuz ki... Boş laf hepsi boş...
Şuna emin olabilirsiniz ki hayatınızda tanıyabileceğiniz, tanımlayabileceğiniz çok farklı bir ruhtu babam. Kendimi tanımlayamamın sebebi babamı tanımlayamamdan kaynaklanıyor. Tanımlayamadığım babam gibi kendimide tanımlayamadan ölüp gideceğim...

Hafızalara kazınan bir haftanın sonunda tekrar yaşadığım şehre dönüyorum. Başın sağolsun diyenlere sağol diyecek gücü kendimde bulamadığımdan İşin ilk günü işe gitmeyip evime kapanıyorum. O gün "Çocuklarıma Hitaben" adlı yazıyı bloğuma yazıyor kah ağlıyor kah düşüncelere dalıyorum. İlerleyen günlerde ise başın sağolsun diyenlere gülerek "sağol" diye cevap veriyorum. Öyle böyle değil resmen gülüyorum. 32 dişim görünüyor. Psikolojimin bozulduğunu gören insanların bakışları daha da farklılaşıyor bana karşı. Umursamıyorum....

Sizin acınıza karşı kimin samimi olduğunu, kimin söylemiş olmak için "başın sağolsun" dediğini o kadar iyi anlıyorsunuz ki... Yinede herkesi bir tutuyorsunuz... Herkese karşı aynı sözleri söylüyorsunuz...

9 Ekim gününde ise kendime yaptığım yolculuğa başlıyorum. Herşeyden ve herkesten kaçıyorum. Sırtımda 15-20 kiloluk bir çantayla geceleri çadırda kalarak, dağlarda yürüyerek, bir sürü hayatla ve insanla tanışarak bambaşka bir maceraya kendimi atıyorum. Bu sefer yalnız değilim. Bu apayrı ve upuzun bir hikaye ve başka bir yazının konusu... Kendime yaptığım yolculukta kendime dönüyor muyum? Bilmiyorum...

10 Eylül 2009 Perşembe

Gidenin ardından...

Aldığın nefes duyulmaz oldu... 
Diktiğin fidanlar bir bir soldu... 
Geçtiğin yollar da hayal oldu 
Sardı her yanımı dinmeyen korku 
 Varlığın nasılda yakardı bu canı 
Gittiğinde yarım kaldı her bir yanı 
Sırtımı yasladığım dağ; nerde hanı? 
Yokluğun daha fazla yakarmış canı 
 Varlığında yokluğunda yaktı beni
 Amacın bu muydu? 
Bulmamdı kendimi
 Kendimi bulduğumda kaybettim seni
 Hep bir yanım eksik mi kalacak şimdi? 
 Boğazımda bir düğüm nefes alamam 
Ne kendimsiz ne de sensiz olamam 
Kendimi kaybetsemde bulsam yine seni 
Girsemde ruhuna sakinleştirsem bedenini 
 Kafamın içinde bütün anılar 
Üşüştü tepeme; hepsi beni yaralar 
Yoksun artık diye unutmak istesem 
Ar ederim kendime; bağlarım karalar
Haccecan
10.09.2009

7 Eylül 2009 Pazartesi

Çocuklarıma Hitaben


Dünyaya henüz gelmemiş çocuklarıma hitaben;

31 Ağustos 2009 tarihinde babamı kaybettim. Hiç göremeyeceğiniz dedenizin hafızamda bıraktığı izler silinip gitmeden; dedenizi size anlatacak bu yazıyı yazmaya karar verdim.

Bu yazıyı yazmaya karar verdim ancak şu an görüyorum ki bu hiç kolay olmayacak…

Babamı kaybetmenin acısı canımı çok yakıyor… Acım çok taze… Hissettiğim bu acıyla gerçekleri saptırır mıyım, olaylara duygusal mı yaklaşırım bilmiyorum ama elimden geldiğince duygularımı bir kenara bırakıp, gerçekleri yazmaya çalışacağım.

“Sen ablasın, sen kardeşlerinin büyüğüsün” diye büyütülen ben gibi dedenizde “sen erkeksin, sen evin erkeğisin” diyerek büyütülmüş. Kaldırıp, kaldıramayacağım düşünülmeden sorgusuz sualsiz toplumun bana yüklediği bu yüklerin altında ezildim çoğu zaman. Dedenizde öyle… O erkekti! O babaydı! duygularını dile getirmemeliydi, sevdiğini söylememeliydi!. Sevdiğini söylerse şımarır, yoldan çıkardık maazallah! Her zaman güçlü olmalıydı!. Otoriteyi sağlayayım diye çocuklarına ve eşine karşı her zaman yüzünde sert bir ifade olan dedeniz bize göstermediği sevgiyi, ilgiyi, şefkati başka insanlara gösterirken gördüm çoğu zaman. Bu durum; kıskançlık, nefret, üzüntü ve keder hissetmeme neden olurdu. Ben sevgiye açken nasıl olurda bu sevgiyi başkalarına gösterebiliyordu? Cenazesinde de tahmin ettiğim gibi oldu. Herkes “babamızı kaybettik, bize çok iyiliği dokundu, bize hep yardım ederdi, biz ondan razıyız Allah’ta ondan razı olsun” sözleri döküldü herkesin ağzından. Cenazesi onu seven insanlarla dolup taştı. Başka insanlar benim babama ağladığımdan çok daha fazla ağlamış ve üzülmüştü. O benim babamken başkalarından daha az ağladığım için kendimi suçlu bile hissettim.

Onun en asi, dili bıçak gibi keskin olan evladı bendim. Eksikliğini hissettiğim sevgi, ilgi, şefkat bana müthiş bir acı verirdi. Bu acı ise beni asi, hırçın ve keskin dilli yapardı. Benim canım yanıyorsa babamında canı yanmalıydı. Çektiğim acıların sebebi “O”ydu. Çektiğim acıyı onunda hissetmesini sağlayıp canını yakmayı çok istiyordum. Sebep olduklarını veya göstermediği sevginin sebep olamadıklarını, bana yaşattığı acıyı bilmesini istiyordum. Hissettiklerimi ve gerçekleri yüzüne söylediğimde ise susardı… Susması haklı olduğumu gösteriyorsa neden hiçbir şey değişmiyordu? Keşke susmasaydı, konuşsaydı… Böyle yarım kalmazdım…

Bir yakının ölümü; yaşadığımız iyi-kötü anılar kadar acı veriyormuş. Yaşayamadıklarımızı bir daha asla yaşayamayacağımızı bilmek, eksikliğini hissettiklerimizi tamamlayamayacağımızı bilmek ise dahada acıymış. Güzel anılarımızın sayısı acı olan anılarımıza göre o kadar az ki… Kötü anılarımızı yok sayacak kadar güzellik yaşayamadık biz… Oysa hep hayal ederdim.. Bir gün herşey güzel olacak, kötü anıların hepsini yok edecek güzel günler yaşayacak, geçmişe bir set çekip yolumuza devam edecektik.
Olmadı…

Şimdi geriye koca bir boşluk kaldı… Bu boşluk ki… Hiç dolmayacak…

Zaman… Her sıkışıp kaldığımda, üstesinden gelemediğim acılarımda gücünün gölgesine sığındığım zaman… Yine sana sığınıyorum…

O kadar zamanım var mı bilmiyorum…

Sen sen ol evladım… Bu yaşadıklarımı kendine ders al… Çektiğim acıları senin yerine de çekmiş olayım. Bu yaşanmış hataları sen yapma. Sen ben diye ayırma… Acılarımızı ortak bil. Benim yaşadığım bu boş acılar için sen zaman kaybetme.. Sevgini asla kalbinin içine atma. Sevdiğini söylemekten, sevgini yaşamaktan korkma. Genlerini benden alacağın için benim ve dedenin de sahip olduğu “aptal bir gurur” seninde olacak. Sevgin gururundan önce gelsin. Gururunu dostuna karşı gizle, düşmanına karşı gururunu siper kıl.

Kimseye el açmamayı, yiğitliği - mertliği, acıları yudum yudum içmeyi, acı içinde ki sukuneti, yardımseverliği, sevdiğine sahip çıkmayı- korumayı- kollamayı, sevdiğini kıskanmayı - sahiplenmeyi, vatan-millet için canını korkmadan vermeyi, mazluma-muhtaca yardım etmeyi, bir lokma ekmeğin de olsa ihtiyaç sahibiyle paylaşmayı, bu topraklar üstüne oynanan oyunları, kardeşleri birbirine düşman eden güçlere karşı uyanık olmayı, acı karşısında gururlu ve mağrur durmayı ben babamdan öğrendim.

