Görev Beni Çağırıyor... Seni de...

31 Aralık 2008 Çarşamba

Yeni Yılda Eskiyecek....


Bugün öğle yemeği için merdivenlerden inerken doktorumuz "Afiyet olsun Çarli ve Melekleri" dedi. Yanımda staj yapan öğrencilerime böyle hitap ettiğimi bir tek bloguma yazmıştım. "Nereden çıktı bu hocam?" diye sorduğumda, "Çarli ve melekleri gibisiniz baksana" dedi. Acaba bloğumu okuyor mu? diye kurtlandım. Okuyorsanız bir yorum yazın hocam!!! Okuyorsanız kimseye söylemeyin blog yazdığımı. Ne var ne yok yazıyorum buraya. Rezil rüsva olurum valla....
"Dün öğle arası eve gittiğimde sıcak odada hazır sofraya kuruldum. Yemek yerken de televizyon izledik. TRT haberlerinde bir teröristin ifadelerine yer verdiler. Terörist ifadesinde; "Kürt meselesi olarak girdiğimiz ve eğitimlerimizde hep bağımsız Kürt devleti kurmayı hedeflediğimiz örgütte Ermenilerin oluşundan kimsenin haberi olmazdı. Şemdin Sakık başta bize, 'Örgütte tek bir Ermeni yok. Bu sadece Kürt meselesidir. Kürdistan'ı kurma çabalarıdır' diyordu. Bizleri kandırıyordu. Girdiğimiz bazı çatışmalarda öldürülen arkadaşlarımıza baktığımızda çoğunun sünnetsiz olduğunu gördük. Tuttukları günlük ve not defterlerine de baktığımızda tamamı Ermenice yazılan yazılardı. Şemdin Sakık ve komutanlara söylediğimizde ise, 'Kimse eğer içimizde Ermeni olduğunu duyarsa sizleri öldürürüz' diye tehdit ettiler bizi. En çok üzerinde durdukları konu ise örgüte yeni katılan elemanların kesinlikle örgüt içerisinde faaliyet gösteren Ermenilerin olduğunu duymamalarıydı. Bu konuda uyarılırdık." Haberin ayrıntılarına, şuradan ulaşabilirsiniz.
Ermeni Soykırımı için özür dilediğimiz! şu günlerde Ermenilerin yaptıklarına bak hele. Bak hele dönen oyunlara. Bak hele hainliğe, kalleşliğe, adiliğe...
Oyunu oynayanlara çok görmüyorum, ne de olsa bu oyun çok oynandı. Ben, Türk, Kürt, Alevi, Sunni diye aramıza fesat sokup bizi birbirimize kırdıran düşmanların oyununu göremeyenlere kızıyorum. Aklını kullanıp, araştırmak, okumak, kendini geliştirmek için uğraşmayıp, başkalarının! akıllarıyla hareket eden akıllılara! kızıyorum. Çok kızıyorum çok...
Şu anda da bir soykırım yaşanıyor. Filistin de Gazze şehrinin tepesine bombalar yağıyor. Ermeni Soykırımı diye tepemize dikilen ülkeler hani nerede? Hani ABD, hani Avrupa Birliği, hani medeniyet, hani insan hakları?
Hani? Hani? Hani?
Ermeni Soykırımı diye Ermenilerden özür dileyen akıllılar! çok yakında dağda askerimizle çatışmaya girip öldürülen teröristler içinde soykırım iddasında bulunup özür dilerlerse hiç şaşmayacağım. Nede olsa öldürülenlerin bir çoğu zaten Ermeniymiş!!!
....
Koskoca yıl diyemeceğim 2008 yılı; son demlerini yaşıyor. Koskoca olan sene gözümü açıp kapatmayla geçti. Diğer yıllarda olduğu gibi 2008 yılı da nasıl geçti anlamadım. 2008 yılına dair hafızamda kalanların bir çoğu ise acı şeyler. İnsanların birbirini öldürdüğü, masumların çığlıklarının göklere vardığı, açlıkla yoksuklukla, fakirlikle, nefretle, dedikodu ve boş işlerle uğraştığımız küçücük bir yıldı. İnsanlık adına bir şeyler yapabilseydik küçücük yıl kocaman bir yıl olacaktı. Gözümde küçücük, çabuk geçen ve çabuk geçmesini istediğim bir yıldı. Kırgınlıklarımla, hesaplaşmalarımla, çatışmalarımla, isyanlarımla, haykırışlarımla geçti. Bu sessiz yakarışlarımı bir tek siz gördünüz... Yüzünüzü, bedeninizi göremediğim ama ruhlarınızı kendime çok yakın bulduğum dostlarım benim. 2008 yılının bana en büyük kazancı bloğum, dolayısıyla bana kazandırdığı kocaman yürekli dostlarım oldu.
2008 yılında sadece çatışmalar yaşamadım, her gün yaşadığım olaylara birebir tanık oldunuz. Mutluluklarıma, sevinçlerime, heyecanlarıma, kendimi yavaş yavaş tanımama ve tanımlamama da tanık oldunuz...
Bir gün yolda giderken; yolumun üstünde büyük bir kayaya rastladım. Kayanın üstünden atlayıp yoluma devam etmek geldi aklıma. Ama "olmaz" dedim. Döndüm, binbir zahmetle kayayı yolun ortasından kaldırıp, "diğer yolcular rahat geçsin" dedim. Bir de ne göreyim kayanın altında bir kese, kesenin içinde ise birbirinden değerli altın paralar buldum. Blog arkadaşlarım, siz "hayat" yolunda ilerlerken değerine paha biçemediğim altın dostlarımsınız... Sizi okumak, hissetmek, sizinle gülmek, ağlamak benim için çok keyif verici. Hepinizin yeni yılını kutluyorum. Yeni yılın hepinize sağlık, mutluluk, huzur getirmesini canı gönülden istiyorum. İyiki varsınız...


30 Aralık 2008 Salı

İyi bir koca satın alınmaz ki...

donald zolan tablosu

Pazartesi akşamı işten izin alıp, arkadaşımla sinemaya gittik. Ben il merkezine vardığımda arkadaşım sinema biletlerini almıştı. Fatih Ürek'in filmi... "Şeytanın Papucu". "Sarışın ve Aptal kadın" konusu bir çok filmde olduğu gibi bu filmde de gözümüze sokuldu. Göğüs dekoltesi olan, yolda yürürken uzun eteğini sallaya sallaya yürüyerek göstermediği yeri kalmayan saf, masum mahalle kızı! üstüne üstlük üvey annesi tarafından ev işlerinde zorla çalıştırılmakta, babası da ona dışarı çıkmaması için büyük bir baskı uygulamaktaydı. Vah! zavallım... Zavallı mahalle kızına üzülmekten komedi filminde hiç gülemedim. Filmi beğenmedim... Filmde verilmesi gereken bir sosyal mesaj, mizah, heyecan göremedim. Sinema salonu boştu. Arkadaki bir kaç abaza belden aşağı esprilerde kahkalardan yerlere yatıp kalktı o kadar. Onlar adına sevindim, hiç değilse verdikleri paraya değdi de güldüler... Dini koz olarak kullanarak insanları sömüren insanlara bende karşıyım fakat dini sömüren insanlarla dalga geçicem diye samimi olarak dinini yaşayan insanların suistimal edilmesine ve dinle dalga geçilmesini de hoş göremiyorum. Arada hassas bir terazi olması, dengenin sağlanması gerek. Bu filmde bu dengeden eser göremedim... Arkadaşım bileti almamış olsaydı filme gitmezdim. Ama gidip izlemiş oldum bir kere... Filmi izledikten sonra kafama şöyle bir soru takıldı. Sorum şu:
Herşey kadının bacağında, göğüsünde, bacak arasında mı bitiyor? Erkekler eğer kadını cinsel obje olarak görüyorlarsa bunun nedeni sizce iletişim araçları mı yoksa erkeğin yaratılışından kaynaklanan bir durum mu?
Filmi izlediğimiz salonun yanında ki salonda ise "Issız Adam" oynuyordu. Salon tıklım tıklımdı. "Issız adam" hala büyük ilgi görüyor. Arkadaşımda "ıssız adam" filmini çok beğendiğini söyledi. Issız adam filmi hakkında arkadaşıma şu soruyu sordum.
-"Film bence güzeldi, günümüz ilişkilerini anlatıyordu. Fakat filmin başında ki -bana göre sapıklık olan- çok kişiyle yapılan cinsellik görüntülerini kimse yadırgamadı. Sapık adam, ıssız adam olarak gönüllerimize girdi. Bu kabul edilebilir bir durum olmuş da benim mi haberim yok, ben geri kafalı mı kaldım?"
Büyük şehirde doğmuş, büyümüş, bana göre daha geniş düşünen ve her konu da daha rahat davranan arkadaşım da burada benim gibi kendini yalnız ve diğerlerinden farklı hissediyor. İkimizde diğerlerinden farklı olduğumuz için aramızda bir samimiyet oluştu. Diğerlerinden farklı olan biz, birbirimizden de farklı olduğumuzu anlıyoruz. Ama şu var. Farklılıklarımızı birbirimize karşı savaş malzemesi olarak kullanmıyoruz, farklılıklarımızla birbirimizi kabul ediyoruz ve birbirimize saygı duyuyoruz. Saygı duyduğunda sevgi ardından istesenizde istemesenizde geliyor. Farklılıklarla dünyanın güzel olduğunun farkına varmalıyız.
Sinemadan sonra dışarda bir şeyler yedik arkadaşımın arkadaşları bizi arkadaşımın evine bıraktı. (Cümleye bak) Sabah kalktığımızda her yer karın altındaydı. Arabalar arka arkaya sıralanmış, yol alamıyorlardı. Kaygan zemin ilerlemelerine engel oluyordu. Bizde arkadaşımla düştük yollara. Kar lapa lapa yağıyorken, birde düşmemek için kol kola girmiş ilerlemeye çalışıyoruz. Yanımızdan geçen bir kaç üniversite öğrencisi ise kaygan zemine aldırmadan koşar adımlarla ilerliyor. "Patt" diye bir ses duyuyoruz, bakıyoruz öğrencilerden bir tanesi yere düşmüş. Kendisini toparlamaya çalışırken, arkadaşları kahkahalara boğuluyor. Aynı şey başıma gelmesin diye ben gülemiyorum (asla dediğim ne varsa oldu, neye güldüysem aynı konuda gülündüm), gülen arkadaşıma ise:
-"Gülme komşuna gelir başına." diyorum. Arkadaşım "düşen kendiside olsa gülmeden duramayacağını" söyleyip, salıveriyor kahkahalarını. Bir kaç adım attıktan sonra düşen üniversite öğrencisi tekrar düşüyor. Bu sefer yolun ortasında mahsur kalan arabanın başında bekleyen adamlar ona yardım edip kaldırıyor yerden. Çocuk ilerleyen arkadaşlarının peşinde daha da hızlanarak ilerlemeye çalışıyor. Onlara yaklaştığında "pattt" diye yere yeniden kapaklanıyor. Artık bende duramıyorum ve basıyorum kahkahayı. Çocuk düşe kalka yol aldı.
Kar bütün karalıkları ve çirkinlikleri beyazlığıyla kapladığından etraf çok güzel görünüyordu. "İşe zaten geç kaldık, bari keyfini çıkartalım" diyerek fotoğraf çekinmeye başlıyoruz. Yarım saatten fazla yol yürüdükten sonra, yanımızda duran arkası açık kamyonetin arkasına doluşuyoruz. Mesaiye ve okuluna geç kalmış yurdum insanıyla başımıza beyaz karlar yağa yağa , kaygan virajlarda dua ede ede kamyonetin arkasında ilerliyoruz. Servise bineceğimiz yere geldiğimizde bizi bırakan adama teşekkür edip, tekrar araba beklemeye başlıyoruz.
Hergün iki- üç vasıta değiştirip işine gitmek zorunda olan insanların işi çok zor.Allah yardımcıları olsun. Zor ama bir o kadar eğlenceli, maceralı salı sabahı işe gelişim Haccecan'ın tarihinde yerini aldı.
Haftasonu yayla gezisinde de telefonla konuşan Kemal amcam, yoldan çıktı ve kara saplandı. Yurdum insanı yardım etmeseydi orda daha çok beklerdik. Bu hafta baya karla uğraştık.
...
Erkek kardeşimin okulu geçen cuma tatil oldu. Evde bilgisayar başında ki yerini aldı. Haftasonu elektriklerin ardı ardına gidip gelmesi üzerine Adsl cihazı arızalandı. İnternete bağlanamayan kardeşim sıkıntıdan patladığını söylüyor. Adsl cihazını tamir ettirmek için para istedi benden. Bu ay Kurban Bayramından önce maaşları aldığımız için mali kriz içerisindeydik. Beraber evden çıktık arkadaşımın evine gittik. Ondan borç alıp erkek kardeşime verdim. Parayı aldıktan sonra mahcubiyetle karışık sevinci gözlerinden okunan kardeşim:
-"Abla.. Şimdi bu söyleyeceklerim sana palavra gibi gelecek ama!... Sen evleneceğin zaman bütün düğün masraflarını ben karşılayacağım." dedi. Bu lafıyla hafif bir şaşkınlık, büyük bir mutluluk yaşadım. Yüzüme belli belirsiz bir tebessüm oturdu. Ben ise:
-"Ben senden hiç bir şey istemiyorum. Oku ve kendi ayaklarının üstünde dur, kimseye muhtaç olma. Helal para kazanıp, vatana, millete, annene, babana hayırlı bir insan ol" dedim. Erkek kardeşim:
-"Biliyorum benden bir şey istemediğini. Ama ben yine de bütün düğün masraflarını karşılamak istiyorum." dedi. Artık mutluluğumu içime hapsedemedim başladım gülmeye. Karayel rüzgarı içime işliyor, karlar yüzüme çarpıyor, ayağımın ıslandığını farkediyorum ama üşümüyorum. Bir söz insanı bu kadar mı mutlu eder, bu kadar mı dış etkenlere karşı çelik gibi güçlü yapıp, dışarda kar yağarken yüreğine bahar yağmurları yağdırır. Mutluluğumun en üst seviyesinde birden hırslanıyorum, öfkeleniyorum. Erkek kardeşime:
-"Benim için düğün masrafları önemli değil, benim için iyi bir eş, iyi bir baba bulmak önemli. Sen alabilirsen iyi bir koca al bana. Ama o da satın alınmaz ki..."
Erkek kardeşim büyümeye başlıyor dostlar. Büyüyor... İnce düşünmeye, hassaslaşmaya, sorumluluk almaya başlıyor. Darısı diğer gençlere, diğer bedeni büyük, ruhu ve aklı küçük insanlara...