Evladım… Ondan öğrendiğim değerleri kutsal bildim. Sende bil…

Babamın varlığı bana hep acı verdi. Bu acıları mutluluğa dönüştüreceğimiz günlere kavuşma umuduyla yaşadım hep. Biz yarımdık, birgün elbet tamam olacaktık. Bu umutlarımın hepsi ani ve zamansız yok olup gitti. Biz hep yarım kalacağız...

Babamın yokluğu varlığından daha acıymış.
07.09.2009
Haccecan

25 Ağustos 2009 Salı

Ramazan ayının etkileri

Ramazanın ilk günü benim için baya zordu. Bir sene boyunca hobini gırtlak yiyen ben, üstüne üstlük sahura da kalkmayınca öğlen saatlerine doğru kendimi güçsüz, halsiz, bitkin, yorgun hissettim. Akşam saatlerine doğru ise duygularım evrim geçirip canavarlaştı ve beni çiğ çiğ yedi.

İftar saati yaklaştığında üzerimde ki bu halsizlik, yorgunluk yerini; terk edilmişliğe, yalnızlığa ve herkesin acıyarak baktığı sahip çıkılması gereken zavallı bir insanmışım gibi hissetmeme bıraktı.

Oruç tutmadan bir gün önce kız kardeşim telefonda,”İlk iftarını bende yaparsın” dediğinde; Ben; “Bakarız, başka yere gitmezsem sana gelirim” demiştim. Halbu ki gidecek hiçbir yerim yok, nereye gideyim? Gurur yapıyorum kendimce. Ramazanın ilk günü ise iki kez kız kardeşimi arayıp, ne yapıyorsun? diye aramama rağmen bir kez bile “Akşama iftara geliyorsun değil mi veya ne zaman geliyorsun?” diye sormadığı için dünkü yaptığı iftar yemeği davetini alenen yaptığını düşündüm. Onun öylesine yaptığı iftar yemeğini ciddiye aldığım için yıkılan ben oldum tabi. Ramazanın ilk günü evimde tek başıma iftar yapma düşüncesi nasılda koydu bana. Kız kardeşimle yaptığım iftar yemeğinin lafını etmediği ikinci telefon görüşmesinden sonra yalnızların yalnızı, bahtsızların bahtsızı Haccecan zırıl zırıl ağlamaya başladı. (Açlık bana yaramıyor anlaşıldı…) İş yerinde beraber çalıştığım Hüthüt ; “ Ah arkadaşım… Kardeşin el kızı oldu tabi, belki eşi senin gelmeni istemiyordur, kız kardeşinde ne yapsın?, Seneye seni böyle görmek istemiyorum, seneye kadar evlen ” dediğinde bir yandan ağlıyorum bir yandan haykırıyorum. “Kiminle evlenecemmmmmm?” Göz yaşları içinde sorduğum bu soruya cevap veremedi. İçten içe de kardeş çalana kızıyorum. “O benim kardeşim, benimmmmm…”

Ardından iş yerinde ki abim; “Akşama iftara ne yapıyorsun?” diye sorduğunda “Bakalım kız kardeşime giderim belki” diye cevap verdim. “Akşama bir yere gitmezsen mutlaka bize gel” dediğinde, “Tamam gelirim.” cevabını verdim. Kız kardeşime gitmek için hala umudum var. Bu nasıl umutsa!!!

İş yerinden çıktığımda o acı gerçekle tekrar karşılaştım. Ben iftara nereye gideceğim? Kız kardeşimi son bir umut aradığımda telefona cevap vermedi. İftara davet eden abim “bana acıdığı, sahip çıkılması gereken, beni doyurarak sevap alarak mutlu olmayı düşündüğü!” için ona da gidemezdim. Ben kimsenin sevap kaynağı ve acınacak bir zavallı değilim!... Gideceğim yeri kendim belirlemeliydim.

Bu durum canımı fena halde sıkmaya başladı. Kendime güç verip de yalnızlığıma sığındığım zaman yalnızlık çok zor bir durum gibi gelmezken, insanların bana acıyarak muamele etmesi canımı yakmaktan başka bir işe yaramıyor. “Tek başına ne yapıyorsun? Tek başına sıkılmıyor musun? sorularını sorarak uyuyan devi uyandırıyorlar… Güllük gülistanlık yaşarken “herkes bana zavallı gözüyle bakıyor. Kendime acımalıyım. Evet evet.. Yalnızlık o kadar acınacak bir durum ki insanlar bana sorup duruyor bu yüzden. Acı kendine Haccecan. Acıııııııııı” deyip başlıyorum isyanları oynamaya…

Aradım bir arkadaşımı, “Nasılsın?” der demez, halimi anladı ve” atla gel bize” dedi. O akşam iftarı onlarda yaptım ve orada kaldım.

İftarı evlerinde yaptığım arkadaşımın teyzesi ise “sende mi yalnız yaşıyorsun?” diye konuşmaya başladı. “Senin yine bir koca bulup evlenip çocuk sahibi olma gibi bir umudun var. Benim o da yok !” dedi. Çocuğu olmayan bu kadın kocasını yıllar önce kaybetmiş. Kocasının emekli maaşıyla kiralık bir evde yaşamaya çalışıyordu. Kendimden daha iyileri görünce içimden halime oturup ağlamak , çevremde ki herkese bu durumu şikayet etmek gelirken ne hikmetse hep benden daha kötüler karşıma çıkmıştır.
Ramazan ayının 5. Gününde ise açlığa alışmış durumdayım, ruh halim ilk güne nispeten daha iyi. “Herkese beni ne zaman iftara davet edeceksiniz?” diye sorarak kendimi zorla davet ettiriyorum.
Yinede bu yalnızlık ve herkesin bana iyilik yaparak huzur duyduğu "mutluluk kaynağı" olma düşüncesi ağrıma gitmiyorda değil...
İç ses: Dünyada o kadar aç, yalnız, çaresiz, dermansız insan var ki Haccecan. Sadece insanlarda değil... Suya muhtaç ölen ağaçlar, yiyecek bulamayan hayvanlar bilem var. Senin bu çektiklerin ne ki?

21 Ağustos 2009 Cuma

Yeni doğmuş bebek


Huzurevinin bahçesinde iki tonton yaşlı adam bi banka oturmuş laflıyorlar;
-Aaah ah.. yaş oldu 73.. elim ayağım tutmuyor, her tarafım ağrıyor..benle aynı yaşta değil misin? ya sen kendini nasıl hissediyorsun?
-Yeni doğmuş bir bebek gibi..
- A aa? Nasıl yani?
- Kafada saç yok, ağızda diş yok, galiba az önce de altıma yaptım....

20 Ağustos 2009 Perşembe

Vatan Sevgisi


Vatan Sevgisi
(Babamın Mektubu)
“Sardunyalı Küçük Trampetçi”nin öyküsü, seni çok derin duygulandırdığına göre, konusu “Vatanı Niçin Seversiniz?” olan bu sabah ki sınav sorusunu büyük bir kolaylıkla yazmalıydın.
Vatanımı niçin severim sözü, aklına yüzlerce yanıt getirmiyor mu? Vatanımı severim, çünkü annem-babam orada doğdu; çünkü damarlarımda dolaşan kan onundur; çünkü annemin ağladığı ve babamın büyük anılarını saygı ile andığı bütün ölüler, onun kutsal toprağında gömülüdür. Çünkü doğduğum il, konuştuğum dil, beni aydınlatan kitaplar, kardeşim, kız kardeşim, arkadaşlarım, arasında yaşadığım halk ve beni çevreleyen doğa; bütün gördüğüm, sevdiğim ve içten bir duyarlılıkla seyrettiğim şeyler, vatanımdan birer parçadır. Ohh, bu vatan sevgisini sen henüz tümüyle duyamazsın. Bunu, büyüdüğün zaman çok daha iyi anlayacaksın.
Uzun bir geziden dönerken, sabahleyin bir vapurun güvertesinde parmaklıklara dayanarak, yurdunun mor dağlarını ufukta gördüğün zaman, kalbinden taşan, içten gelen sevgi dalgalarının gözlerini yaşla doldurduğunu görecek ve dudaklarından sevinç sesleri çıktığını duyacaksın.
Uzak bir şehirde, yabancı bir halk içinde, tanımadığın bir işçinin yanından geçerken, senin dilinden birkaç sözcük söylediğini işitince, ruhunun, seni ona doğru ittiğini hissedeceksin. Bir yabancı tarafından vatanının ağır ve kaba kelimelerle yerildiğini işittiğin zaman kanını başına sıçratan acı bir tiksinmeyle, yine o hissi duyacaksın.
Düşman bir millet, vatan üzerine bir ateş fırtınası salarak saldırdığı zaman, her taraftan ellerinde silahlarıyla delikanlıları ve onları “Cesaret” diyerek kucaklayan babalarla; askerleri “Muzaffer olun!” dileğiyle uğurlayan anneleri gördüğün zaman; onu daha derinden, daha övünerek duyacaksın. Gözlerinde yenmemin büyüklüğü parlayarak şehre dönen, yarısı yok olmuş, elbiseleri paramparça, yorgun, ama şanlı bir alayın girdiğini görmek mutluluğuna erersen, onu gökten gelen bir sevinç gibi duyacaksın.
Kurşunlarla yırtılmış bayrağın arkasında, kendilerini çevreleyen heyecanlı bir halkın çiçekleri, duaları ve öpücükleriyle örtülerek, sargılarla bağlı yaralı alınlarını yüksekte tutarak şehre giren bir uzun kahramanlar kafilesini gördüğünde, bu duygu kalbinde en yüksek kerteye ulaşacak ve kutsallaşacaktır. Vatan sevgisini işte o zaman anlayacak ve derinden duyacaksın.
Vatan sevgisi o kadar büyük ve kutsal şeydir ki, bir gün eğer seni, onu korumaktan gelen bir tabur içinde, sağ görür ve yaşamını esirgemek üzere saklandığını duyarsam; benim kanım, sevgili oğlum olduğun halde, okuldan döndüğün zaman, sevinçli bir sesle seni kucaklayan ben, boğazımı tıkayan bir hıçkırıkla karşılayacak ve artık seni hiç sevemeyerek kalbimdeki bu hançerin yarasıyla öleceğim.
Baban

Çocuk Kalbi (İtalyan; Edmondo De Amicis) adlı kitaptan alıntı bir mektup.

Başka uluslar yetişdirdiği genç nesillere vatan sevgisini böyle aşılarken benim vatanımın genç nesillerinin boş yetişmesini görmek bana acı veriyor... Benim gibi acı duyan başkalarıda var mı?

19 Ağustos 2009 Çarşamba

Akıl mı, gönül mü?


Sabah işe gitmek için yolda giderken arkamdan “hanım efendi!... hanım efendi “ diye birisi seslendi. Durdum ve sesin geldiği yöne doğru baktım. Yanıma doğru lila renkli bir gömlek ve siyah bir pantolon giymiş bir beyefendi gelmeye başladı. Ben ; “yine bir vatandaş sigara ile ilgili ya bir şey soracak ve ya bir şey isteyecek herhalde” diye düşünürken, beyefendi bana doğru yaklaşmaya devam etti. Yaklaşırken gözlerimin içine bakmaya başladı. Hem yaklaşıyor hem bakmaya devam ediyor. Bu bakışlar hiç de normal değil! Yanıma geldiğinde durdu ve bakmaya devam etti. Bir iki saniye bakmış olmasına rağmen sanki saatlerce gözlerimin içine bakmış gibi hissettim. Bakma süresi uzadıkça gözlerimle adama “ne oldu? neden durdurdun?” sorularını sözsüz iletişimle sorup adamı konuşmaya zorladım. Beyefendi:
“Kusura bakmayın. Ben sizi sürekli yolda görüyorum” deyip bir süre sustu ve gözlerime bakmaya devam etti. Ben; “eee başka?” anlamında bir bakış daha attıktan sonra: “ sizinle tanışabilir miyiz?” diye sordu. Ben: “Siz kimsiniz?” diye sordum. İsmini vermedi. Eliyle ileri doğru gösterip “Ben şurada çalışıyorum” dedi. "Şurada" diyerek nereyi kastdettiğini ve kim olduğunu anlamadım. Bende: “Kusura bakmayın, yolda aldığım böyle tekliflere kapalıyım” deyip döndüm yoluma ve yürümeye devam ettim. Bu arada arkamdan “Kusura bakmayın” dediğini duydum ancak ona cevap vermeden yoluma devam ettim…
“Sabah sabah bu olayda neydi? Bu adam da kim? Şurada dediği yer neresi?” sorularını kendime sorup kendim cevap vermeye çalışırken, trafik ışıklarının oraya doğru yaklaştığımda hergünden farklı bir şeylerin olduğunu sezinliyordum ancak olaya bir anlam veremiyordum. Yürümeye devam ettim. Görüş mesafemi kapatan duvarı geçtiğimde bir transitin, bir kamyona çarptığı büyük bir trafik kazasının olduğunu gördüm. Polisler yolu kesmiş, ambulanslar yaralıları taşıyor, herkesin yüzünde acı ve hüzün dolu bir ifade var. Felaketlerde ellerinden hiçbir şey gelmesede orada “ah vah!, tüh tüh!” sözleriyle olaya aksiyon katan, yetkililerin işlerine engel olmakla kalmayıp, başka kazalarında yaşanmasına neden olan kuru kalabalığın bir parçası olmak istemediğimden yoluma devam ettim. Trafik kurallarına uymama konusunda ısrar ettikçe, acele edip, ayağımızla gaza basmakla kendimizi muhteşem! ölümsüz! sanmaya devam ettikçe bu kazalar yaşanmaya devam edecek. Üzüldüğüm şey, araçlarda ki suçu günahı olmayan insanların, şoförlerin hatasının bedellerini ödemesi. Bu trafik kazasında ki araçta tüm insanların yara almasına rağmen, 2-3 yaşlarında ki bir bebeğin burnu bile kanamadan kazadan 45 dakika sonra araç koltuğunun altında farkedilmesi ise anlayanlara çok şey anlatıyor. Tabi anlayana….
….
Köylere su verilen kaynak su deposunun kirli olduğu – kapalı bir mekanda tütün tüketildiği hakkında aldığımız ihbarları değerlendirmek amacıyla bugün yaylaya gittik. Su kaynağına ulaşmak hiç de kolay değildi. Araba yolu olmadığı için yürüdüğümüz yol kesilmiş ağaçlarla kaplı olduğu için hem yokuş tırmanıyor, hem koca ağaçların üstünden geçmeye çalışıyorduk. Su depolarını yapan inşaat işçilerinin nereli olduğu depolarının üstüne yazdıkları yazı ile anlaşılıyordu. Bitlis-Mutki.... Orada gerekli denetimleri yaptıktan sonra bay marifet abim, “biz çocukken kızlar bu otla ellerine kına yakardı” diyerek elime bir otu parçalayıp koydu. Bir elimle kına otunu tutuyorum, bir elimle fotoğraf makinasını. Zorla çıktığım yolu, daha zor indim…
Dönüş yolunda bir yayla evinde üzüm, karpuz, peynir, ekmekle karnımızı doyurduk. Bizi hazırlıksız yakalandığı halde evinde ağırlayan kadın; evine bizimle birlikte girmişdi. Otlattığı 5 ineğine ilk önce suyunu verip hepsini ahıra soktuktan sonra bizim karnımızı doyurdu. Eee misafir ineklerinden sonra geliyor tabi. Biz gidiciyiz, ekmek teknesi olan inekleri ise hem kalıcı hem yoldaşı…
Yol üstünde namaz kılmak için bir mescide giden Hocalı abim, mescitden cübbe ve fes giyerek çıktığında hepimiz gülmekten öldük. Üzerinde ki cübbe ve fes ile onun o halini ölümsüzleştirmek için fotoğrafını çektim ardından o cübbe ve fesi ben giyinip fotoğraf çekindim. Hoca Haccecan tarihe geçti böylelikle.. Öhöm öhöm…
Şoförümüzün 12-13 yaşlarında ki oğluda bizimle geldi. Arabaya binerken-inerken kapımı açıp-kapatan, fotoğraflarımı çeken bu çocuğu melek ilan ettim. Diğer beylere “bu çocuğu örnek alın” diye sıkı sıkı tembihledim. Kimse sözlerimi kaile almadı ama olsun. Çocukta olsa bir erkekte saflık, iyi niyetlik, kibarlık, saygı, masumluk, gözlerine baktığımda tebessüm etmesi, hörmetkar olması…Harika şeyler… Büyüdüğünde özünden ayrılıp klasik bir erkek olacak… Yazık…
Kısacası bugün harika bir gündü…