26 Aralık 2008 Cuma

Abla olmak!...

Annemin ifadesine göre öğleden sonra dünyaya gelmişim ben. "Canını çok yaktın mı?" diye dönüp sorsam mı diye aklımdan bir an geçirdim sonra vazgeçtim. "Kadın doğururken canı yanmız mı ya? Böyle saçma bir soru olur mu?" diye düşünüyorum. Karnının içinde bir canlıyı 9 ay 10 günlük bir süre karnında taşı... Vakti geldiğinde de bu canlı seni bağırta bağırta gelsin dünyaya...
İlk doğum olayını liseye giderken görmüştüm. Hastanede staj yapıyorduk. Kadın-Doğum servisine gitmiştim. Neden gittiğimi şu an hatırlamıyorum. Karanlık, izbe, kuytu köşe gibi bir hastane koridoru. Belki güzel bir koridordu ama ama kadınların doğururken attığı çığlıklar, inleme sesleri, hastanenin kendine has mide kaldıran kokusu güzelim servisi gözümde nemrut, çirkin, kötü, kuytu bir yere çevirmişti.
Servise gittiğimde ebelerin oturduğu odaya yöneldim. Ebelerin odasının yan tarafında ise bir kapı ve bu kapının açıldığı bir doğum odası var. Bu odada ebelerin "çatal" diye isimlendikleri doğum masasının üstünde ise bir kadın bacakları havada - açık bir vaziyette yatıyor. Masanın altında ise mavi renk bir leğen var. Tam doğum anı... Bebek dünyaya gelmek için , anne ise çocuğu dünyaya getirmek için uğraşıyor. Kadın, ıkınıyor, ıkınıyor, ıkınıyor... Bazen çığlık atıyor, gözlerinden yaşlar boşalıyor. Her halinden acı çektiği belli. Bebeğin başı görünüyor. Daha fazla ıkınması söyleniyor kadına. Daha önce filmlerden izlediğim doğum olayına hiç benzemiyor. Filmlerde işin içinde biraz komedi vardı tebessümle izliyorduk. Kadınlar mahsustan iki çığlık atıp doğuruyorlardı, biz ne kan görüyorduk ne de sahici çığlıkları duyuyorduk. Gerçek doğumda ise ne duygusallık, ne mizah, ne espri, ne de tertemiz çarşaflar var. Kadın; en savunmasız, en mahrem haliyle herkesin ortasında öylece yatıyor ve ıkınıp, çığlık atıyor. Öylece ortada durmuş kadına ağzım açık bakıyorum. Orda ki ebeler için bu manzara o kadar normal ki... Orada bulunmamı kimse yadırgamıyor. Kadın orada çığlıklar atarken ebe anneler ise bana nasihat veriyorlar.
-"Kocaya gittiğinizde olacakları görün işte. Hele kocaya kaçanların ise hiç aklı yok!... Aşık olup düşüyorlar herifin peşine. Sonra aileleri de kıza destek çıkmıyor. Bu hastane köşelerinde tek başlarına bağırıyorlar." Ben tırsıyorum, korkuyorum. "Kocaya kaçmak mı? Aşık olmak mı? Tövbe Allah'ım tövbe. Ben asla evlenmeyeceğim" diye kendime sözler veriyorum. "Hele kocaya kaçmak gibi bir aptallık asla yapmam, ben doğururken annem yanımda olsun istiyorum."
Annene "beni doğururken çok acı çektin mi?" sorusunu sorma gafletinde bulunmadıysan işte cevabı bu...
Aslında bu yazıyla anlatmak istediğim başkaydı. Anlatmak istediğim konuyu tekrar anlatmaya çalışayım. Ben bir öğleden sonra doğmuşum. Günlerden perşembe imiş. Annem beni doğururken eminim hiç acı çekmemiştir!... Çektiysede hoş görmüştür. Acı ve zorlukla elde ettiğini daha çok seviyorsun ve daha çok bağlanıyorsun ya. O yüzden anneler evlatlarını seviyordur belkide..Allah acı ile sevgi arasında sıkı bir bağ kurmuş. (Biliyorum ikisi aynı şey değil ama ikisi arasında bir bağ yok demeyin bana!...) Verdiği hediye ile hayata bağlanıyorsun. Anne olan bütün arkadaşlarım bebeklerini ellerine aldıklarında bütün acılarını unuttuklarını!.. söylüyorlar. Ne derece doğru bilmiyorum. Ben onların yalancısıyım. Bir gün doğurursam kendi tecrübelerimi de yazarım.
Ben doğduktan bir sene bir ay geçtikten sonra ise anamın sütünü doya doya içemeden kızkardeşim gelmiş dünyaya. Bir gün kız kardeşimin üstüne çıkıp onun ağzında ki yalancı emziği çıkartmaya çalışırken onu boğuyormuşum neredeyse. Şimdi bunu gülerek anlatıyoruz ama aslında bu bir trajedi. Bu trajedinin başrol oyuncusu ise benim. Ben anneme, onun sütüne, onun kokusuna doyamadan ortaya bir ortak çıkıyor. Bu ortak benden sonra gelmesine rağmen şirketin (yani annemin) %70 hissesi onun, %30 hissesi ise benim oluyor. Bir de üstüme evin en büyük kızı, abla olma sorumluluğu biniyor. "Bu sorumluluğu istermisin?" diye kimse bana sormuyor tabiki tıpkı anneme "Evlenmek istiyormusun? Çocuk doğurmak istiyor musun?" sorularını sormadıkları gibi....
Kardeşim benden bir yaş küçük olmasına rağmen bana hep "abla" dedi. Bir kere "Haccecan" demiş bana, büyüklerin hepsi "hıı Haccecan değil abla diyeceksin" dediklerinde ismimi bir daha onun ağzından duymadım. Ben artık ablaydım!... Küçükken "abla" demesi acayip gururumu okşardı. Sadece kızkardeşim de değil, onun sınıfındakiler de bana "abla" derdi. Düşünsenize bir yaş küçükler size " abla" diyor!...
Orta yaşa yavaş yavaş geldiğim için bu durumdan biraz gocunmaya başladım. Bir kafeterya da yaşıtlarım bana "abla" deyince "dumur" oluyorum ister istemez. Hele etrafta karşı cinsten birileri varsa!... "Bana artık abla demeyin" diye uyardığım kardeşlerim!.. "Ya Haccecan abla alışmışız bir kere, sana Haccecan diyemiyorum" diyorlar. Şimdi ki aklım olsa kimseye "abla" dedirtmezdim. Şu yaşıma geldim ne ablalıktan nede ablalığın omuzlarıma yüklediği sorumluluktan kurtulabildim.
Küçük Emrah modunda değilim şu an. Gayet dik oturuyorum bilgisayarın başında. (Laptopumu sandalyenin üstüne koydum, yerde ise ben oturuyorum. Gayet gururlu ve mağrur bir oturuş yani!...)
Bizim toplumumuza mahsus herhalde. Kardeşlerden önce davranıp dünyaya gelen sensen yandın!!... Hiç doğma veya elindeyse geç doğ..
.....
Bugünün son konusunuda yazayımda sende rahatla bende. Geç oldu yatacam!.. Yazdan beridir çöpe atılacak kağıtları bir poşette biriktiyorum. Evim sobalıya, sobayı yakarken tutuşturmak için kağıt lazım oluyor. Evde ve işte ne kadar naylon, kağıt, plastik.... yanacak ne varsa atmayıp odunlukta biriktiyoruz. İşte ki kağıtları koyduğum poşet ağzına kadar doldu. Ufacık bir kağıt da koysan sığmayacak hale gelmişti. Her gün işten akşam 5'te çıkıyorum. Sabahları mesaiye geç çıktığımdan vijdan yapıp, bari akşamları tam saatinde çıkayım diyorum. Saat 5'te ortalıklarda in cin top oynuyor. Herkes 10-15 dakika öncesinden kayıplara karışıyor. Ben yine her zamanki saatde -kağıt dolu koca siyah poşetide elime alarak- işten çıkıyorum. Elimde o poşetle görünmek istemiyorum çünkü herkes meraklı gözlerle bakıp "o ne?" diye soracak. Kim uğraşacak akşam akşam bu sorulara cevap vermekle?!.. O da ne...! Normal mesai saatinde görmediğim kadar insanla karşılaşıyorum merdivenlerde.. Herkes yüzüme bakmadan elimde ki koca poşete bakıyor. Kırk kişiye hesap vererek o kağıtları getirdim eve. Kağıtlar odunlukta ki yerlerini aldı, yakılmayı bekliyor.
Burdan sosyal bir mesaj çıkartmaya çalışacağım şimdi. Geri dönüşümü olan çöpler ayrılmadan atıldığı için çevreyi daha çok kirletmekteyiz ve daha hızlı yok etmekteyiz. Birey olarak düşündüm ki, sobamı tutuşturmak için çıra, gazete almak yerine, yakılabilecek kağıtları atmak yerine onları biriktirip değerlendireyim... Nasıl düşünmüşüm?
Umarım önümüzde ki belediye seçimlerinde daha bilinçli daha çevreye duyarlı bir başkan başımıza geçerde çöp sorununu halleder.

Gözünüz kaç megapiksel?


Günlük hayatta "vay be, adamın cep telefonunun kamerası 2.0 MP" ya da ""bende bir makine var 12 MP" gibi sözler duyarız ve "vay be, teknoloji nerelere kadar geldi" deriz. Hatta bazen "ya bu kamera benim gözümle gördüğümden de net çıkarıyor görüntüleri" dediğimiz bile olur. İşin aslını yapılan araştırmalar gösteriyor ve vücudumuzun günümüz teknolojisinin ne kadar ilerisinde olduğunu ortaya koyuyor. Gözümüz tek bir taslak üzerinde kurgulanmış anlık çekimleri yakalayan bir fotoğraf makinesi değildir. Daha çok bir video silsilesine benzemektedir. Gözümüz, küçük açılarla, anlık hareket eder ve etrafımızdaki detayları beyne yansıtmak için sürekli kendisini günceller. Ayrıca iki tane gözümüz vardır ve beynimiz, çözünürlüğü daha da arttırmak için her iki gözden gelen sinyalleri toplamaktadır. Daha fazla bilgi toplamak için de haliyle gözümüzü, gördüğümüz şeyin etrafında hareket ettiririz. Bu nedenlerden dolayı, göz ve beyin birlikteliği, retinadaki foto-alıcıların sayıca fazlalığı sayesinde, bir makinede olabileceğinden çok daha yüksek çözünürlükte veriler elde etmemizi sağlar. Aşağıda verilen eşdeğer megapiksel değerler, insan gözünün bir manzarayı ne kadar netlikte gördüğünü açıklayan bilimsel bir detaydır. Yukarıdaki insan gözünün çözünürlüğünü sağlamaya neden olan veriler ışığında, şimdi önce küçük bir örnekle başlayalım: Şimdi önünüzde 90 a 90 derecelik açıda (gözümüzün açıları yani) bir görüntünün olduğunu farz edelim, aynen pencereden dışarıdaki bir manzarayı seyredermiş gibi. Bu durumda piksel sayıları ortalama bir göz için:
90 derece x 60 arc-dakika/derece x 1/0.3 x 90 x 60 x 1/0.3 = 324,000,000 piksel (324 megapiksel) olur.
Gerçekte her an bu kadar çok çözünürlük elde etmiyoruz, ama gözümüz bir manzarada istediğiniz tüm detayları görmenize olanak sağlamak için sürekli istediğiniz detayın etrafında hareket eder. Ama insan gözü, bu açıdan çok daha fazla bir açı görür ki bu da 180 dereceye yakındır.Biraz küçük düşünüp 120 derecelik bir açıyla bakabildiğimizi varsayacak olsak bile:
120 x 120 x 60 x 60 / (0.3 x 0.3) = 576 megapiksel verisini elde ederiz.
İnsan gözünün görebileceği gerçek açı değeri şüphesiz ki çok daha fazla çözünürlüğe tekabül eder. Bu yapıdaki (çözünürlükteki) bir veriyi kaydetmek içinse, çok fazla alana kayıt imkanı sağlayabilecek kadar gelişmiş bir kamera olması lazım. Şimdi teorik bilgiyi bir kenara bırakıp , sözün özünü aktaracak olursak;
Pencere gibi sınırları olan bir alandan dışarıya baktığınızda gördüğünüz manzara, beyninizde 324 megapiksele eşdeğer olarak yer alıyor. Eğer görüntünüzü engelleyecek bir maniniz yoksa, 576 megapiksel. Böyle bir teknoloji harikası olan gözünüze özenle bakın ve rabbinize şükretmeyi ihmal etmeyin
Alıntı

25 Aralık 2008 Perşembe

Kısıtlı sorumluyum....