Hangi gündü hatırlamıyorum ama iş yerinde odamda çalışırken hizmetlimiz kapıyı açıp “Haccecan hanım, sizi birisi soruyor” dedi. “Buyursun gelsin deyip” onu odama aldım. Bir beyefendi kardeş çalanın ismimi verip, muayene olurken kendisine yardımcı olmamı istedi. “Kendi işim için bile kimseye rica etmediğimi, sırasını alıp beklemesi gerektiğini, bir sorun yaşarsa burda olduğumu, geldiğinde ona yardımcı olabileceğimi” söyleyip onu gönderdim. Kardeş çalanla bir araya geldiğimizde de onu fırçalamıştım. “İnsanları işlerini yapmam için sen mi yanıma gönderiyorsun?, Kimseyi bir daha öyle gönderme” dediğimde kardeş çalan “olaydan haberinin olmadığını söylemişti”. Olayın aslı daha yeni ortaya çıktı. Meğer kendine eş arayan bu beyefendi, kardeş çalanın arkadaşının arkadaşıymış. Beni görmek için bir yardımcı olmam bahanesiyle beni görmeye yanıma gelmiş. Beni kendince kurduğu bu kumpas ile görüp beğenmiş ve benimle görüşmek istediğini kardeş çalana söyletmişdi. Bende böyle oyunlardan hoşlanmadığım için red cevabını gönderdim.
Yaptığımız fotoğraf gezilerinin birinde tanıştığımız başka bir beyefendi ise benimle evlenmek niyetinde olduğunu açıkca söyledi ve bu konuda çok ısrarcı davranıyor… “Beni bir günlük tanımayla evlilik kararını nasıl alabildi acaba?” diye ona da red cevabı verdim. Red cevabını duymamış gibi bu evlenme niyetinde ısrarcı olduğunu söylüyor…
Bu aralar kısmetlerim o kadar çok ki… Napacağımı şaşırdım… Evlenmek ve çocuk istediğimi yakın çevremde bilmeyen yok. Acaba erkekler bu düşüncemi alnımdan okumaya mı başladılar?
Ne yapmam gerektiğini, nasıl yaklaşmam gerektiğini de bilmiyorum. “Açık sözlü olsun, erkek dediğin çıkacak karşıma ne istediğini açıkca söyleyecek” diyordum. Bu ara taliplerimin hepsi böyle… Böyle açık sözlü olup, isteklerini yüzüme söylediklerinde ister istemez geri adım atmak zorunda kalıyorum. Öyle ya… Kimsin, nesin? Kendini tanıt hele, beni de tanı… Güven ver…
Aman ya ne desem boş… Gönlüm bir şey dese mantığım susuyor… Mantığım bir şey dese gönlüm susuyor… Gönlümün ve mantığımın konuştuğu, ikisininde tamam dediği eş adayı lazım bana. Aha bak! Beklentilerim, isteklerim biraz daha da büyüdü, eş bulmam ise imkansızlaştı… Önceden gönlüm sevse yeter diyordum. Şu anda da gönlüm birisini seviyor ancak o da hayal... Gönlümün ve mantığımın "evet" dediği bir eşi nereden bulacam ben… Yoksa böyle düşünmeyi bırakıp uygulamaya mı geçmeliyim? En son bahsettiğim beyefendiyle görüşmeye mi başlamalıyım?

14 Ağustos 2009 Cuma

Yitik Aşklar Uğruna Harcanan Ömürler

Yitik bir aşkın peşinde ömrünüzün bitip tükeneceğini düşündünüz mü hiç? Ben düşündüm.. Hemde çok... Düşünmeklede kalmadım...
Ömrümü herkesin yaptığı şeyleri yaparak geçirmenin beni basitleştireceğini daha en başından beri biliyordum. Kendimi bildim bileli şu sözler döküldü ağzımdan. "Ben bir kişiyi seveceğim, o da beni sevecek!"
Boyuma posuma bakmadan aşkı yaşamaya kalktığımda da gördüm ki, kimse evrenin varoluş sebebi olan aşkı yaşamak için değmiyor-muş... Aşkta önemli olan kişi değil aşkın kendisiymiş. Yaşanılan duygularmış... Aşık olduğunuz kişiyi gözünüzde büyütüyor, kendiniz için ulaşılamaz bir yere koyuyor sonra da aşk ateşiyle kavruluyorsunuz... Bende kavruldum hem de çok...Aşık olduklarım gözümde küçüldükçe ben büyüdüm, ben büyüdükçe çektiğim acılarda büyüdü... Hedeflerim, üstesinden gelmem gereken sorunlar, insanların nankörlükleri, duyduğum sözlerin ağırlığı, gördüklerimin verdiği acılar, eksikliğini hissettiğim şeylerin bana verdiği dayanılmaz sancı... Her şey büyüdü. Onlar büyüdükçe bende daha zor, daha katı, daha vurdumduymaz oldum. 
 Bu aralar; bana karşı duydukları karşılıksız aşk için ömürlerini feda etmeye hazır insanların feryatlarını dinliyorum... Çektikleri aşk acısının dermanını bende arıyorlar. "Dermanınız ben de yok!" diye onları görmezden geldikçe onlar kovalamaya devam ediyor. İtiraf etmeliyim ki bu canımı çok acıtıyor; kendimi zalim, hain, vefasız, kötü ve zor biriymişim gibi hissetmeme neden oluyorlar... Bu feryatları onları gözümde güçsüzleştiriyor, basitleştiriyor, öfkelenmeme neden oluyor... Ben aşk yaşarken aşık olduğum kişiye gidip feryat ediyor muyum? Siz ne hakla feryat edip kafamı şişiyorsunuz.... Sizi gidi zayıf, aciz varlıklar!... Aşkın verdiği acıya katlanamayacak kadar zayıfsanız ne diye aşık olursunuz ki? 

 "Yazmayı bırak!" demeyi bırak... Yazacağım işte... Yazdıkça varoluyorum... Kendini yok etmek için mi "yazmayı bırak!" diyorsun bana? Yazdıkça; yitip giden benden geriye elle tutulur, gözle görülür birşeyler kalıyor... Dağ; içinde ki yakıcı magmayı patlayarak atar, sende yazarak atıyorsun anlamadın mı hala? Yaz da at içinde ki seni eriyip bitiren bu alevleri...

Oysa ne çok isterdim sadece bir kişi tarafından sevilmeyi, sayılmayı... Adanmayı hak eden bir ömrün bana adanmasını... Bir bebek; sıcacık, güvenli olan anne kucağına nasıl muhtaçsa öyle muhtacım sevilmeye, sayılmaya, vazgeçilmez olmaya, dinginliğe, sakinliğe, güvene, mutlak bir güce sığınmaya...

 "Sen zayıf yönlerini yazacak kadar aciz misin, şimdi kim bilir okuyanlar ne düşünecek? demeyi de bırak! Kim ne düşünürse düşünsün... Umurumda değil hiç birisi... Zayıf yönlerini göstermeyen, her gün mutluluk oyununu oynayan insanların gerçekten mutlu, gerçekten güçlü olduğunu mu sanıyorsun? Onlara göre ben daha dürüst daha güçlü ve daha mutluyum... Hem zayıflıklarını yok saymak yerine onları ilân etmek; yok etmek demektir. İçimde ne yaşıyorsam onu söylemeliyim, içim dışım bir olmalı benim... Kendimle olan bu kavgam, bu savaşım elbet bir gün ateşkes ile sonuçlanacak... Peki ya onlar? Bu sahte mutluluk oyununun içinde kendilerini kandırmaya devam edecekler. Hemde mutluluk oyunu oynadıklarının farkında bile olmadan...

Yitik aşklar uğruna harcanan ömürler; her gününü yiyerek, içerek, eğlenerek, sıç..rak, sevişerek geçiren sıradan ömürlerden çok daha güzelken, ömrümü sıradan bir şekilde geçirmek istemiyorum....

31 Temmuz 2009 Cuma

Bekârsam günahım ne?


Olay 1 :

İş nedeniyle kendisine yeni çıkan genelgeyi atmak için e-posta adresini aldığım bir beyefendi vardı. Sadace bir kez kendisine mail attım. Mail attığım günün akşamında msn kişi listesine benide eklemişti. İş nedeniyle sürekli görüşmemiz gerektiğinden; "sürekli telefonla aramak zorunda da kalmam artık" düşüncesiyle msnsini kabul etmiştim. Ondan sonra msn ye gelmediğinden onu ve diğer ekip üyelerini telefonla aramaya devam ettim. (Buraya kadar herşey normal.)
Ancak dün ben işteyken birisi o beyefendinin msnsinden bana "kimsiniz?" diye sordu. Kimsiniz diye sorduğuna göre bu o beyefendi olamazdı. Ardından "kocamın msn adresi sizde ne arıyor?" diye sorduğunda beyefendinin eşinin bana yazdığını anladım. Soru tarzı hiç hoşuma gitmemiş olsada, her insan bir olmaz diyerekten uslübunca cevabını yazdım. İlk önce kendimi tanıttım, nerede görev yaptığımı, hangi iş için eşiyle görüştüğümüzü, bu iş için sadece eşiyle değil bir kaç kişiyi daha aradığımı ve mail attığımı yazdım. Hanım efendi: "Eşimle iş dışında bir ilişkiniz yoksa sorun yok!!!" dedi. Ardından soru sormaya devam etti. "Nerelisiniz? Bekarmısınız? Nerede oturuyorsunuz?" Bu sorularına ve konuşma üslubuna iyice kıl olduğum için cevap yazmadım. Medeni durumumum veya nereli olduğumun eşinin msn kişi listesinde kayıtlı olmasıyla bir alakasını kuramadım... Bu sorularla neyi ortaya çıkartmaya çalışıyor? Sustuğum için "kendisinin biraz! kıskanç ve hamile bir bayan olduğunu" söyledi. Bende; "adımı soyadımı, çalıştığım yeri size açık olarak yazdım, bir gün gelin yüz yüze tanışalım, bu önyargılı yaklaşımınıza ve sorularınıza üzüldüm" dedim. Hanım efendi ise; "Sizde evli bir bayan olsaydınız beni anlardınız, ben kocama güveniyorum ancak zaman kötü, sizi de tanımıyorum" dedi. Bunun üstüne bende: "Sizde bekar olsaydınız ve "eşimin msn adresi sende ne arıyor?" gibi bir soruyla karşılaşsaydınız beni anlardınız" dedim. "Kusura bakmayın, ben biraz kıskancım" sözlerini tekrarladı fakat ben: "şu an işim var kusura bakmayın fazla konuşamayacağım, sizi mutlaka bir gün buraya bekliyorum, yüz yüze tanışalım" deyip onu msnden sildim.

Bu şimdi neydi ya? Bu nasıl bir üslûp, nasıl bir konuşma tarzıdır? Bir adamın eşi olduğun zaman onun msn sine girip, kim var kim yok hesap sorma hakkına sahip mi oluyorsun? Hem de bunu adabıyla değil de, sanki kocasıyla suç üstü yakalamış gibi bir tarzla sorması da ne oluyor? Evli kadınlar, bekâr kadınları kendi kocasını ayartan varlık olarak mı görüyor? Bekâr olduğum için elâlemin evli heriflerini baştan çıkartan, ayartan kız mı oluyorum? Bu kadının ya kendine güveni hiç yok, ya da eşine güveni yok. Kimse tek taraflı suçlu olamaz tezine dayanarak erkeği de biraz eleştirmek gerekiyor aslında. Kocası bu kadına hiç mi güven vermedi? Daha önce başka bir kadınla ilişkisini ortaya çıkartmışsa kadının haklı olarak eşine güveni sarsılmış olabilir. Güvenin olmadığı bir ilişkiyi devam ettirmenin; üstüne üstlük bir de çocuk doğurmanın anlamı nedir? Peki burada benim suçum ne? Adam da suç olmayabilir, kadın hastalık derecesinde kıskanç olup, eşini her konuştuğu bayanla ilişkisi olduğunu düşünebilir ki bu bir psikolojik rahatsızlıktır... Acil tedavi olması gerekir yoksa o yuvadan ne adama ne kadına ne de doğacak çocuğa hayır gelir...

Birde kadınların bu mantıklarını hiç anlamıyorum... Kocalarına sonsuz güvenleri var ancak zamanın kızları kötüdür! Kocaları kimseyi ayartmamıştır, olsa olsa başka kızlar tarafından ayartılmıştır. O melektir melek!!! Bu bir değiştirelemez kanun hükmünde kararnamedir! O erkektir! Kanmaya kandırılmaya, her çiçekten bal almaya müsait, nefsi zayıf bir varlıktır!!!

Yapmayın hemcinslerin, yapmayın ne olur... Erkeğin at koşturduğu sahayı çok geniş tutup, erkeğe her şeyi yapma hakkı verip onlara sonsuz güven duymanın mantıksızlığını kavrayın artık... Duyduğunuz sonsuz güveni! boşa çıkarttıklarında ise suçlu olarak kendi hemcinslerinizi görmeyin... Bu tezatlığın farkına varın artık...

İki kişinin yaptığı işin suçu tek tarafa kesilemez. Bir yanlış yapıldığında bunun suçlusunu çevresinde aramak yerine insan ilk önce kendinde sonra da eşinde aramalı...

İç ses: Kadına iş yerime gel tanışalım mutlaka dedim ama onunla konuşmak istemiyorum. Konuşmam gerek, yüzleşmem gerek onuda biliyorum, yoksa o kadın beni hep zan altında bırakacak...
Şu başımı hayırlısıyla bir bağlasaydım... Hayırlısıyla eşimi bir bulsaydım... Böyle saçmalıklarla uğraşmak çok zoruma gidiyor....

27 Temmuz 2009 Pazartesi

Geriye kalan...

Yağlıboya Kadın Tablosu


Sen beni mi sevdin...?
Sende ki beni mi sevdin...?
Sevdin mi ki sahiden beni...?

Bitti bak bir gün daha...
Yaslandı güneş dağın omzuna...
Girdi bir aşık daha
Sevdiğinin koynuna...

Çetelemeyi bıraktım...
Geçen günlerin ardından...
Ardında bensem bana kalan...
Boşa geçip gitmiştir zaman...

Bak bir gün daha başladı...
Güneş dağın omzundan
Kaldırdı başını...
Aşık sevdiğinin koynundan
İstemeyerek de olsa kalktı..

Geçti zaman, yitti mekan..
Ömürden bir gün daha
Yıldız gibi kaydı....
Bu şiir oldu geride kalan..

Haccecan
27.07.2009

19 Temmuz 2009 Pazar

Duygu karmaşası çorbası tarifi....


Hayırlı kandiller hepinize...

Kandilden nasibini alamamış bir kul olmalıyım ki şu an ruh halim çok kötü...

Dualarınızı esirgemeyin benden ne olur...

Yaklaşık 20 ay önce bir beyefendi; bana karşı hissettiği özel duygularını açıklamış, bana aşık olduğunu söylemişti. Terslemedim, gülmedim, dalga geçmedim, medeni ve olgun bir insan gibi duygularını dile getirmesini dinledim. Daha doğrusu okudum. Benim sert ve asla taviz vermeyen tutumumdan da kaynaklanıyor olsa gerek; duygularını yüzüme söyleyecek medeni cesareti kendinde hiç bulamadı. Bilmeden garibimin kalbine girmiş, orada bir ateş yakmıştım. Sonrada onu acılar içinde bırakmışım. Aşkı bilirdim, yaş, kültür, din, dil, ırk gözetmeden okunu biz zavallı insanlara saplardı. Bazen oku iki kişiye birden değil tek kişiye saplar, okun saplandığı kişiyi aşk ateşiyle cayır cayır yakarken diğerine ise hiç bir acı uğramaz, karşısında ki insanın çektiği acılardan bihaber yaşamaya devam ederdi.

Aşk acısı çektiğini belirten arada e-mailler atardı. Bense ona karşı bir şey hissetmediğimi, kendisini anladığımı, hoşgördüğümü ancak elimden bir şey gelmeyeceğini açıkca söylemiştim. Buna rağmen ısrarcı tutumunda devam ettiğinden daha sert tepki vermiş onunla görüşmeme kararı almıştım. Aşkta oyun olmazdı, sevmiyorsam sevmiş numarası yapmazdım, adamı kendi yoluna salmalıydım. Lakin taş gibi olmama, dilsiz gibi davranmama, o yokmuş gibi davranmama rağmen kendi yoluna dönmemiş, benim yolumda ki zor ve çetin mücadele de yara almaya devam etmişti. Geçen gün şu sözleri yazdı bana; "Dünyaya yeniden gelebilseydim, senin düşüncene göre yanlış zamanda ama bana göre değil seninle yeniden tanışsaydım, sana yine aşık olurdum, senin ilgini çekemeyeceğimi bilsemde, sen başka denizlere yelken açsanda seni tanıyalı yaklaşık 20 aydır her gün belki bir ışık yanar Haccecanın kalbinde diye bekledim. Derdimi kimseye anlatamadım. Sizse her türlü yaklaşım kapılarını kapattınız. Çok kararlı davrandınız. Belkide bu karakter sağlamlığı duygularımın bu kadar güçlü olmasına neden oldu. Söyler misin, sana uluşmanın hiç bir yolu yok mu? Ekmek kadar kutsal, güzel. Yönünü batıya değil, doğuya çevirsen... Beni cehennem ateşlerinden kurtarsan olmaz mı? " sorusuna; "aşk oku sadece sizi vurdu, elimden birşey gelmez cevabını" verdim.