Kadın Erkek Eşitliğiyle oluşturulan bir işin sorumlusu oldum. İstemeye istemeye...Kadın - erkek eşitliğiyle ilgili kurumda ki çalışmaları ben yürüteceğim. Bütün gaydırıhopba işler gibi bu işinde -sorumlulukları kısıtlı- sorumlusuyum. Bu çalışmalar kağıt üstünde yürüyecek tabi ki.
Sinopta bir memur arkadaş, Kaymakamlığa dilekçe vermiş. Dilekçesinde ise "kendisini geliştirmek için başka bir kurumda geçici olarak görevlendirilmesini istediğini arz etmiş" Kaymakam bey ise "bende bakan olmak istiyorum ama olamıyorum" tarzında cevap yazmış. Kaymakam beyin bu cevabına yönelik bir sürü tepki görmüş Kaymakamımız. Söylenenleri bire bir yazamasamda bu anlama gelen diyalog yaşanmış aralarında. Olaya Kaymakam beyin açısından bakarsak; " Mülkü amir olan Kaymakamlar bile sorumluluklarının kısıtlı olmasından ve ideallerine ulaşamamaktan şikayetçi. Memurun açısından bakarsak " sorumlulukları kısıtlı, ideallerine ulaşamayan mülkü amir de memurun kendisini geliştirmesine, ideallerine ulaşmasını engellemekte!.."
Engelliyoruz... Bir adım öteye gidemiyorsak; çevremizde, sağımızda, solumuzda, altımızda, üstümüzde kim varsa onlarında bir adım öteye gitmesini istemiyoruz. Kısıtlı sorumluluklarımızla dünyanın sorumlusuymuş gibi davranıp; sorumluluk hissedenlerin sorumluluklarını da kısıtlıyoruz. Bu ben merkezcilik, bencilliğin zararını ise hepimiz ödüyoruz. Sonuç olarak; yürüyüş standının üstündeymişiz gibi yürüyoruz. Aslında çok yoruluyoz, çok çaba sarfediyoruz ama bir adım bile atamıyoruz, olduğumuz yerde sayıyoruz...
Dün merkeze kurumun aracıyla gittik. Aracımız dolmuş gibi kim var kim yoksa topladı. Beni arabanın ön tarafına oturttular. "Cat" dedikleri arabalar varya bizde görevli araç ondan. Bagajda iki kişi, arkada dört kişi, önde şoför ve ben oturduk. Bayan olmanın çoğu zaman dezavantajı olmasına rağmen bu gibi durumlarda "Haccecan Hanım olarak" önde ki yerimi alıyorum. Öne oturtmasalar adamların içinde rahat bir yolculuk geçiremeyeceğim kesin tabi. Tın tın yollara düşüyoruz.
İşlerimi hallettikten sonra arkadaşlardan ayrılıyorum. Merkeze gelmişim hemen dönermiyim geri. İl merkezine gittiğim zaman kendimi daha özgür hissediyorum. Kimsenin beni tanımaması üzerimde ki baskıyı hafifletiyor. Yolda yanımdan geçen erkekler bakışlarıyla yemiyorlar, benide kendileri gibi görüyorlar veya beni olağan karşılıyorlar. Yürüyorum sokakta. Kazık yediğim çizmeler ise ayağımda. Topuğu çok yüksek olmasada yürürken beni rahatsız ediyor. En ufak bir topuk bile apartmanın tepesindeymişim hissini uyandırıyor bende. Babet ayakkabıları moda yapanlara hayır dua edenlerdenim, anlayın o kadar yani. "Bu topuklu ayakkabıları icat edenlerin aklına şaşayım" diye kafamdan geçiriyorum. Ama topuklu ayakkabının yürürken çıkarttığı ses kendimi podyumda yürüyormuş gibi hissettiriyor. Bir özgüven, bir dünyanın en güzel kadını havası ki...Üfleseler uçacağım. Kızkardeşimin iş yerine vardığım zaman kızkardeşimi telefonla arıyorum. Haccecan:
-"İş yerinin tam karşısındayım, yanına geliyorum ama ben birşey farkettim." Kızkardeşim:
-"Ne farkettin?" Haccecan:
-"Üzerimde senin kabanın, senin eteğin ve kulağımdada senin küpelerin var. Arkadaşların beni senin kıyafetlerinde görecekler. Sorun olmaz değil mi?" Kızkardeşim:
-"Ne sorunu olacak? Kardeşiz biz." diyor. Ben çok rahatlıyorum, o "benim kıyafetlerini giymişsin, gelme" deseydi kızkardeşim işten çıkana kadar vakit geçirecek yer bulamazdım. Yönünü kaybetmiş yunuslar gibi ortalıkta dolanacaktım. (Neden yönünü kaybetmiş, neden yunus bilmiyorum. Alakayı siz kurun) Haccecan:
-"Tamam geliyorum. Beni kapıda karşılayın, kapıyada kırmızı halı serin" diyorum. Onun odasına çıktığım zaman kızkardeşim ve mesai arkadaşı beni kapıda karşılıyorlar. Bir keyifleniyorum, bir gülüyorum ki sormayın. İlgi ve alaka açlığı çok çektiğimden olsa gerek azcık bir ilgi görmeye gelmeyeyim keyiften dört köşe oluyorum.
Kızkardeşimin mesai saati dolduktan sonra meydana geçiyoruz. Yanımızda kızkardeşimin mesai arkadaşlarından x ablada var. Doğum yapan arkadaşına hediyeler alıyoruz. Sabahtan akşama kadar yürüsem bir şey olmayan bana iki dükkan gezdikten sonra bir haller oluyor. Topuklu çizmelerimi ayağımdan çıkartıp fırlatasım geliyor. Sonra hala taksitlerini ödemediğimi hatırlayıp bu hayalimden vazgeçiyorum. Ama nasıl bir yorgunluk. Sanki sırtıma eşşek ölüsünü yük vermişler.
x ablanın telefonu çalıyor. Çocukları evden çağırıyor.
-"Anne biz açız, nerdesin?" x abla:
-"Çarşıdayım, işlerim var. Ocakta ki yemekleri ısıtıp yiyin." Çocuklar:
-"Biz onları yemeyiz." x abla telefonda çocuklara kızıp telefonu kapatıyor, bizede " gitmek zorunda olduğunu, çocuklarının çağırdığını, çocukların yaptığı yemekleri beğenmediklerini, halbu ki gittiğinde aynı yemekleri ısıtıp önlerine koyacağını" söylüyor. Kızkardeşim:
-Git bari, onlar senin ısıttığın yemeği, kurduğun hazır sofrada yemek yemek istiyorlar." diyor. Ben ise:
-"Annesin sen ya... Çağırdıklarında bak duramadın hemen gidiyorsun." diyorum. Giderkende bir sarılıyorum sanırsınız bir daha görmeyeceğim.
Verdiğimiz cevaplar arasında ki farka bakarmısın. Kızkardeşim o olay hakkında cevap veriyor ben ise genelleme yapıp cevap veriyorum. Bu cevabım ise duygusallık yüklü. Kadına "sen annesin" diyorum. Sanki o anne olduğunu bilmiyor. Her olay karşısında böyle genelleme yapma huyum var. Bu genelleme yapma huyum yüzünden ise olayla bağlantılı konuşmadığım için boş konuştuğumu düşünüyorum. Bu konuda bir eleştiri almadım henüz, bunlar kendi eleştirilerim kendimi..
Yeni doğan yavrucağa güzel hediyeler alıyoruz. Seçenekler çok fazla, herşey satılmak için yapılmış. Seçmemiz çok zor oluyor. Bir pantolan ve hırka alıyoruz, miniminnacık... O kadar şirin kıyafetler ki...
Eve vardığımız zaman annem kapıyı asık bir suratla açıyor ve bizimle soğuk konuşuyor. Ne olduğuna anlam veremiyoruz. Sonra konuşturduğumuzda anlıyoruz ki bizi çok merak etmiş, televizyonda da kötü kötü haberleri izlediği zaman paranoya yapmış ve kızlarımın başına bir şey geldi diye oturup ağlamış. Annem:
-"Niye haber etmediniz, biriniz eve erken gelseydiniz merak etmezdim" diyor. Ben:
-"Merkeze gideceğimi, kızkardeşimle birlikte geleceğimi söylemiştim ya anne" diyorum.
-"Söylemiştin ama bu kadar geç kalacağınızı düşünmemiştim." dedi. Bu arada gözleri yine sulandı. Ben:
-"Çarşıda işlerimizi hallettik, 45 dakika arabanın kalkmasını bekledik, 45 dakikada yol sürdü. Ancak gelebildik." Kız kardeşim bu arada anneme sarılıyor, öpüyor, alttan alttan konuşuyor, gönlünü almaya çalışıyor. Ben ise kanapeye yatmışım çizmenin içinde esaretten kurtulan ayaklarımı havaya kaldırmışım. Kızkardeşim anneme böyle sevgi gösterisi yaptığı sırada ben yattığım için vijdan azabı çekiyorum. Sonra vijdan azabı çekmemem gerektiğine kendimi inandırıp yatmaya devam ediyorum. Kız kardeşim bu arada mutfağa gidiyor, sofrayı hazırlıyor. Bu sefer ben yine vijdan yapıyorum, istemeye istemeye mutfağa gidip ona yardım ediyorum. Annem yemekleri hazırlamış, biz gelmedik diye hiç bir şeyde yememiş. Annelik duygusunun yüceliği karşısında boynum bükülüyor her seferinde. Bu öğlen yine yemeğimi önüme koydu. Sıcak, hazır yemeği yiyip geldim işe.
Annemin ve kızkardeşimin varlığına alışmak istemiyorum. Yakın zamanda bırakıp gidecekler beni.. Bu yaz benim için çok kötü geçecek. Şu an varlıklarına alışırsam yazın karşısınızda depresyonel, bunalımlı bir Haccecan olacak. Varlıklarına alışmamak için onlara uzak durayım dedikçe içlerine kadar gömülüyorum. Beni sevmeyin, bana ilgi göstermeyin yaa.. ne olur.... Kendini bana sevdirip hayatımdan çıkacak her insan benim düşmanımdır, arkanızdan ağlamak, üzülmek bana düşüyor...
Fotoğraf hakkında ki yorumum: Yerel Eylem Eşitlik Planı sorumlusu olarak bu fotoğrafta ki beyefendiyi esefle kınıyorum. Kas kuvveti bakımından yanında ki bayandan kat be kat güçlü olan beyefendi, bırakın centilmenliğe, insanlığa bile yaraşmayacak şekilde davranıyor. Elinde ki sopasıyla sizce ne yapıyor?
Bu kısıtlı kısır sorumluluğu kim yükledi üstüme yaaa...

23 Aralık 2008 Salı

Yerin yedi kat altına girmeyin!....