Yaşı benden 25 yaş kadar büyük olan bu beyefendiye aşk gözüyle hiç görmedim. Aşık olsaydım yaşını kafama takarmıydım? diye kendime sorduğumda "hayır takmazdım" cevabını veriyorum kendime. İlgi duymadığım, sevmediğim bu beyefendinin bana olan aşkı ise omuzlarıma ayrı bir yük... Sanki yüküm azmış gibi... Kendimi suçlu hissetmeme neden oluyor, bu suçluluk hissi ise ona karşı sinirli ve öfke duymama neden oluyor. İçimde duygu çorbası yaptım, sıcak sıcak içip ağzımı, dilimi yakıyorum... Afiyet olsun bana...

Erken yaşta olgunlaşmanın cezasını çekiyorum... Yaşıtım erkekler bana bebek gibi toy, egosu yüksek, şımarık çocuk gibi geliyor. Kişisel gelişimini tamamlamamış bu çocuklarla! uğraşmayı düşünmek bile yorgun beni daha fazla yoruyor. Yaşıtlarımla konuşmalarımın sonu çoğu zaman tartışma ve kavgayla bitiyor. Ben sığınacak liman ararken, liman olmanın zorluğu, erkeğin kişisel gelişimini tamamlamasını beklemek düşüncesi bile nasılda ağır geliyor bana. Baba şefkatini bulduğum, olgun, konuşmasını, oturmasını - kalkmasını - kendini bilen, karşısında ki insanı yücelten, sahiplenici, açıksözlü, dürüst erkeklerle çok rahat iletişim kurabiliyorum.

Daha önce bir yazımda aşık olduğumu itiraf ettiğim hayal ile kanlı bıçaklı kavgalıyım... Ona çok kızgın ve öfkeliyim... Tabi ki yine hayalimde. Beni oyalıyor ve çok yoruyor. Oyalamasın yormasın... Bu dünyada daha milyonlarca yıl zamanı varmış gibi davranıyor ama benim zamanım yok. Ben bu dünyada misafirim, buraya ait değilim. Ev sahibine yük olmayı sevmeyen bir misafirim hemde.... Sevmiyorsa, sahiplenmeyecekse, aşkı kurallarına göre oynamayacaksa salsın beni yoluma... Çok zeki olmasına rağmen aptal numarası yapıyor, dile getirilmeyen ancak ortada olan her şeyi görmezlikten geliyor. Onu anlayamıyorum, tanıyamıyorum.... Onu anlamaya çalışma çabalarım böyle sonsuza kadar sürmeyecek onu da biliyorum. Böyle sürmesine izin vermem, beni yoluma salmayacaksa kendimi kendi yoluma kendim salarım. Hayat da her işini kendisi yapmış birisi olarak, aşkta bile kimseye minnet etmeyeceğimi rahatlıkla söyleyebilirim. (Hatta bunu daha önce yazmıştım ama nerede?) Çekeceğim acıyı hiç düşünmeden hemde.... (Bunları bilse ne düşünürdü acaba? Bu kız psikopat diye benimle daha konuşmaz da...)

Bu aşk kurallarını kim koyduysa ona da çok kızgınım. Benim sevmediğim insan 20 aydır taş gibi sert ve tepkisiz olmama rağmen bir umutla yaşarken, benim sevdiğim bana bir taş gibi davranıyor... Kaçan kovalanıyor... Bu ne biçim bir kural, ne adaletsiz bir dünya bu yaaaaa....

.....

Kız kardeşimin evlenip evden ayrılmasından sonra çok sevdiğim komşumla avunurum, onunla eskisi gibi derin sohbetler eder, güler eğleniriz diye kendimi avutuyordum. Komşumda cuma günü evlendi. Bu apartmandan taşındı gitti...

Yazları birlikte bir ilde buluşup tatil yaptığım, ne zaman bir araya gelsek gülmekten karnıma ağrılar giren arkadaşımda haftaya evleniyor...

Bunların bana garazi var kesin. Arkadaş değil düşman bunlar... Hepiniz bir ayın içinde evlenmek zorunda mıydınız? Bari birer sene aralıklarla evlenseydiniz de bende bu duruma alışsaydım. Sapların sapı, yalnızların yalnızı gibi hissediyorum kendimi... Ben girmeyeyim de kim girsin depresyona...?

Bugünde bir arkadaşımı taaa Yozgattan istemeye geldiler. Anlaşıp sevdiği gençle evlenme hayalleri kuran arkadaşımın ailesi, damat adayı başka ilden olduğu için pek olumlu yaklaşmıyordu bu isteme olayına ve kızlarını vermeyi düşünmüyorlardı. Arkadaşım bu zor gününde benide yanında görmek istedi. İki düğün yapan Haccecan bu gerginliği iyi bildiğinden arkadaşının zor gününde onu yalnız bırakmadı tabi ki. Bir odaya toplanmış, ağzını bıçak açmayan iki ailenin arasında barış elçiliği yaptım, ortamı yumuşatıp, iki tarafıda sorular sorup konuşturdum. Hemde sohbeti neyle açtım biliyor musunuz? Yeni çıkan tütün yasağı... İki taraftanda sigara içen olduğu için, ortak konularını bulup sohbeti başlattım. Baya sonra gerginlik gitti, iki taraf birbirini tanıyıp, kaynaştı. Orada ki görevim bittiğinde onlarla vedalaşıp evime geldim. Biraz önce ise arkadaşımla tekrar görüştüm, sonuç iyi... Yarın nişanı yapıyorlar.... Şu tütün yasasının iyilikleri saymakla bitmiyor görüyorsunuz....

Cumartesi günü ise arkadaşımın ısrarı sonucu birisiyle tanıştım. Tanışmaz olaydım. Kendime olan güvenimi sarsıyordu bu erkekten bozma odun.... Kaba şey... Bu konuyu sonra yazarım. Uykum geldi...

İç ses: Bu hayal gerçek olmak için uğraşmazsa sonum iyi değil... Hem de hiç iyi değil...

14 Temmuz 2009 Salı

Sürüm Sürüm Sürünün


Önceden yapmayı düşündüğümüz ama katılım yetersizliğiyle iptal edilen tütün eğitimini nihayet bugün yaptık. Kurum çalışanlarına eğitime katılmalarını zorunlu tuttuğum bir resmi yazı yazıp, onları zorla eğitime getirtmiş olsam bile, eğitim genel olarak başarılıydı ve katılımcılar, bizi tebrik ederek toplantı salonundan ayrıldılar. Toplantı salonuna gelenleri bir çikolata ile ödüllendirdik. Bu ödüllendirme fikri benden çıktı. Bay marifete çikolata parasını da cebimden verip onu çikolata almaya gönderdim. Kesme camdan yapılmış şekerliğe çikolataları koyup, her geleni “hoş geldiniz” diyerek çikolataları ikram ettik.
Eğitimin açılış konuşmasını ben yaptım. İlk konuşmaya başladığımda heyecandan bacaklarım ve sesim titredi. Sesimin titrediğini fark ettirmemeye çalıştım ancak fark edilmiş olmalı ki toplantı sonrasında bir bayan sesimin ilk başta titrediğini söyledi.
Kırım Kongo Kanamalı Ateşi (Kene Isırığı) ve Domuz Gribi konularını eğitimden sorumlu ablam, Tütünün zararları ve yeni çıkan tütün yasası hakkında ki konuları ise ben anlattım. Ben iki tane video izletip, aralarda da Denetim ekibinin çalışmaları ve uyulması gereken kurallar hakkında bilgi verdim. 20 yıl kadar sigara içip sonrasında sigarayı bırakan bay marifeti sahneye yanıma alıp onu konuşturdum. Sigara içmeden önce ki sağlık sorunlarından ve sigarayı bıraktıktan sonra ki hayatında ki olumlu değişikliklerden bahsetti. Son videonun sonuna gelmeden bir vatandaş ayağa kalkıp “ bu eğitimi çok başarılı bulduğunu, bizi tebrik ettiğini, sigara içen arkadaşların bu eğitim sonrasında sigarayı bırakmak için karar verip vermediklerini sorduğunda” başka bir vatandaş ayağa kalkarak “ hepinizin önünde söz veriyorum, bu günden itibaren sigara içmiyorum” diyerek cebinden sigarayı çıkartıp sahneye attığında herkes gülmeye başladı ve salonda bir alkış patladı. Ben “başka sigarayı bırakmaya karar veren arkadaşımız var mı? Diye sorduğumda kimin attığını görmediğim bir çakmak daha atıldı sahneye…
Ardından bir çok kişi bu eğitim için bizi tebrik etti, bir çok toplantılarda uyuduklarını ancak bu eğitimi çok faydalı bulduklarını söylediklerinde çok mutlu oldum… Eğitimde gösterdiğim fotoğrafları ve videoları flash belleğine alan bir bayanda oldu.
Perşembe günü tekrar bir eğitim vereceğim. Bu sefer kurumlardan tütün için görevlendirilen kişilere eğitim vereceğim. Bundan sonra ziyaret yaptığımız kahvehane ve kıraathanelere giderken yanımda laptopumu da götürüp halka ve özellikle ev ziyaretlerine gidip kadınlara bu eğitimi yapmayı düşünüyorum. Okullar açıldığında ise öğrencilere eğitim vereceğim. Bunları yapmak zorunda değiliz, gönüllü olarak yaptığım için bu işin bana verdiği haz, bu işte başarısız olduğumda duyduğum üzüntü kadar büyük… Yine büyük oynuyorum!… Ben bunu seviyorum yahu… Bu eğitim güzel geçtiğine göre kendimi ödüllendireyim bari…
Başkanın tütün denetimliği görevinden gönüllü olarak ayrılması o kadar iyi oldu ki… Yapmak istediklerimi kimseye sormadan yapabiliyorum. Ekibin başkanı olarak bay marifet görünse de, saman altından su yürüten, işleri yapan, kararları alan benim. Ekibin başı olarak benim görünmemem ise benim açımdan çok daha iyi… Benden müdür olmaz ama çok iyi bir müdür yardımcısı olur… Ey yetkililer duyun beni, benim gibi çalışkan, azimli, dediğim dedik başka bir yardımcı bulamazsınız, kaçırmayın derim :))
.....

Bu hafta sonu kız kardeşimle eşinin (kardeş çalan) evinde kaldım. Kardeş çalanla ağız kavgalarımızın boyutu gittikçe büyüyor. Kız kardeşimi kardeş çalanla ben paylaşamıyoruz… Kardeş çalan:
-“Kız kardeşinin kimliğinde bile artık benim soy ismim yazıyor. O artık benim” diyerek laflarıyla beni ezmeye, üzmeye, yıkmaya, parçalamaya çalıştığında Haccecan durur mu? Haccecan:
-“Kağıt üstünde kız kardeşim istediğin kadar senin soy ismini alsın. Onun genlerine annem-babam damgasını vurmuş, kardeşimle aynı genleri paylaşıyoruz, sen yokken ben vardım, sen istediğin kadar kağıt parçasını gözüme sok!” cevabını verdiğimde nasıl bozuluyor, o bozulduğunda bende nasıl bir keyif oluşuyor anlatamam.

Ben mutfakta bulaşık yıkarken, mutfağa su içmeye gelen kardeş çalan:
-“Baldız, şu poşetin içinde erik var, yıka da ye” dediğinde Haccecan:
-“”Yıka da ye!” denmez. Bir tabağa koyup, yıkarsın, “hadi baldız buyur ye” diye ikram edersin. Sana nezaketi ve görgüyü öğreteceğim, seni adam edeceğim korkma kardeş çalan!” diye yanıt verip onu nasıl bozdum anlatamam. Kardeş çalan buna karşılık:
-“Seni alacak adamın Allah yardımcısı olsun!” dedi. Haccecan:
-“Beni kimse almayacak, ben satılık mıyım?” cevabını verdim. Sonra yanımda çok durmadı zaten. Onların evine gitmeden önce kardeş çalan kız kardeşime “Baldız gelse de onunla bir uğraşsam” diyormuş. Beni sevdiğinden ve kızdırmak için mi böyle konuşuyor yoksa başka bir sebebi mi var henüz bilmiyorum… Öğreneceğim… Çok yakında!!!!

Esas konuyu yazmayı unutuyordum neredeyse…
Aveaya açtığım mahkemenin ilk duruşması 10 temmuz Cuma günü yapıldı…

Duruşmanın sabahı erkenden gözlerim açıldı... Uyumaya çalışıyorum ama nafile... Sağa dönüyorum "Ben hakime ne diyeceğim?" sorusu aklıma geliyor. Bir hakim olup kırk soru soruyorum kendime bir Haccecan olup kırk soruya kırk farklı cevap veriyorum. "Tamam Haccecan düşünme, daha vakit var uyu biraz diyorum sola dönüyorum bu sefer "Hakim birşey sorarsa ne cevap vereceğim?" sorusu geliyor bu soruya 50 farklı cevap veriyorum. Bu soruları Haccecan sorup Haccecan cevaplıyor... Sorular ve cevaplarıyla uğraşıyorken kalkacağım vakit geliyor, yorgun bir şekilde kalkıyorum yataktan. Wc'ye git, duş al, giyin derken vakit hayli geçiyor. Beni en çok yoran kısım ise giyinme faslı... Mahkemeye çıkacaksın Haccecan aloooo... Geçiyorum ütü masasının başına, gömleği ütülüyorum, tam giyecekken, bu olmadı deyip başka bir tişört ütülüyorum, yok bu da olmadı deyip başka kıyafetler deniyorum. Mahkemeye giderken çiçekli, civil civil, renkgarek mavi bir elbisem vardı onu giydim. Şimdi ne alakaya maydanoz o elbiseyi giymişim diyorum kendime. Ama giydim valla. Kötü ruh halimi kamufle edip, iyi görünmek için bilinç altım bana bu emri verdi galiba. Elbisenin altınada ucuz diye aldığım siyah ayakkabıları giydim. O akşam bende kalan arkadaşımın çantasıda pek hoştu, çanta olarak da onu ödünç aldım. İşte şimdi tamamım!. Arkadaşıma kırk kere soruyorum, "oldumu, yakıştımı?" O onay vermese asla giymem!!. Giydiğim ayakkabılar benim canımı okudu ama. Mahkeme salonuna varmadan ayaklarım su topladı, nasıl canım yanıyor ... Mahkemeden sonra girdim bir markete uyduruk bir terlik aldım. Efil efil, rahat rahat giydim terliği... Şu ayakkabılardan bir yüzüm gülmedi gitti. Kaliteli olsun, ucuz olsun hepsi ayağımın canını okuyor...

İl merkezine mahkemeye giderken yolda kız kardeşim telefonda aradı. "Neredesin abla? Nasılsın, mahkemeye hazırmısın?" diye soruyor. "Yoldayım geliyorum, iyiyim" diyorum ama hiç iyi değilim. Ömrümde ilk defa mahkemeye çıkacağım, boru mu? Kızkardeşim " Bende mahkemeye geleyim mi?" diye soruyor. Bu soruya çok bozuldum fakat hissettirmedim. "Gelmek istersen gel" diyorum, o tekrar soruyor " Sen gelmemi ister misin?" diye tekrar soruyor. Bende gelmek istersen gel, benim zorumla gelmeni istemiyorum" diyorum. "Sen istersen geleceğim" yanıtını veriyor yine... Biz böyle karşılıklı aynı soruları sormaya fakat ısrarla cevaplarını vermemek için inatlaşırken; "Gelmek istemiyorsan gelme" dedim ve telefonu kapattım. Telefonu kapatırken gözlerim sulandı. Son bir ayda kardeşlerimden yediğim kazığın acısı geçmemişken, bu zor günümde "mahkemeye geleyim mi?" diye sorması acayip koydu bana. Tarihe altınla yazılan şu sözler geçti aklımdan... "Sen de mi Bürütüs?" Bu zor günümde "Yanında olmamı ister misin?" diye bir soru sorulur mu yaa? Telefonu kapattıktan sonra kendimi yeryüzünde bir tek ben kalmışım, terk edilmişim ve çok çaresizmişim gibi hissettim. O mahkemeye tek başıma gidecek kuvveti kendimde bulamadım. Kız kardeşimi telefonla aradım ve tükürdüğümü yaladım. Sadece "gellllllll" deyip telefonu kapattım. Mahkemeye beraber gitmek için kız kardeşimin iş yerine gittim.

.....