Erzincan'da Ermeniler tarafından ırzına geçilerek öldürülen Pakize adlı bir Türk kadını.
Aldığım aile terbiyesi gereği, hata yaptığımda özür dilemenin büyüklük olduğunu öğrendim. Hata yapmayı kendime hiç yediremem, birisi bana hata yaptığımı söylediğinde yerin yedi kat altına girmiş gibi hissederim. Ama özür diledikten sonra özrümün kabul edildiğini gördüğümde ise yerin yedi kat altından çıkıp yerin yedi kat yukarısına yükselmiş gibi hissederim kendimi. Benim gibi gurur abidesi!! bile özür dilemeyi erdem sayıyorsa bu topraklarda yetişen her Türk insanıda özür dilemeyi bir erdem sayıyordur eminim!...
Yine aldığım aile terbiyesi gereği; kendimi ezdirmemeyi, haksızlığa uğradığımda hakkımı savunmayı, adaletli olmayı, insanları din, dil, ırk ayrımı yapmadan sevmemi - saymamı, vatanımı-milletimi sevmeyi, bu vatan topraklarının kolay kazanılmadığını, bu topraklar için yüzbinlerce insanın şehit olduğunu, gerekirse kendi canımı da vermekte çekinmemem gerektiğini, dost gibi görünen düşmanlara karşı dikkatli olmam gerektiğini öğrendim. Bu kurulu çarpık düzenden ne kadar şikayet etsemde Türkiye'min bir çakıl taşının bile önemini biliyorum. Bir çakıl taşı için canını veren şehitlere saygı duymazsam hayvanlardan daha aşağı olacağımı da biliyorum.
Tarihini bilmeyen, okumayan, araştırmayan insanların bir meltem rüzgarının peşine kapılıp gitmesini şaşkınlıkla izliyorum. Meltem rüzgarının fırtınaya dönüşüp, kendilerini dipsiz bir uçuruma sürüklediğinin farkına varmalarını istiyorum.
Sadece düşünerek bile insan aklı ile bir sonuca varır. Binlerce yıl Türklerle bir arada yaşayan Ermeniler birden bire neden iddaa ettikleri soykırıma uğratılmış olabilir? Savaşlarda harap bitap hale düşmüş, hasta adam gibi yatakta can çekişen Osmanlı Devletin'in hiç mi işi yoktuda masum!! Ermenilere soykırımda bulundu?
Oku!... Oku!.. Başkalarının dolduruluşana gelmektense oku, aklını kullan, düşün!... Canlı tanıklarının ifadelerini oku!..
"Ermeniler, Türk halkına en büyük zararı, Birinci Dünya Savaşı sırasında giriştikleri katliamlarla vermişlerdir. Bu dönemde Ermeniler; Ruslar hesabına casusluk yapmış, seferberlik gereği yapılan askere alma çağrısına uymaksızın askerden kaçmış, askere gelip silah altına alınanlar ise silahları ile birlikte Rus ordusu saflarına geçerek, "vatana ihanet" suçunu topluca işlemişlerdir. Daha seferberliğin başlangıcında, Türk birliklerine karşı saldırıya geçen Ermeni çeteleri, büyük katliamlara girişmiş, Türk köylerine baskınlar düzenlemek suretiyle sivil halka büyük zararlar vermişlerdir. Örneğin Van'ın Zeve Köyü'nün bütün halkı, kadın, çocuk ve yaşlı demeden, Ermeniler tarafından öldürülmüştür."
Ben, -haksızlar adına- haksızlığa uğramış bütün şehit edilen insanlara özür diliyorum.
Ermeni örgütü Asala 'nın yaptıkları için özür diliyorum.
Abd'nin Irak'ı Saddam'dan kurtarıp demokrasi getirirken!!! ölen binlerce Irak'lı insandan özür diliyorum.
Bosna - Hersekte şehit edilen binlerce müslümandan özür diliyorum.
Girdikleri ülkedeki insanları birbirlerine öldürtüp ülke kaynaklarını çalan sömürge devletleri adına, sömürdükleri ülke insanlarından özür diliyorum.
İnsanları Türk, Ermeni, Kürt, Alevi, Sunni diye ayıran zihniyetin bu topraklarda kardeş kanı dökmesine sebep oldukları için özür diliyorum.
İnsanlıktan nasibini alamamış insanın ırkıda olamaz, milliyetide....
Bakın Atatürk ne diyor: “Bir uydurma Ermeni kırımı meselesi ve bütün dünyayı aldatmak için yaratılan bu kin ve hırs ürünü propagandaların niteliği hakkında uygarlık ve insanlık dünyasının bir kere daha aydınlatılması ve bu suretle haksızlığa uğramış Türk ulusunun iğrenç ve alçakça bir suçlamadan arındırılması…” (7 Mart 1920) M. Kemal ATATÜRK
Özür dilemeyi erdem sayan ben; sözde Ermeni Soykırımı için özür dilemeyeceğim. Özür dilersem kendimi yedi kat göğe değil yerin yedi kat altına girmiş gibi hissedeceğim. Dünyada bu kadar savaş, katliam, soykırım, tecavüz, faili mechul cinayet, canlı bomba maduru, suikast.... varken sözde "Ermeni Soykırımı!!!" üzerinde bu kadar durulmasının, bu kadar gündeme getirilmesinin nedenlerini anlayamayan akıllılara!!! diyecek sözümde yok, özürümde yok!...
Sevgili Vladimir 'e ve Nightologist 'e bu yazıyı yazmamda vesile oldukları için teşekkür ediyorum.

Kırmızı ışıkta dur!!...

Spor yapmak benim için tutkudur. Bunaltan, sıcak ve nemli yaz iklimi insanın ruh halini de birebir etkilediği zamanlarda üstüne birde iş stresi eklendiğinde akşamları eve kapanmak istemiyorum. Kızkardeşim, ben ve bir arkadaşım ile birlikte eşofmanlarımızı giyip deniz kenarında yürümeye çıkıyoruz. Arada fotoğraf makinamı alıp güneşin batışının, takaların, gemilerin, insanların fotoğrafını çekiyorum. Yürüdükçe beynimiz mutluluk hormonu salgılamaya başlıyor. Asık suratlarımız tebessüm çiçeklerini etrafa saçmaya, suskun dillerimiz ise bağlarını çözüp konuşmaya başlıyor. Konuşmaya başladıkça keyifleniyoruz ve kahkahaları salıvermeye başlıyoruz. Ardından el şakaları başlıyor. Çocukluğumuzda oynadığımız "elim sende" oyununu oynamaya başlıyoruz fakat yaşını başını almış bizler oyun oynadığımızın farkına varmıyoruz. Bu yazıyı yazarken şakalamalarımızın asıl adının "elim sende" oyunu olduğunun farkına varıyorum. Tabiki de elim sende oyunu benim galibiyetimle bitiyor.
Kaldırımda yürüyüşümüz yoldan geçen araba ve kamyon şoförleri taraflarından başka! türlü anlaşılıyor olmalı ki yanımızdan geçen arabaların %50' si ya kornaya basıyor, ya selektör yakıyor yada pencereden kafasını uzatıp gözleriyle bizi yiyiyor. Attığımız stres iki misli olarak bize geri dönüyor. Plaja gitmek için yol kenarında yürümek zorunda olduğumuzdan bu tacizleri görmezden geliyor yanımdakiler. Ama ben gelemiyorum. Adam "zorttttttt" diye kornaya bastığında ben "sanada zortttttttt" diye arkasından bağırıyorum. Adam duymuyor ama olsun hiç değilse benim içimde kalmıyor.
Yol kenarında yürürken başımız yerde, gözlerimiz deniz tarafına dönük yürüyoruz. Biz dişiyiz ya kuyruğumuzu sallamamak için elimizden geleni yapıyoruz. Bir gün gayri ihtiyarı karşı yönden gelen kamyonun şoförüyle göz göze geldim. Adamla göz göze gelmemle adamın " zortttttt" diye kornaya basması bir oldu. Kızlara dönüp:
-"Kızlar bu adamın korna çalmasının suçlusu benim, adamla istemeden göz göze geldim" dedim. Kızlar kahkahaya boğuldu. Bir yanlışlık gördüğümde genelde öfke ve kızgınlık hissederim. Yanlışlığı dile getirme fırsatı olursa dile getiririm ama çoğu kez o yanlışlık yapılmaya devam eder ve ben öfke hissetmeye devam ederim. Keskin sirkenin küpüne zarar verdiğini hatırlıyorum. Öfkenin yerine gülerek tepki vereyim dediğim zaman ise karşı taraf yaptığından mutluluk duyduğumu düşünmekte ve yanlışlık devam etmekte. Bu bilinmeyenli denklem karşısında çözüm bulan var mı?
Yine bir gün biz kaldırım da kızkardeşimle yürürken kamyon şoförü amcalarımızdan bir tanesi, hızını 20 km'ye kadar düşürdü. Pencereden boynunu uzattı. Baktı, baktı, baktı... Bakışlarıyla röntgenimizi çekti. Kafamın içinden "bu bakışlar hayra alamet deği, amcanın 200 metre ilerde ki virajdan dönüp yanımıza doğru gelip bizi kaçıracağı" hayallerini kurmaya başladım. Bu hayalin gerçek olabiliceğine o kadar çok inandım ki birden kalp atışlarım hızlandı, heyecanlandım. Ölecek gibi hissettim. Kurduğum hayalin hayal olarak kalmadığını, gerçeğe dönüştüğünü ise bir kaç saniye sonra farketmiştik. Adam virajdan dönmüş bize doğru koca bir kamyonla geliyordu. Biz kız kardeşimle deli gibi koşmaya başladık, koşarken korkudan arkama bakamıyorum kız kardeşime "arkaya baksana adam geliyor mu?" diye soruyorum. Kızkardeşim ise: "Sen niye bakmıyorsun?" diye öfkeyle bana soruyor. Adam yüzünden birbirimize girecektik neredeyse. Sonra merdivenlerden plaja doğru inip izimizi kaybettirmişdik.
Cinsel alıcıları açık olan insanları anlıyorum. Bir insan cinselliğin özgür yaşanması gerektiğini düşünüyorsa 24 saat alıcıları açık dolaşır ortalıkta. Yanan her yeşil ışığı değerlendirir fakat her ışığı yeşil olarak görmek doğru mu? Alan razı, satan razı olduğunda "banane" diyebilirimde; alan razı, veren razı değilse işte buna "banane" diyemiyorum. Kimse de banane dememeli....
Dünyada binbir çeşit renk var. Her ne kadar benim dünyamda siyah ve beyaz gibi net renkler olsada bütün renklerin varlığını biliyorum, inkar etmiyorum ve bütün renklerin varlığına saygı duyuyorum. Işığın hangi renk olduğunu anlama çabasına girmeden her ışığa yeşil ışıkmış gibi davranmak, her yeşil ışıkta geçmek ve bu geçiş sonrası kaza yaşanmasına sebep olmanın suçlusu kim? Kırmızı ışığı gördüğünde insanın durması gerekmez mi? Bu konuda içimde ki isyanlarım beni verem etti, yazıya döküldü sözlerim.
....
"Kadın-Erkek eşitliği için kurulan bir planın amacı yerelde kadın-erkek eşitliğini gerçekleştirmeye yönelik kadınların yerel karar alma süreçlerine ve karar mekanızmalarına katılımını artırıcı, kadınların gündelik yaşam koşullarını iyileştirici, yerel plan program ve politika stratejilerini belirlemek, bu stratijilerin uygulanmasını sağlayacak yerel hizmet önerileri geliştirmek, bunun yanında yapılacak ve yapılmakta olan çalışmaların sürdürebilirliliğini sağlamaktır."
Bu planının benle ilgili kısmı ise başkanımızın bu işle ilgili olarak beni görevlendirmek istemesi. Başkanımıza "kadın-erkek eşitliğine inanıyormusunuz?" diye sorduğumda "hayır" cevabını aldım. Bende onun üstüne " kadın-erkek eşitliğine inanmayan bir toplumda bu konuda görevlendirilmek istemediğimi" söyledim. Bakalım kim görevlendirilecek? Kabak başıma patlayacak büyük ihtimalle...
Başkanımıza ve mesai arkadaşlarımdan birine şurada ki videoyu izlettiğimde ise tepkileriyle hayal kırıklığına daha da çok uğradım. Videoyu gülerek, konuşarak izlediler. Video bittiğinde ise; -"Hak eden kadın dayak yermiş!!, hak etmeseler kocaları dövmezmiş, daha çok ezilen ve eziyet gören ise erkeklermiş!!" gibi bir sürü sözler söylediler. Ben ise;
-"O yüzden mi erkek sığınma evleri yok! kadın sığınma evlerinde ise binlerce kadın kalıyor?Sizinle aynı boyutlar da düşünmüyoruz, boşuna tartışmayalım" deyip sustum. Bunları söylediğimde de kabak başıma patladı. Olay yine benim kocama! döndü. "Ben her dediğime evet diyen bir koca bulmalıymışım, insanları dinlemeden susturuyor muşum, konuşturmuyor muşum... mış da mış mış mış....
Siz mükemmelsiniz ya, benimde mükemmel olmam gerek... Sizi de yolda yürürken kamyonlar kovalasın da kaçmak zorunda kalın. Sizde yeşil ışık muamelesi görün ne diyeyim... Erkekler gözümde her geçen gün daha fazla "odun sıfatını" alıyorlar. İstisnalar hariç...

Kalp Krizi

Kalp Krizi ve Sıcak Su
Çinliler ve Japonlar yemeklerinden sonra soğuk su değil sıcak çay içerler. Belki biz de yemekten sonra sıcak bir şeyler içme alışkanlığımızı onlardan edindik. Eğer yemeklerden sonra soğuk şeyler içiyorsanız bu yazı size hitap ediyor. Yemekten sonra soğuk bir şeyler içmek sizi rahatlatabilir. Ancak tükettiğiniz soğuk su katılaşarak yağlı bir madde haline döner ve yavaş bir şekilde sindirilir. Bu asitli tepkime bozularak bağırsakta katı maddelerden daha hızlı bir şekilde emilir. Bir kısmı bağırsağa yapışır. Kısa bir süre sonra tamamen yağ haline döner ve kansere yol açar. Yemekten sonra sıcak su veya çorba içmek en iyisidir.
Kalp krizi hakkında önemli birkaç bilgi :
- Kalp krizi belirtisi her zaman sol kolun uyuşması değildir. Çenedeki şiddetli ağrıların da farkında olun. İlk göğüs ağrınız kalp krizi sırasında gerçekleşmez. (Daha önce mutlaka göğüs ağrınız olmuştur) Mide bulantısı ve şiddetli terleme de önemli kalp krizi belirtilerindendir. Kalp krizi geçiren insanların %60 ı uyurken ölür. Göğüsteki ağrılar sizi uykudan uyandırabilir. Lütfen dikkatli olun ve olanların farkına varın.