(Bu arada olanları yazmaya üşendim ama mahkeme öncesi bana en son söylenmesi gereken sözleri herkes yüzüme yüzüme haykırdı. "Kaybedeceksin Haccecan!. ..Seni kimse dinlemeyecek bile.... Bu kadar uğraşman boşuna...." Mahkeme öncesi bu sözleri söylerek bana büyük! destek veren herkese hörmetler. Sizde olmasanız mahkeme öncesi kim benim moralimi bozacak yahu)

Mahkeme salonundayız. 10 dakika oldu hala bekliyoruz. Gür sesli mübaşir arada kapıyı açıp davalı ve davacıların isimlerini bağırıyor. Benim ismim okunmadığından bekliyoruz. Nasılsa mahkeme saatinden 5 dakika önce geldik. Sonra nerden estiyse mahkeme gününün bana bildirildiği kağıdı elime aldım. Kağıdı gören kız kardeşim: "Hani mahkeme saati 10:35'ti. Burada mahkeme saati 10:25 yazıyor" dedi. (O an benim beynimden aşağıya kaynar pekmez döküldü... Birde bu huyum var. Gördüğümü yanlış algılıyorum, kağıda hiç bakma gereği duymadım ama nerden kaldıysa mahkeme saati 10:35 olarak kalmış.) Eyvah!! gördün mü? Mahkeme saatini kaçırdık, benim ismim çoktan okundu ve sıram geçti hakkımı kaybettim. (Bankalarda ki kuyruk gibi düşündüm galiba, bu da mahkeme kuyruğu, sıramı kaybettim işte!) Başlıyorum söylenmeye... "Hak aramak senin neyine Haccecan... Kızkardeşimin iş yerinde bu kadar oyalanırsan olacağı bu işte, ben aptalım, salağım, akılsızım" diye söylenip kendimle kanlı bıçaklı bir savaşa girmişken, kız kardeşim dışarı çıkan mübaşire ismimin okunup okunmadığını sorduğunda gerçek ortaya çıkıyor. Benim sıram geçmemiş. Tekrar beklemeye başlıyoruz.

......

Tam bir saat sonra Haccecanın ismi kıymetli mübaşir tarafından okundu. (İyiki bir saat beklemişiz, o bir saatde sakinleştim, rahatladım, kızkardeşimle karşılıklı espri felan yapıp güldük, kendime geldim biraz)(Duyanda idam kararımın verildiği mahkemeye çıkacağımı sanacak ama napim. Bende böyle panik ve tuhaf bir tür insanım. İdare edin)

İçeriye girdiğimde Aveanın avukatı ile Hakim konuşuyordu. Ben "nerede duracağım, duracak mıyım, oturacak mıyım, elimi nereye koysam?" diye kendimi soru bonbandırmanına tuttuğum zaman herşey olup bitti, ben de birşey anlamadım. Bir ara hakime "benim güvenliğim için anamın kızlık soyismine kadar soran avea iletişim bu yüksek fatura bedeline gelene kadar, bana bir şey sormadılar, beni bilgilendirmediler" dedim; hakim bey ise "sormazlar, sormazlar" deyip bana onay verdi.

Duruşmada verilen kararı açıklıyorum:

Oyun sitesinden kimse gelmediği için oyun sitesinin tam ismini ve adresini araştırıp mahkemeye bildirmem gerekiyor. Aveanın avukatı, ilçe merkezinden değilde ilden mahkemeye başvurduğum için buna itiraz etti. Hakim aveanın avukatının bu itirazını değerlendirip bir karar verecek. Eğer itirazı kabul ederse ben tekrar ilçeden mahkemeye başvuracağım. Duruşma Ekim ayına ertelendi.

Bana yıldırma, bezdirme, pes ettirme politikası uyguladılar ama pes etmek yok!... Onları mahkemede sürüm sürüm süründüreceğim. (Aslında kendimi sürüm sürüm süründürüyorum ama çaktırmayın. Bilinç altıma öyle yutturuyorum)

İç ses: Anammmmm... Huzur nedir bilmeyen yüreğim, sen huzur nedir bilmeyeceksin galiba... Daha yaşayacağın olaylı günlerin başındasın dur hele...

2 Temmuz 2009 Perşembe

Üzüldüklerim üzüleceklerimin habercisiymiş


Dün akşam dert ortağımın evine gittim. Ben düğünde yediğim kazıkları anlatıp rahatlamayı düşünürken, arkadaşım bir haftada yaşadıklarını anlattığında kendi derdime üzülmeyi bırakıp, onların dertlerine üzüldük. Hep de böyle olmuştur. Ben ne zaman derdimden şikayet edecek olsam karşımda ki daha büyük derdinden veryansın eder, derdim gözümde küçük kalır ve ben anlatma gereği bile duymam. Babasının borcu yüzünden evlerine haciz gelecek olan arkadaşım, geçen hafta da büyük bir trafik kazasından ufak hasarlarla kurtulmuşlardı. Babasının borçlandığı adamlar ise belalı ve mafya tipli adamlar. Her an kapılarına dayanacaklar diye evlerinde korkuyla kalıyorlar. Hayatları boyunca babalarından bir fayda görmeyen arkadaşım ve kardeşleri, babalarının kendi başlarına açtığı sorunların bedellerini ödeyerek geçirmişler. Babalarının başlarına açtığı en ufak sorunlara bile artık tahammül edemeyen arkadaşım, babalarına "baba" bile demek istemiyorlar.

Babalık annelik, kavramları gözümde o kadar büyük ki, bir spermi veya bir yumurtayı döllerken ki zevk için anne-baba olanlara belalar-kahırlar okuyorum. Zevk için bir araya gelip annelik-babalıktan haberi olmayan insanları kısırlaştırma kanunu çıkartsın devlet, altına ilk imzayı ben atarım.

Hayatımdan silip attığım! erkek kardeşimi dün telefonla aradım. "Ablamın düğününe gelemedim, bu içime çok oturdu" diye dert yanan kardeşime içimde ne var yok söyledim. "Düğün dernek birlik ve beraberlikle olur. Sevinçleri, mutlulukları olduğu kadar sıkıntı ve kederleri de paylaşırsın. Ne abin, ne sen; bırak destek olmayı hepiniz beni sırtımdan vurdunuz. Erkeğiz diye geçinen sizler benden erkeklik öğrenin. Ya hiç söz verme yada verdiğin sözleri yerine getir. Telefonda ilk ve son kez karşında ağlıyorum, ilk ve son kez gururumu ayaklar altına alıyorum. Zor günlerimde yanımda olmayan, beni sırtımdan vuran, beni arayıp sormayan, kardeşim dediğim seni ve abini artık görmek istemiyorum...." bu ve bunun gibi bir sürü şeyi söyleyip kapattım telefonu. Ardından iki tane mesaj attıp bana şunları yazdı: "Ablacığım benim yaptığım affedilmez, biliyorum. Arayıp sormadım, şimdi sen herşeyi anlatınca dahada iyi anladım. İnsanın kardeşinden bile ... Ablacım şunuda bil senden çok özür dilerim. Tek güvendiğim ve arkamda bildiğim sensin. Kusura bakma. Gerçekten çok özür dilerim. Bana lütfen darılma ablacım. Sende kendini üzme lütfen. Gerekirse burda iki ay daha kalırım, borçlarımızı bitirir öyle gelirim. Çok özür dilerim be abla. Sekiz ay sen bana analık-babalık ettin. Gerçekten özür dilerim"

Bu mesajlarla bütün öfkem bir anda geçti, buzlarım eridi, yüzümde tebessümler belirdi ve kardeşinin düzeleceğini sandım, ta ki bir kaç dakika önceye kadar. Biraz önce iki gün staja gitmediği için stajdan atıldığını öğrendim. Telefonda "hastayım, yatıyorum" diyordu bir kaç gün önce, ancak haber vermeden staja gitmediği için benim odunumu işten çıkartmışlar. Tepki olarak ağladığımı, sızlandığımı sanan sizleri hayal kırıklığına uğratacağım biraz ama olsun. Kahkahalarla güldüm öğrendiğimde... Psikolojim mi bozuldu yoksa artık olaylara üzülmenin boş olduğunu mu anladım bilmiyorum ama kahkahayla gülmek acayip iyi geldi. Artık ne olursa olsun Kemal Sunal'ın Gülen Adam filminde ki gibi herşeye güleceğim. Puahhhhhhh puahhhhhhhhh

Bir baltaya sap olsun diye uğraştığım kardeşimden dün vazgeçmiştim. Aslında gerçekten vazgeçmişim. Artık onunla ilgili bir sorun dahi duymak istemiyorum. Ben üstüme düşen, düşmeyen her şeyi yaptım. Başkasının kanatlarıyla uçulmuyor, kendi kanatlarıyla uçmayı öğretmeye çalıştım. Uçmak istemeyen kuşu zorla kimse uçuramaz. Benden bu kadar...

İç ses: Bu salak odunum oralarda napacak şimdi? Sırada ne var peki? Hey dertler size diyorum!! Erkekseniz teker teker gelin.
Diğer iç ses: Ne gülmesi be! ne gülmesi... içim kan ağlıyor...