22 Aralık 2008 Pazartesi

Haydi Hayırlısı

Dün ki gezide çok güldüm, çok eğlendim. Hava karanlıkken kalktım yataktan. "Uzungöl soğuk olur kalın giyin" dediler. Sabah sıcak yataktan çıktıktan sonra ev soğuk olduğundan, dışarınında soğuk olabileceğini düşünüp ne buldumsa giydim üstüme. Atkı, bere, eldivende cabası. O kadar kalın giyinmişim ki arabada piştim. Beyaz badi giyindiğimden üzerimdeki hırkayı da çıkartamadım. Akşama kadar bir fırının içindeymiş gibi dolandım durdum. İş haricinde bir hobi için insanlar bir araya geldiği için geziye gelen insanların hepsi negatif duygularını -diğer bir isimle bütün dikenlerini-evlerinde bırakıp gelmişti. Herkesin yüzünde bir tebessüm, herkes birbirine karşı saygı içerisinde. Ortam müthiş yani...
Geziden dönüşte yolculuk boyunca yanımdaki arkadaşımla otobüste çalan şarkılara bağıra bağıra eşlik ettik. Otobüstekilerin hepsi uyurken biz gırtlağımızı yırtmakla uğraşıyorduk. Bizim eşsiz(!) sesimize tahammül eden bu insanlar bize sabrederek cenneti hak ettiler!... Espriler havada uçuyordu. Çok keyif aldım. Keşke bu mutluluğumu herkese gönderebilseydim.
Gezi sırasında yemek yediğimiz otelin önüne yaşlı bir kadın geldi. Gün boyu güzel bir fotoğraf çekememiştik. Zamanın yüzünde oluşturduğu kırışıklar ve doğal kıyafetleri ile fotoğraf için çok iyi bir modeldi. Çok geçmeden kadının aklı dengesinin yerinde olmadığını anladık. İnsanlara göre deli (!) olan bu kadın ve bunun gibi insanların gözümde ayrı bir yeri vardır. Deliler! hepimizin yaşadığı dünyadan çok farklı bir dünyada, farklı bir boyutda yaşarlar. Hiç birimizin görmediklerini görürler, hiç birimizin duymadıklarını duyarlar, hiç birimizin söylemeye cesaret edemediği sözleri söylerler, hiç birimizin yapamadığı aykırı hareketleri hiç utanmadan ve gocunmadan yaparlar. Deliler! içimde merak ve korku duygularını uyandırırlar. Arkadaşlar bu deli! kadının fotoğrafını çekerken en ağza alınmadık küfürleri peşi peşine sıraladığında ben durum oldum, yanımdakiler ise kahkahalarla güldüler. Kendisine gülündüğünü gördükçe küfürler daha okkalı, daha ağza alınmayacak ve daha hareretli söylenmeye başladığında ben:
-"Küfür söyleme ama sana hiç yakışmıyor" dediğimde deli! kadın şöyle bir durakladı. Deli! kadına beni gelin diye tanıştırdılar. Deli kadın:
-" Kaç tane çocuğun var? Üç tane mi?" diye sorduğunda, ben elimi kaldırıp iki parmağımı gösterdim. Deli! kadın, arkadaşların verdiği kağıt paraları göstererek:
-"Yanımda bozuk para yok, olsaydı çocuklarına gönderirdim" dedi. Benim üç çocuk istediğim deli! kadına malum mu oldu nedir? Gözlerime çok anlamlı ve içimi okuyormuş gibi bakıyordu, içime bir korku saldı ki anlatamam. Korkunun yanındada başka şeylerde hissettim ama bunları ne dile getirebilrim ne yazabilirim. Sonra yanımdakiler "yan yana durun ikinizin fotoğrafını çekelim" dediler. "Hayır" demeyi kendime yediremediğimden ve kadın yanlış anlar diye gittim yanına. Bu sefer yanımdakiler gaza geldi, kadına: "Şu kızı öp de, öperken fotoğrafını çekelim" demezler mi... Kadın beni iki kere güzelce öptü. Ne öpüş ama, kimse beni böyle candan öpmemiştir. Öperken de fotoğraflarımız çekildi. O an tarihe altın harflerle yazılmış oldu. Gözümüz aydın.
Akşama eve gelir gelmez yattım uyudum, sabaha da zor kalktım. Bugün ise 35 yaşında bir arkadaşımın hafta sonu nişanlandığını duydum. Benim gibi umutsuzlara umut olsun bu konuşmalar.
Arkadaş:
-"Cumartesi nişan yaptım." Haccecan:
-"Yaaaa, kiminle hayırdır?" Arkadaş:
-"Bir kamu kuruluşunda çalışıyor." Haccecan:
-"Banada evlen diye çok baskı yapılıyor. Bu kararı nasıl aldın?" Arkadaş:
-"Evlendirelim seni de canım :) Canım benim arkadaşımdı aslında, çok eski bir arkadaşım değil ama. Öyle verdik işte bu kararı. Artık yaş geçiyodu benim. 35 oldum bu ay. Dedim ki tek başına hayat geçmez." Haccecan:
-"Evet. Aynı düşüncedeyim. Allah hayırlı uğurlu etsin, Allah tamamına erdirsin." Arkadaş:
-"Sağol canım. İnsan yaş geçtikçe daha iyi anlıyor hayatı biri ile paylaşmasının doğru olacağını. Doğru kişiyi hep bekledim ben ve bunun doğru kişi olduğunu düşündüm. Önemli olan kafa yapınız. Aynı şeyleri hissedebilmek düşünebilmek. Aynı şeylerden zevk alabilmek. Doğru kişiyi bulmak ve doğru kişi olmak önemli tabi ama belki de kısmet mi diyelim bilmiyorum ben o kadar çok kişiye kusur buldum ki... Armudun sapı üzümün çöpü misali.. Ama bu bana göre kusursuz... Mümkünmü bir insanın kusursuz olması? Değil tabiki..." Ben:
-"Demekki kısmetin bu kişiydi, gözüne kusursuz göründü." Arkadaş:
-"Evet canım yaa. Kesinlikle ben buna inanıyorum." Haccecan:
-"Bende buna inanıyorum." Arkadaş:
-"Acele edip yanlış karar vermemek lazım. Tabi ben de biraz geç kaldım doğrusunu söylemek gerekirse ama demek ki kaderim böyleydi . Ben biraz kaderciyimdir canım." Haccecan:
- "Bende öyleyim. Günü ve saati gelmeden hiç bir iş olmuyor. Çok sevindim, tekrar tebrik ederim." Arkadaş:
-"Çok sağol canım, darısı başına. İnşallah, doğru insan en yakın zamanda çıkar karşına." Haccecan:
-"Amin sağolasın." Arkadaş:
-"Bana hep diyolardı ki aradığın özellikleri söyle de öylesine bakalım. Aranan bir özellik değil ki o insana karşı kalbinin atması. Sana heyecan vermesi ve birlikte mutlu olacağınıza inanmam ." Haccecan:
-"Evet. Güven, inanç, sevgi, saygı şart." Arkadaş:
-"Kesinlikle canım. Sevgi ve saygıyı hep korumak lazım ve Allah'tan hayırlısını istemek lazım. Ben çok dua ettim. Hayırlısı ise olsun diye. İnşallah öyledir canım." Haccecan:
-"İnşallah. Bütün kalbimle dua ediyorum, inşallah güzel günler sizin olur. Birbiriniz için hayırlı olursunuz."
Sonra "beni nikahına çağıracağını ve ayakkabısının altına ismini yazacağını" söyledi. Ben "en başa beni yaz" dedim tabi. Arkadaş benim düşüncelerime birebir sahip. Bekleme dönemi çok uzun olsada yılmadan beklemiş ve sabretmiş. Doğru insanı bulduğunu düşündüğünde ise "evliliğe varım" demiş. Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine....
Bugünkü başka bir gelişme ise stajyer öğrencilerimin tekrar benim yanımda staja başlaması. Bu olayı başka sefere anlatırım artık. Yaz yaz usandım...

Arka - Taş

Eski Türklerde askerler savaşırken arkadan gelecek herhangi bir saldırıyı kontrol edebilmek için sırtlarını bir ağaca, kaya veya taşa vererek ok atarlarmış. Atalarımız genelde bozkır hayatı yaşadıkları için bu sırt dayanan nesne genelde bir taş veya kaya olurmuş. Yıllar sonra sırt dayanan taşın ismi ARKA-TAŞ dan ARKADAŞ şeklinde dilimize yerleşmiş ve bugün bile güvenebileceğimiz, bizi arkadan vurmayacak olan, samimiyetine güvendiğimiz kişilere verdiğimiz isimdir.
.....
Aşk ve arkadaşlık bir gün yolda karşılaşırlar. Aşk, kendinden emin bir şekilde sorar;
-Ben senden daha samimi ve daha cana yakınım sen niye varsın ki bu dünyada? Arkadaşlık cevap verir:
- Sen gittikten sonra bıraktığın gözyaşlarını silmek için...

20 Aralık 2008 Cumartesi

Yaşasın Haftasonu!...


Fotoğraf
Pazartesiden beklersiniz Cuma'nın gelmesini. Cuma günü gelsede o akşam istediğim saatte yatsam, sabahlara kadar bilgisayarın başında vakit geçirsem, battaniyenin altına girip eliminde kumanda televizyon kanalları arasında hoplaya zıplaya dolaşıp kanepede sızıp kalsam, çağırsam sıkı dostlarımı koyu sohbet eşliğinde sevdiğimiz şeylerden yesek içsek.... gibi bir sürü hayal kurarsınız. Bende bu hayali kuranlardan bir tanesiyim. Bu hayali kuranlar liste haline getirilip sıra numarası verilse listenin ilk başında olmasamda ilk 10 sıralamasına girerdim mutlaka.
Cuma akşamı geç saatlere kadar bilgisayar başında, sandalye tepesindeydim. Sonra sobalı evde oturan çoğu insanın yaptığı gibi evdeki tek sıcak odada kanepeleri açıp, uyuyoruz. Sobalı oda tıklım tıkış. Odada ki üç kanepede dolu. Ben, erkek kardeşim, bir tanesinde de annem yatıyoruz. Öğlen vakitlerine kadar uyu uyuyabildiğin kadar. Oohh keyif ki ne keyif!... Sabah olduğu zaman hemen pencereleri açıyoruz. Oksijen seviyesi -1 seviyelerine düşmüş olduğundan acil temiz havaya ihtiyaç duyuyoruz çünkü. Sonra tekrar sönen sobanın kovasını erkek kardeşim değiştiriyor. Ben bu arada kahvaltıyı hazırlıyorum. Buraya kadar herşey normal. Haftasonun keyfini sürüyoruz ailecek. Peki ya sonrası?
Haccecan 'Süper Haccecan' moduna girmiştir. Başıma bağladığım yemeni ile Süper Haccecan kılığını giymiş oluyorum.
Sonra elime elektrik süpürgesini alıyorum ve başlıyorum tozları çekmeye. Süpürgeyi; halının ve zeminin üstünde sürükledikçe kol kaslarımın kuvvetlendiğini hissediyorum. Süper Haccecanın önünde artık kimse duramıyor. Kanepeleri odanın ortasına çekiyorum. Kanepenin altında "Bize ulaşamaz, burada güvendeyiz" diye düşünen toz zerrelerini hayal kırıklığına uğratıyorum ve yüzümde sadist bir gülümsemeyle onlarıda süpürgeye yutturuyorum . Süpürme işi bittikten sonra elektrikli süpürgeden sonra en önemli yardımcım "saplı bez" (vileda) ile zemin üstünde dans etmeye başlıyorum. Bu dans kolbastı oyunu kadar hareketli bir dans olmakla birlikte baya bir efor gerektiriyor. Dansımız izleyicileri selamlamızla bitiyor. Kanepeler ortada durmuyor tabi yerlerine çekiyorum. Kanapeleri odanın içinde gezdirdikçe güçlenen kol kaslarımın artık kıyafetimin içine sığmadığını farkediyorum. Artık ben Maxi Güçlü Süper Haccecan oluyorum. Artık bütün evi silip süpürecek, banyoyu, tuvaleti yıkacak, pencere kenarlarını silecek, bütün evin tozunu alacak seviyeye ulaşmışımdır ve akşama kadar bu koşuşturmaca devam edecektir. Maxi Haccecan olduğumda sinirli ve gergin olduğumu bilen ev ahalisi ise savunma moduna geçmiştir, iş yapar gibi görünmektedirler ve ortalıkta görünmemektedirler.
.....
İşler bittikten sonra oturduğumda bende bitmişimdir. Oturduğumda farkediyorum bittiğimi ve artık "Min Haccecan" dönemi başlamıştır.
-"Ya ben çok yorgunum, bana su getirirmisin?
-"Belim ağrıyor, belime bir masaj yaparmısın?"
-"Ya evi dağıtmayın daha yeni temizledim."
Bir hafta boyu hayalini kurduğum haftasonumun keyfine diyecek yok tabi. Keyifki ne keyif!... Biraz önce ise kanapeleri yine yerlerinden oynatmakla meşguldük. Eee uykumuz geldi yatacağız ve kanepeleri açmamız gerek. O da ne? Kanepeyi açtığımda odanın kapısı açılmıyor. Gece tuvalete kalkan olursa ne olacak, yatağa yapacak değiller ya...
-"Olmadı anne! tut ucundan biraz daha şöyle çek." Kanepeyi biraz döndürdükten sonra,
-" Ya olmadı. Biraz daha şu tarafa it."
Neyse kanapeyi odanın ortasına koyduğumuzda kapı açıldı neyseki. Odanın ortasında duran kanepede kim yatacak tahmin edin... Evettt doğru tahmin.. Minmax Haccecan...
Sabah erkenden geziye gideceğim, evde kalanlar kanepeyi yerine götürmekle uğraşsın artık!...

19 Aralık 2008 Cuma

Evlen artık!...

Bayram için gittiğim memleketimden döndüğüm gün, mesai arkadaşlarımla görüşeyim diye odalarına gittim. Arkadaş dediğime bakma, hepsi annem yaşında hatta annemden büyükler. Oturduğum da sohbetlerine beş dadika dayanamadım kaçtım yanlarından.
-Bak kız kardeşin evlendi, sen hala koca bulamadın.
-Ne olur yine başlamayın x abla.
-E yalan mı bak hala sen bekarsın.
-Lütfen ama.. Her yerde aynı şeyleri dinlemekten yoruldum. Memlekette komşular bile bana koca bulmaya çalıştı.
-Evlen artık sende.
-"Ben gidiyorum." dedim kalktım ayağa. Kolumdan tuttu. Zor kurtardım kolumu. Sonra çıktım odadan.
Daha odalarına tövbe gitmem. Allahtan artık odam onların oturduğu katta değil. Bana ulaşmaları kolay oluyordu. Kapıdan laflarını sokup sokup gidiyolardı. Hanfendiler bir kat çıkmaya üşendiklerinden lafda sokamıyorlar. Telefonumda arızalı. Kaç gündür kafa dinliyorum. Oh beee. Bir kaç gün sonra yine başlarlar. "Sen hiç gelmiyorsun, bizimle hiç çay içmiyorsun." diye.
Geçen sene yanımda staj yapan öğrencilerime "kuzularım" derdim. Ben çay içmediğimden kızları çay almaya gönderirdim hanfendilerin odasına. Geç bir vakitte çay almaya gönderirdim ki, onlar çaylarını içmiş olsunlar da, kuzularımın aldığı çaylar gözlerine batmasın diye. Bir kaç gün "Gidip çay alın" dediysem de oralı olup gidip çay almadılar. Meğersem kuzularım çayını alırken hanfendilerden bir tanesi:
-"Çay ve şeker çabuk bitiyor. Bu ay fazla para toplayalım" diye laf söylemiş. Kuzularımda bu lafın üstüne gurur yapmışlar, "Haccecan abla biz bir daha çay içmeyeceğiz"diye tepkilerini koydular. Neden gidip çay almadıklarını öğrendiğim zaman öfkemi siz tahmin edemeyebilirsiniz ama ben iyi bilirim. Hemen gidip kızların çay parasını verdim. Ama bunu usulünce yaptım. Hiç bir laf sokmadan çay içmediğim halde, kendi içtiğim çay parası diye para verdim onlara. Kızlar artık çay almadı, bende ısrar etmedim. Öğrencinin içtiği iki bardak çayı maddi zarar sanan hanfendilerle arama aşılmaz uçurumlar girdi. Bunun gibi o kadar olay yaşadım ki onlarla.. Onları kınamıyorum, küçükde görmüyorum ama onlarla aynı boyutlarda değilim. Ne onlar beni, ne ben onları anlayabiliyorum. Benden 7-8 yaş küçük insanlarla daha iyi anlaşıyorum valla.
Dün annemi muayene ettirmek için doktora getirdim. Annemi gören herkes; "kim bu" der gibi yüzüme baktı. "Annem" dediğimde ise "aaa annen ne kadar genç" diye şaşkınlıklarını dile getirdiler. "Sende 14 yaşında nişanlan, 15 yaşında evlenip 17 yaşında doğur sende genç görünürsün" dedim. Tabi içimden dedim. Eczaneye gittiğimde ordaki kızında tepkisi aynı oldu. "Annen mi?" diye sorup "Aaa ne kadar genç" diye düşüncelerini dile getirdi. Annem sevindi tabi "kızımla aynı yaşta görünüyorum" diye. O kadar acı ve zorluk görmesine rağmen her şeye inat hala dimdik ayakta ve genç. Haklı bir sevinç yaşadı. Çok kansızmış annem. Ona iyi bakmam gerekiyor.
Bu olaydan sonra şunu anladım. Burada ki insanlar için gizemli bir havam var. Beni merak ediyorlar. Ser verip sır vermiyorum kendimle ilgili onlara ya onlara göre ben çok farklı geliyorum.
...
Arkadaş ile aramda geçen sohbeti yorumsuz olarak yazıyorum.
Arkadaş:
-"Sana bi şey söyleyeceğim vaktin var mı?" Haccecan:
-"Söle canım." Arkadaş:
-"Teyzemin komşusunun bişeyiyle beni tanıştırmak istediler. Israr ettiler mecbur numaramı verdim. İstanbulda özel hastanede çalışıyormuş. Neyse çocuk beni hemen aradı. Ben "Hasan bey" diyorum o bana "sen" diyor. Sanki kaç yıldır sevgiliymişiz gibi konuştu deli oldum. İlk konuşmada hemen bi şey söylemedim. Sonraki gün arkadaşlık düşünmediğimi söyledim. Telefon kapandı. Ardından msj attı bana." Haccecan:
-"Eeee" (Karşılıklı diyalogda ne kadar aktifim görüyorsun değil mi?) Arkadaş:
-"Oraya gelince görüşelim seninde düşüncen bu" deyince sinir oldum . Hemen mesaj attım; "Görüşmek istemiyorum" diye. O da msj attı "Bende zaten seni aramayı düşünmüyorum"" diye. Haccecan:
-"Tam gerizekalıymış. Allah kurtarmış." Arkadaşım:
-"Bizi evlendirmeye o kadar meraklılar ki... Hiç bir şeye bakmayacaklar neredeyse. Konuşmasını bi duysan. Güya beni tanımak için bana bir sürü soru sordu. Konuşmalarından tanışmaya değmeyecek biri olduğu o kadar açık belli oldu ki... Kızkardeşim anneme kızdı. Kızkardeşim anneme; "Eğitim durumunu göz önünde bulundurun önemli bişey" dedi. Ben söyleyince pek önemli olmuyor." Haccecan:
-Kızkardeşine evlen diye karışıyorlar mı? Arkadaşım:
-Evet ama o uzakta ya pek başarılı olamıyorlar. Oraya da buradan gidenler kızkardeşime gitmeyi ihmal etmedi yani. " Haccecan:
-Annenlere de kızamıyorum. Bekarlığın sonuda iyi değil. Kendilerine göre doğru olanı yapıyorlar. Şimdiye kadar "kimseye bakmayın" diyenler şimdi "koca bulun" diye ağlıyolar. Gelde işin içinden çık. Arkadaşım :
-"Doğru haklısın. Karşıdaki insana öyle hop diye atlamamak gerek. Sanki tanıştığım insanı hemen kabul etmek zorundaymışım gibi davranıyolar. "Hayır" deyincede "Bir daha senin işine karışmıyacağım" diyorlar. Ne yapacağımı bilmiyorum. Rabbime havale ediyorum O bilir ne yapacağını."
Yorumsuz yayınlıyorum dedim ama söylemeden duramayacağım. Nedir bu birbirimize uyguladığımız baskı. Ömrüm, üstüme uygulanan baskılara karşı direnmekle geçti. Hala öyle. Baskıyla evlenip mutsuz olan çiftlerin, mutsuz yuvalarda büyüyen çocukların vebalini kim ödeyecek? Sevmediği kadınlarla birlikte evli olmak zorunda kalan erkekler ya yuvasını terk ediyor, ya da şiddete başvuruyor. Maddi güvencesi olmayan evli kadınlar ise mutsuz olarak evliliklerini devam ettiriyorlar. Mutsuz olan kadın istemeyerek yapar ev işlerini, çocuğuna gereken sevgiyi ve ilgiyi veremez. İstemeden yaptığı için çocuğunu sevsede hissettiremez bunu. Baskı, bayan olsun erkek olsun bütün insanlara uygulanıyor. Bende dahil bir çok tanıdığım baskı altında. Bencilliktir belki ama bu konuda yalnız olmamak o kadar güzel ki... Baskıya karşı birlik ve beraberliğe davet ediyorum bütün baskıdan bunalan insanları.
Baskı demişken, Yunanistan'da ki şiddet gösterileri hakkında içten içe seviniyorum. Orada ki gençliğin otoriteye, yöneticilere, işsizliğe, ekonomik krize karşı tepkileri içten içe beni gıdıklıyor. Tepkilerini şiddet olarak değilde daha demokratik olarak göstermelerini isterdim fakat tepkilerinden işin son hadde vardığı da belli oluyor. Avrupa Birliği üyesi olan Yunanistan'ın ekonomik çöküntüde olduğunu birlikten aldığı paralarla gizliyormuş. Ama olayları şuradan daha detaylı ve farklı açıdan okuyabilirsiniz.
Dış etkenlere karşı etkilenmemek için kendimi bir kafesin içine hapsetmek isterdim. Kimsenin söylediğini takmayayım, kimseyi duymayayım, kimse için üzelmeyeyim isterdim. Fakat bu mümkün değil. Kulağınız varsa ve sağır değilseniz duyarsınız, gözünüz varsa ve kör değilseniz görürsünüz, duygularınız varsa duygusuz değilseniz hissedersiniz. Üstümüze uygulanan bütün baskıları duyuyorum, görüyorum, hissediyorum... İç dünyama yönelsem dış dünyadan daha karmaşık ve savaş halinde. Yunanistan da ki bütün gençlik gelmiş de harp ediyorlar kafamın içinde. Hangisiyle baş edeyim ben?
Sonra mı? Sonra zaten bir kafesin içinde olduğumu hatırlıyorum ve acayip rahatlıyorum...

Dingonun Ahırı


Atlı Tramvaylar zamanında, tramvaylar 2 atla çekilirken dik Şişhane yokuşunu çıkabilmek için Azapkapı' dan takviye at alarak yokuşu çıkabilirlermiş. Tramvay bu haliyle Taksim' e kadar gelir, burada çıkartılan atlar, -bu gün Taksim alanının batı kısmındaki sular idaresi bölgesi ile Fransız Konsolosluğu arasında- bir ahırda bir süre dinlendirildikten sonra tramvaya bağlanmadan boş olarak Azapkapı' ya götürülürlermiş.Taksim' deki bu ahırı Dingo adlı bir Rum vatandaş işletirmiş. Gün boyu bir sürü atın girip çıkmasından dolayı dilimizdeki '' Burası Dingo' nun ahırımı giren çıkan belli değil '' sözünün buradan geldiği söylenir.

Haftanın Fotoğrafı

Not: Fotoğraf bana ait değildir. "Haftanın Fotoğrafı" başlığına tıklayarak, fotoğrafı aldığım siteye ve fotoğraf sahibine ulaşabilirsiniz.

18 Aralık 2008 Perşembe

Bin kere bozdum, yine geldim...


Sema ederken kol açan sema’zenin sağ eli, dua eder gibi yukarıya, sol eli aşağıya açıktır.
Bu:
HAK’TAN ALIR, HALK’A SAÇARIZ,
HİÇBİR ŞEYİ KENDİMİZE MAL ETMEYİZ,
GÖRÜNÜŞTE VAR OLAN, VASITALIK EDEN
BİR SURETTEN BAŞKA BİR ŞEY DEĞİLİZ.
Anlamına gelmektedir. Bir başka ifadeyle de;
GÖĞE AĞARIZ, YERE YAĞARIZ, VARLIĞIMIZ HAK’KIN RAHMETİNDE YOK OLMUŞTUR.
Demektir.
Semazenler hem kendi etrafında döner, hem de meydanı devrederler.
Feleklerin, gezegenlerin, yıldızların ve dünyanın, GÜNESİN CAZİBESİ ile, hem kendi etrafında, hem de günesin etrafında devrettikleri gibi...
Sema, bütün alemlerin güneşi, Tanrının huzurunda bir devr-i alemdir.
Esasen sema, gerçek varlığa ulaştıran, insani kendinden geçiren bir cezbe vasıtası, kendinden geçen kişinin can sarhoşluğudur. Mevlana'mızın ifadesiyle, “Ask’a kavuşmak, buluşmak sultanlığı için, perdeleri kaldırıp içeriye girmek devleti için, can elbisesi”dir.
Sema’nın birinci devresi, alemleri seyretmedir. Hakkin büyüklüğünü ve yüceliğini idraktir.
Bundan sonrası; “Selam” olarak tecelli eder.
Birinci selamda; aşıklar şüphelerden kurtulur. Tanrının birliğine iman eder.
İkinci selam Vahdet’i, Tanrı birliğini görüş haline getirmedir.
Üçüncüsünde, aşıklar görüşlerini biliş ve oluş mertebesine ulaştırırlar. Bu devrede aşıklar, kendilerini, mutlak varlığın kemal durağında yitirmiş, yok olmuşlardır.
Son dördüncü devrede, Vahdet durağında ayak direyerek, kendi merkezleri çevresinde devrederler.
Sema’zenbaşı sema’i idare eder.
Sema’zenler onun ayak ve baş işaretlerine göre durumlarını ayarlarlar.
Sema’in üçüncü selamında şeyhde sema’a girer.
Hatt-i istivanın ortasında sema eden Şeyh, şüphesiz burada Mevlana’yı temsil etmektedir. Şeyh, sema’dan sonra yavaş yavaş ilerler, POST’a varması ile, sema da sona erer.
BU SEMA ve MEVLEVİ DERGAHI KİMLERE AÇIKTIR?
“YINE GEL, YİNE GEL...
HER KİM OLURSAN OL, YİNE GEL...
İSTER KAFİR OL, İSTER MECUSİ, İSTER PUTPEREST.
İSTER YÜZ KERE BOZMUŞ OL TÖVBENİ....
UMUTSUZLUK KAPISI DEĞİL BU KAPI.
NASILSAN ÖYLE GEL....”
• Ey gördüğü güzele takılıp kalan kişi! Onun sûretini görüyor, mânâsından, yâni, ahlâkının güzel mi, çirkin mi olduğundan gâfil bulunuyorsun. Eğer akıllı bir adam isen sedefteki inciyi bul .
• Dünyadaki kalp sedefleri, yâni, bedenlerimizin hepsi de can denizinin feyzi ile diridir.
• Ne vakte kadar testinin şekli, biçimi ile üstündeki nakışlarla oyalanıp duracaksın? Testini şeklini, nakşını bırak da içindeki suyu ara.Yani, insanların güzelliklerine, dış görünüşlerine bakma da ahlâklarına, huylarına, tabiatlarına bak. Ama her sedefte inci yoktur.Gözünü aç da her birinin gönlüne, içine bak. Onda ne olduğunu, bunda ne olduğunu ayırt et. Çünkü, o değersiz biçilmez inci, pek az bulunur.
• Şekle bakarsan dağ, bir la’le göre yüzlerce defa büyüktür.
• Görünüşte elin, ayağın, saçın, sakalın gözüne göre yüzlerce defa büyüktür. Fakat, gözünün bütün uzuvlardan daha kıymetli olduğunu sen de bilirsin.
• Gönlüne gelen tek bir düşünce yüzünden de, yüzlerce cihan bir anda baş aşağı devrilir gider.
• Pâdişahın bedeni de, görünüşte diğer insanların bedeni gibidir.Fakat yüzlerce asker, onun arkasından koşar. Onun izinden yürür. Sonra, o pâdişahın şekli, görünüşü de, bir gizli düşünce tarafından sevk ve idare edilir.
• Şu sonsuz, sayısız halka dikkatle bak, hepsi de bir düşünceye dalmış, yeryüzünde sel gibi akıp gitmede . O düşünce, halk nazarında önemsiz küçük bir şeydir. Fakat, sel gibi dünyayı sürükler götürür. Görüyorsun ki, dünyada her hüner, her sanat bir düşünce ile meydana gelmede olmadadır.
• Evlerin, köşklerin, şehirlerin, dağların, ovaların, nehirlerin; balığın deniz yüzünden diri olduğu gibi; yeryüzünün, denizin, güneşin, göğün düşünce ile hayat bulduğunu görüyorsun da neden körleşiyorsun, aptallaşıyorsun da beden sana Süleyman gibi büyük; düşünce, karınca misali küçük görünüyor? Neden gözüne dağ pek büyük de; düşünce fare gibi zayıf görünüyor? Neden dağı kurt gibi görüyorsun?
• Dünya, senin gözünde büyüyor, sana korku veriyor; buluttan, gök gürültüsünden, gökten titriyor, korkuyorsun?
• Ey eşekten de aşağı olan kişi! Taşın nasıl bir şeyden haberi yoksa senin de düşünce dünyasından haberin bile yok. Sen düşünce dünyasından eminsin, gâfilsin. Çünkü sen bir şekilden, kalıptan ibâretsin; akıldan payın yok. Sen, insan huylu değilsin ,insan şeklinde bir eşek sıpasısın.
• Bilgisizliğinden ötürü sen, gölge varlığı insan sanıyor,insan görüyorsun da ,bu yüzden sence insan ,bir oyuncak ,değersiz bir varlık oluyor.
• Düşünce ve hayâlin örtüsüz, perdesiz, kol kanat açacağı, bütün sırların meydana çıkacağı kıyâmet gününe kadar dur bekle… O zaman dağların yün gibi yumuşadığını, şu soğuk ve sıcak yeryüzünün yok olduğunu görürsün.
• Gel, gel, ne olursan ol yine gel, İster kafir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel. Bizim dergahımız, ümitsizlik dergahı değildir, Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...
• Ben yaşadıkça Kur'an'ın bendesiyim. Ben Hz. Muhammed'in (s.a.v.) ayağının tozuyum. Biri benden bundan başkasını naklederse; Ondan da bizarım, o sözden de bizarım, şikayetçiyim..
• Ölümümüzden sonra mezarımızı yerde aramayınız. Bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir...
• Güneş olmak ve altın ışıklar halinde, ummanlara ve çöllere saçılmak isterdim. Gece esen ve suçsuzların ahına karışan, yüz rüzgarı olmak isterdim..
• Aklın varsa bir başka akılla dost ol da, işlerini danışarak yap..
• Şu toprağa sevgiden başka bir tohum ekmeyiz, şu tertemiz tarlaya başka bir tohum ekmeyiz biz..
• Hayatı Sen aldıktan sonra ölmek, şeker gibi tatlı şeydir. Seninle olduktan sonra ölüm, tatlı candan daha tatlıdır.
• Biz güzeliz, sen de güzelleş, beze kendini, bizim huyumuzla huylan, bize alış başkalarına değil.
• Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol.
• Önce farenin şerrini defet, sonra buğday biriktirmeye çalış.
• İnsan yüzlü pek çok şeytan var, her ele el vermemek gerek.
• Herkes herkese bir lokma bir şey verebilir ama boğaz bağışlamak, ancak Allah'ın işidir.
• Çok insan gördüm, üzerinde elbisesi yok; çok elbise gördüm, içinde insan yok.
• Tatlı suyun başı kalabalık olur.
• Putların anası, nefsinizin putudur.
• Ecel verileni almadan önce, verilmesi gereken her şeyi vermek gerekir.
• Nefis üç köşeli dikendir, ne türlü koysan batar.
• Kusursuz dost arayan, dostsuz kalır.
• Bir mum diğer bir mumu tutuşturmakla ışığından bir şey kaybetmez.
• Kurdun kuzuyu yemeye niyetlenmesinde şaşılacak bir şey yok. Şaşılacak olan odur ki, bu kuzu, kurda gönül bağlamış, aşık olmuştur.
• Ne kadar bilirsen bilirsen bil söylediklerin karşındakinin anlayabildiği kadardır.
• Doğrudan nasihat, kişiyi yaralar.
• Hayatta muvaffak olmak için üç şey lazımdır: Dikkat, intizam, çalışma.
• Her şeye doğru demek ahmaklıktır, fakat her şeye yanlış demek de zorbalıktır.
• Akıl, aşk ve can! Bu üçü üçgendir. Her derde çare, her yaraya merhemdir.
• Dertli adamın kararsızlıklarla, dumanlarla dolu bir evi vardır. Derdini dinlersen o eve bir pencere açmış olursun.
• Düşüncen gül ise sen gül bahçesisin, diken ise dikenliksin.
• Komşularından av kapmak aslanlara ayıptır, köpeklere değil.
• Dünya alimin kıymetsiz oyuncağı, delinin de değerli salıncağıdır.
• Aşksız olma ki, ölü olmayasın Aşk ile öl ki, diri kalasın...
• Eğer dostun yoksa niçin aramıyorsun? Eğer dost buldunsa niçin sevinmiyorsun?
• Bir kimseyi tanımak istiyorsan düşüp kalktığı arkadaşlarına bak.
• Bir şeyi bulunmadığı yerde aramak, onu aramamak demektir.
• Hiç bir el, gönülden gizli bir iş yapamaz.
• Ezelî, ebedî hayata ve sonsuz sevgiye mâlik olan Allah’tan başka, ne gökyüzü ne yıldız, ne de başka bir varlık görürsün.

17 Aralık 2008 Çarşamba

Kendime Dönüş...

http://www.fotono1.com/foto.php?id=65646
Döndüm!...
Dönmez olaydım...
Dönüşüm sadece buraya değil, kendime de döndüm.
Sevmiyorum kendimi, insan sevmediği biriyle baş başa nasıl kalır? Bir ömür boyu sevmediğim bedenim, sevmediğim ruhumla bir arada bulunacak. Bu acı gerçekle ne zaman karşılaşsam ruh halim böyle olur.
Sevmediğim bedenimin yazdığı sözler, sevmediğim ruhumdan çıkıyor. Sizde sevmediniz değil mi? Sevgi nedir ki? Sevgi ile acı kardeştir belkide... Acılarım, kendime sevgimden mi ileri geliyor?
Bakmayın siz bana. Kendini sevmeyen ben, aynanın karşısına geçip kendime alıcı gözlerle bakarım. "Ne güzel gözlerim, ne güzel saçlarım var" derim bazen. Bazense aynada bakmak utandırır beni.
Bayrama giderken yolculuk sırasında otobüsün en arka koltuğunda ben, kızkardeşim ve erkek kardeşim oturduk. Yolların bozuk olduğu yerlerde otobüs tekerleğinin üstünde oturan biz hop oturup hop kalktık. Aniden yoldaki bir boşluğa düşen otobüs bizi fena sarstığında benden "ahhhhh" diye bir ses çıktı. Önümüzde oturan 2 yaşlarında ki çocuğun tepkisi çok komikti. Otobüs her sarsıldığında o mavi gözleriyle gözlerime bakıp "ahhhh" diyerek annesinin kucağında hop oturup hop kalktı. Bu hareketi o kadar komikti ki, otobüsün arka tarafında oturan bütün yolcular güldük onun bu masum taklitçilik haline. Çocuk beş on dakika sonra kucağımıza çıkacak kadar samimiydi bizle. Otobüsün arka camından merakla dünyayı seyretti. Erkek kardeşimle arası baya iyiydi. Onun kucağından hiç inmedi. Erkek kardeşim kendi elleriyle çocuğa yanımızdaki yiyeceklerden yedirdi. Onunla oyun oynadı. Sabır konusunda benden çok ilerde maşallah. Erkek kardeşim ilerde çok iyi bir baba olacak. Bekar kızlara duyrulur :))) Sürekli çatışma yaşadığım kardeşimi anlamaya, saygı duymaya başladım. Aramızda ki savaşın yerini barış almaya başladı.
Memlekete gidip gelmek zulümdür benim için. Oraya alışana kadar burdan soğurum, buraya alışana kadar oraya soğurum. Sığıntı gibiyimdir orada. Bir bavulla gidersin. Kıyafetlerim hiç bir yere yerleştirmeden bir hafta durur bavulun içinde. Göçebe hayatı yaşıyorum. Bedenim buranın havasına alışmış, oraya gittiğimde farkına varıyorum buraya alıştığımı. Memleketimin havası soğuk geliyor, sobanın başından ayrılmak istemiyorum. Yattığım yeri, havayı, suyu yadırgıyorum. Abim bu yaz evlendiya, yeni eşinide yadırgıyorum. Artık bayramlarda bir kişi daha gelecek. Kendi varlığımı kabul edemiyorken, anamın, babamın, kardeşlerimin, akrabalarımın varlığını kabul ettim!! şimdi yeni gelini kabul edeceğim. Aile içinde ki ilişkilerimizi anlamaya çalışan, yeni hayatına, yeni yemeklere, yeni iklimlere alışmaya çalışan bu yeni geline alışmaya çalışmam haksızlık. Kendine abimi eş seçip anneme anne, babama baba diyen bu gelinin durumu benim durumumdan daha kötü diyerek, onu yadırgadığım için kendimi suçluyorum. Bütün dünyada olup bitenlerin suçlusu benimya, bu konuda da suçlamışım çok mu?
Komşumuz Ayşe Teyze'nin kızkardeşi vefat etti bayramda. Bayramda ölünün ardından yas tuttu bir can daha. Daha kimler tuttu kim bilir...
Bayramdan bayrama gördüğüm annem ve babamı her gidişimde daha da çökmüş ve yaşlanmış buluyorum. Her gidişimde annemi daha fazla anlıyorum ve gittikçe ona daha fazla benzediğimi farkediyorum. Önceden ona benzemek beni nasılda korkuturdu. Bu korku yerini kabullenişe bıraktı. İsyanlarımda zamanla yerini kabullenişe bırakacak. Bu kabulleniş beni korkutuyor, şimdilik!... Sevmediğim, benimsemediğim, hoşlanmadığım bu düzeni kabulleniş benim sonum olacak. Kabulleniş bir sonmudur?
Tayin işlemlerinin başlatılabilmesi için kızkardeşim ve zatı muhteremin resmi nikâhları kıyıldı. Nikahta zatı muhteremin şahidi olacaktım. Son anda değişilik oldu ve şahit olmadım. Zatı muhteremle aram eskiye oranla baya düzeldi. Kızkardeşim İstanbul'a Zati Muhteremin yanına gittiği zaman telefonda ona "Kızkardeşim sana emanet" demiştim. Kızkardeşim İstanbul'dan geri dönerken Zatı Muhterem telefonla beni arayıp "Emanetine iyi baktım, onu otobüse bindirdim geri gönderiyorum." demesini hiç unutamam. Kardeşime benden daha fazla sahip çıkabileceğini düşündükten sonra Zatı Muhtereme teslim oldum. O günden sonra aramız düzeldi. Kızkardeşim şu anda İstanbul'da. Zatı Muhteremle düğün alışverişi yapıyorlar.
Annemde benimle birlikte geldi. Şu an evde yalnız. Eve gittiğimde yemek hazırlanmış, sobamda yakılmış oluyor. Kadınlar anne olduktan sonra evlatları kaç yaşında olursa olsun onları doyurmak ve dış etkenlere karşı karşı korumak zorunda mı? Anneme karşı kendimi çok borçlu hissediyorum. Bu borcu asla ödeyemem. Bende anne olursam, bu borcu ödemiş olur muyum?
Bayramdan önce güzel dileklerimin hiçbiri gerçekleşmedi. Trafik kazasında 200'e yakın can öldü. Kazalardan ders almadık. Gelirken yolculuk yaptığım otobüsün şoförü 200 sayısını 250 yapmak için baya uğraştı ama başaramadı. Belki başka bir yolculuğa.
Hayvanları çocuklarının gözleri önünde katlederek kesip yiyenler geride hayvanların artıklarını yine bıraktılar. Kendi nefsimizi keserek yok etmemiz gerekirken, bir hayvanın canını alma hazzını hissederek daha da canavarlaştık. Bu canavarı ise kestiğimiz hayvanın etiyle besledik.
Savaşlar bitmedi, yine kan döküldü. Huzurevlerinde, hapishanelerde, çocuk yuvalarında, sığınma evlerinde yol gözleyenlerin hasretinin dinmesi başka bir bayrama kaldı. Güzel dilek tutmam bundan sonra, nasılsa olmuyor, olmayınca üzülmem hiç değilse...
Yine evde kalmış muamelesi görüyorum, yine kızkardeşimle kıyaslanıp koca bulamayan beceriksiz muamelesi görüyorum. Yine evli olanların evlilikten yakınmalarını, bekarların yavuklularıyla sorunlarını dinliyorum. Herşey aynı çok şükür bıraktığım gibi.. Farklı olsaydı ben bocalar, şaşardım... İnsanın alıştığı hayat ne kadar güzel, alıştığı dertleri çekmesi ne kadar kolay...
Ben döndüm...
Kendime döndüm..
Gerçeklere döndüm...

5 Aralık 2008 Cuma

Bayramlar Bayram Ola


Kurban Bayramını Sufi o kadar güzel anlatmış ki, ikinci kez anlatmaya çalışsam bu kadar güzel anlatamayacağım için anlatmayı denemiyorum bile... Ama dilek tutup, dua edebilirim...
İnşallah bu bayramda trafik kazalarında can kaybı yaşanmaz, yaşanan trafik kazaların suçlusu olarak Azrail'i değil kendimizi görürüz. Hatalarımızdan ders alırız. İnşallah, bütün yolcular gideceği yere kaza yapmadan varıp, kaza yapmadan döner.
İnşallah bu bayramda kurban alamayan çocuklar, kurban almış arkadaşlarının yanında mahsun ve ezilmiş durmaz.
İnşallah bu bayramda hiç bir insan kurban kesememin ezikliğini yaşamaz; kapısına gelen kurban etlerini mahçup bir ifadeyle almak zorunda kalmaz. İnşallah sadece Kurban Bayramın' da et yiyebilen insanların olduğunu unutmayız.
İnşallah bu bayramda, kurbanlar hak ettikleri gibi Allah'a kurban edilirler ve kurban keserken kendini yaralayan insanları, kaçan kurbanlıkları, kesilirken işkence gören kurbanlıkları, kesilen kurbanların artıklarını açıkta görmek, zorunda kalmayız.
İnşallah bu bayramda; hapiste, huzur evinde, kadın sığınma evinde, çocuk esirgeme kurumunda, mezarlıkta ziyaretçi bekleyen ölü, diri tüm insanlar bekledikleri ziyaretçileriyle bir araya gelirler.
İnşallah bu bayramda bütün savaşlar biter ve bayram sevincini sadece İslâm alemi değil bütün insanlık lâyıkıyla yaşar. İnşallah; din, dil, ırk ayrımı yapılmadan millet değil insanlık bilincine varırız.
Aklıma gelen güzel dua ve dilekler bunlar. Aklıma gelmeyen bütün güzelliklerde inşallah gerçekleşir. Sürçü lisan ettiysem bir eksiğim kusurum varsa affola...
Bayramda yokum, beni özleyin anacım ve Hakkınızı helâl edin....

Sobelendim

Sevgili Nurcan yine beni sobeledi. Halbuki çok iyi saklanıyorum. Ne yapıp edip beni bulup sobeliyor bu hatun. :)) Teşekkür ederim beni sobelediğin için Nurcan. Sobe konusu; Buzdolabımızın içinde neler var?
Evimizi otel gibi kullandığımız için günü birlik alışveriş yapıyoruz. Apartmanın alt katındaki marketten ihtiyaçlarımızı alıp eve öyle gidiyorum. Çalışma hayatına başlamadan önce mutfak konusunda daha kabiliyetliydim. Ama üç sene tek başına bir evde kaldığım için mutfak konusunda köreldim. Tek başına insan ne yemek yiyebiliyor, ne de insanın yemek yapma isteği oluyor. Öğle araları yemek yemek için evime gidiyorum. Bazen "Duvara gülen bir insanın fotoğrafını yapıştırayımda ona baka baka yemek yiyeyim belki yemek yemek daha keyifli olur" diye düşünüyorum. Öğle yemeklerine inat akşam yemekleri daha keyiflidir. Eve genelde ilk önce ben varıyorum. Sobayı yakıyorum ve mutfağa giriyorum. En kolay ne hazırlanırsa onu hazırlıyorum ve kızkardeşimi bekliyorum. Kızkardeşimin hakkınıda yememek gerek, mutfak konusunda benden daha yetenekli ve daha istekli.
Buzluğu Nurcan kadar dolduramam, doldursamda yiyen olmaz. Arada nohut haşladığımızda, fazla haşlayıp, kullanmadığımız nohutu buzluğa atıyoruz. Buzluğumuzda milföy hamuru eksik olmaz. Milföy hamurunu -tamir edecek kimseyi bulamadığımızdan bozuk duran fırınımızı kullanamıyoruz- tavada kızartıyoruz. Dondurucumuzda yazın dondurma da eksik olmaz. Dondurucu da bulunanlar bu kadar :))) Taze fasulye ve dolma bende atmıştım ama yemediğimizden atmak zorunda kalmıştık. Biz öyle midesine düşkün insanlar olmadığımız için ve çocuğumuz olmadığından dolu olmasına gerek yok zaten :))))
Buzdolabında ise peynir, zeytin, Emine teyzemin gönderdiği harika incir reçeli, bal, kaşar peyniri, ton balığı, yumurta, çilek reçeli, ahu dudu reçeli, kuşburnu, krem peynir, yoğurt, marul, maydonoz, mevsimlik sebze ve meyveler olur. Çok nemli bir memleket olduğu açıkta pek bir şey bırakamıyoruz. Poşeti açılmış bütün kuru baklagilleri de buzdolabında saklıyoruz.
İnsanın midesine gereğinden fazla önem vermemesi gerektiğini düşünüyorum. Midemiz kadar ruhlarımıza da önem vermeliyiz. İsraftanda kaçınmaya çalışıyorum ama ne kadar sakınsamda dolapta bozulan gıdaları çöpe atıyorum. Çöpe attığım tüm gıdalar için üzgünüm :(
Bende Taluyka'yı ve Arzu Pınar ' ı sobeliyorum. Kolay gelsin arkadaşlar..

3 Aralık 2008 Çarşamba

Kahır.. hep kahır

" Mavi Rüya  " - El Emeği Yağlıboya Tabl
Resim

Mavidir gördüğüm sana her bakışımda,
Özgürlüktür vardığım her kanatlanışımda
Kahırdır ıraklar sensiz kalışımda
Haykırıştır bu, duymak istemediğin yakarışlarda

Anlamsızlığı yüklüyorum şiirlerime
İsyanları gizliyorum satır aralarına
Anlamak istemediğini haykırıyorum dünyaya!!!
Kâhır!! hep kâhır, yine kâhır, yine de kâhır!!!

Yollar!! Yollar!! Ey amansız yollar!!!
Yetmedimi yolcunuz; yola koyduğunuz
Bitmedi dönmeyecekleri yorduğunuz
Ardında bekleyenleri nice koyduğunuz

Haccecan

2 Aralık 2008 Salı

Eşcinsellik

Eşcinsellik konusunda yapılan araştırmalar, şu soruya cevap bulmaya çalışmaktadır:
Eşcinsellik genetik bir eğilim midir? Eşcinsel insanların hiç mi hatası yoktur? Sosyal faktörler ne kadar etkilidir?...
Eski dönemlerde bir hastalık olarak kabul edilen eşcinsellik, son yıllarda sadece "cinsel kimlik tercihi" şeklinde algılanıyor.
Eşcinselliği yalnızca kişisel tercihler açısından ele alan kişilere, şunu sormak gerekir:
İnsanın neslini yok etme özgürlüğü var mıdır?
Tabi bu, eşcinsel olmak isteyen birisine heteroseksüelliği zorla dayatmak anlamına gelmemeli. Böyle bir empozenin psikolojik mantığı yoktur. Peki çare nedir? Çare, o insanın kişisel olarak neden böyle bir tercih yaptığını anlamak ve bu durumun toplumda niçin artış gösterdiğini kavramaya çalışmaktır.
Aslında konunun değerlendirilmesi gereken diğer tarafı da, olayın sosyal boyutudur. Kişi psikolojik olarak böyle bir tercih yapsa bile bu seçim sosyolojik düzlemde ne kadar doğrudur? Eşcinsellik bütün dünyada yayılma riski gösterirken, durum insanlığın geleceği açısından ciddi bir tehlikelidir. Meselâ California'da yaşayanların %30'u kadın, %30'u erkek iken üçüncü cinsel kimlikde bu oranlarla baş başa gitmektedir; yaklaşık %30 civarındadır. Eşcinseller, evlerinin balkonlarına astıkları gök kuşağı şeklindeki bayraklarla cinsel kimlik tercihlerini ifade etmektedirler. Hatta Amerika ve Hollanda'da, seçimi etkileyecek derecede lobilere sahiptirler. Evlenebilmenin yasal yollarını arayan homoseksüeller, bununla da kalmayıp, evlâtlık olarak çocuk almak ve bu çocuğa bakabilmek için hukuki mücadelelere girişmişlerdir. Ayrıca bu mücadelelerini dünya parlementolarına kabul ettirmek için uğraş vermektedirler.
Eşcinsellik, dünyanın değişik ülkelerinde olduğu gibi Türkiye'de de hızla yayılmaktadır. ODTÜ ve Boğaziçi üniversitelerindeki gay ya da lezbiyen kulüpleri, üniversite yönetimine, "Böyle bir kulübümüz var ve bize yer verin." şeklinde talepler iletmektedirler. Eşcinsellik, bilhassa gençler arasında özgürlük gibi zannedilse de, özgürlük değil, bazı değerlerin yok olmasıdır. Eğer böyle devam ederse, insan nesli bu durumdan ciddi şekilde zarar görebilir.
Cinsellikle ilgili ölçülerin ortadan kalkmasının sorumlusu, bilimdir. Cinsel özgürlük bilim adına desteklenirken, toplumsal ve psikolojik normların dışına çıkılmaması gerekir. Psikiyatri ofislerinde hâlâ "Bir insan eşcinsel olmak istiyorsa bırakın olsun. Eğer böyle mutluysa tercihlerine karışmayın!" deniliyor. O anda mutlu olacağını zanneden insan, 10 sene sonra "Doktor bey, niçin o zaman bu isteğime izin verdiniz?" diye de soruyor. Çünkü insanda biyolojik olarak eşcinsel eğilim yoktur ve eşcinsel kimlik, olması gekeren cinsel kimlikten sapmadır. Bu sebeple eşcinsellik, toplumsal olarak onaylanmamalıdır. Böyle bir sapmayla karşılaşmamak için de kadın ve erkeğin biyolojik farklarına riayet edilmelidir.
Eşcinsellikte Ailenin Önemi
Eşcinsellik, öğrenme boyutu çok geniş olan bir konudur ve bu eğilim, eğitim hatasının bir sonucudur. Eşcinsellerin ailelerine baktığımızda, genellikle babanın pasif ve soğuk, annenin ise baskın ve fazla sevgi dolu olduğunu görüyoruz. Eşcinsel erkekler arasında abla, teyze, yenge gibi çok fazla kadın arasında büyüyenlerin oranı yüksektir. Küçüklüğünde kız çocuklarının oynadığı oyunları oynayarak büyüyen bir erkek çocuğu, bir süre sonra kendini kız gibi hissetmeye başlar ki, bu da onu olması gereken cinsel kimliğin tersine götürür.

Prof.Dr. Nevzat TARHAN Sayfa:49-50