Görev Beni Çağırıyor... Seni de...

27 Ekim 2010 Çarşamba

Likya Yolu (26 Ekim 2009)

                              Resim

Sabah uyandığımda hava soğumuş, yağmur çiseliyordu. Vücudum ve bacaklarım ağrıyordu ancak bu ağrı o kadar olağan bir hal almıştı ki, ağrıyı normal bir durum gibi  algılamaya başlamıştım. Çadırımdan çıkmadan üzerimi değiştirmeli ve çadırımı toplamaya başlamalıydım. Daha sonra da kahvaltımızı yapıp yürümeye başlayabilirdik. Ben bunları düşünüp uğraşırken Karadenizde kalkmış, çadırını toparlamakla uğraşıyordu. Çadırımın dışında dün ki taşıdığım yiyecek poşetlerini geri istediğinde "Eminmisin? Poşetleri taşıdığının lafını bana edersen!" diyerek poşetleri geri vermemek için diretirken "çok uzatma!" der gibi "off!"layarak kolunu çadırımın içine uzattı ve çadırımın kenarında bulunan poşetleri aldı. Ah canım gördün mü, dün bana hayat dersi vermek için poşetleri bana taşıtmış, dersini verdikten sonra poşetleri geri almıştı. O kıyamaz ki bana zaten!!! Giyindikten sonra dışarı çıkıp, çadırımı toplamaya başladım. Sonra, civarın fotoğrafını çektikten sonra tesisin sahibi ve eşinin yanına gittik. 
Kamp alanının genç sahibi daha önce market işletiyorken iflas etmişti. Dedesinden miras kalan bu toprakların Likya Yolu güzergahı üzerinde bulunduğunu öğrendikten sonra burada kamp alanı açarak gelip, geçen turistlerin çadır kurabileceği, yemek yiyip, duş alabileceği bu kamp alanını açmıştı. "Henüz kâr elde edemedim ama bir kaç yıl içerisinde kâra geçebileceğimizi umut ediyorum" diyordu. Eşiyle bu ıssız yerde yaşamaya başladıklarından gördükleri insanlar sadece yürüyen Likya yolu sakinleriydi. Alış veriş yapabilmek için şehire kadar botla gidip geliyorlardı.  
Kamp alanının genç sahibinin dedesinin dedesine ait 200 yıllık tarihi evin önünde Karadeniz ve genç işletmeciye fotoğraf çektim. "Kahvaltı yapmayacak mısınız?" diye soran işletme sahibine "Hayır teşekkürler" demişti Karadeniz. Ne! Kahvaltı yapmayacak mıyız? Neden ve niçin? Niyeeee? Güzel bir kahvaltı fırsatı bulmuşken neden bu fırsatı tepiyorduk ki?  Bu soruların hiç birini Karadeniz'e sormadım, orda kendisine itiraz bile etmedim. Biraz daha kamp alanında oyalandık ve işletme sahipleriyle vedalaştıktan sonra yola koyuluyoruz. Düz, dümdüz, düpedüz ve de gündüz yollarda yürüyoruz. Hava bulutlu. "Yağacağım, hazırlıklı olun" diyordu gökyüzü. Yürümeye devam ederek "Yağarsan yağ, bize engel olamazsın" diye cevap vermiş, kapalı havaya aldırmadan yürüyorduk. Kainatın ortasında iki zerre kadardık, herşeyden ve herkesten bağımsız yürüyorduk. Arada aç olduğum ve karnımın sırtına yapıştığı  aklıma geliyor, Karadeniz'e öfke duymaya başlıyordum.  Ancak Karadeniz bana yine ders vermek istiyor ve yahut beni açlıkla imtihan ediyor diye açlık üstüne tek kelime bile etmiyordum. Bu sefer ki imtihandan puanımı kırması için ona fırsat vermeyecek, 100 puan almak için elimden gelen her şeyi yapacaktım.
Yer yer Karadeniz'in yanında, yer yer arkasından onu takip ederek yürüyordum. Çok farklı ve güzel bir coğrafyası vardı yürüdüğümüz yolların. Bakmaya doyulacak gibi değildi. Sırt çantası omuzlarımı acıtmış ve çok yorulmuştum. "İlerde ki ağacın altında biraz oturalım mı?" diyerek Karadeniz' den yanıt gelmesini beklemeden ağacın altına doğru yürümeye başladığımda beni takip etti. Çantamı çıkartmadan uygun bir kayanın üzerine oturdum. Ulu, büyük ağaçlar kim bilir nelere şahit oldular? Kimler gelip kimler geçti bu yollardan?  O gün içimde tarif edilemez bir hüzün vardı, tıpkı şimdi olduğu gibi. Açlıktan mı acaba! O zaman da açtım, şimdi de açım. Açlığın insanı mahsunlaştırdığı bir gerçek! Hüzün arada gelip üzerime örtünür. Her duyguyu olduğu gibi hüznü de doyasıya yaşıyorum. 
Yanıbaşımızda ki yıkık ev hakkında konuşmaya başlıyoruz. Taşları eskiden nasıl üst üste koyup yıkılmamasını sağlıyorlardı ki? Günümüzde çimento kullanılıyordu, eskiden harçta ne kullanmışlardı? Kimler yaşamıştı bu evde? Bir zamanlar yaşamış vakti gelince  göçüp giden insanların yaşadıkları yerle bağlantılarının hiç bitmediğine inanırım. Onlar çoktan ölüp gitmiş olsada sizi bir his, bir duygu çepe çevre sarıp sarmalar, "bende bir zamanlar burada yaşadım!" diyen sesleri kulağınıza fısıldar sanki. Ama kulağım ağır işitir ki benim. Cep telefonumda konuşurken yanımdaki insanın kolaylıkla duyabileceği sesi bile duymakta zorlanan ben yüzyıllar önceden gelen fısıltıları nasıl duyayım? Sizi duyamasamda hissediyorum. Yaşadınız, güldünüz, ağladınız, sevdiniz, sevildiniz, seviştiniz, nefret ettiniz, savaştınız, barıştınız, mağdur oldunuz, zalim oldunuz, tecavüze uğradınız, tecavüz ettiniz, ektiniz, bitçiniz, yediniz, yediğinizi çıkardıktan sonra benim gibi keyif duydunuz, hastalandınız, öldünüz, ölenin arkasından ağladınız, gidenleri kalbinizde taşıdınız... Hayat denen bu kervanı geçmişten alıp geleceğe taşıdınız. Ama geçmişte yaşadınız ve orada kalmalısınız. Geçmişi ve geçmişte yaşayan insanları düşündüm, yaşadıkları üzücü olayları düşünüp üzüldüm, elimden bir şey gelmeyeceği aklıma geldiğinde üzülmeyi bıraktım. Çok geçmiş zaman değil;  dedemin babası bile Haccecan diye birisinin kendi soyundan geleceğini bilmiyordu ve de hiç bilmeyecekti. Geçmişte kimse beni bilmedi, benim için üzülmedi, sevinmedi. Gelecekte de kimse "bir zamanlar Haccecan diye birisi yaşamıştı" diyerek beni düşünmeyecekti. Oturduğum kayanın üzerine oturup "kimler geldi, kimler geçti!" diye düşünen insanlar fısıltılarımı duyar gibi olacak ancak fısıltıya bir anlam veremeden düşüncelerini "şimdi ne yesem acaba?" diye değiştirecekler; tıpkı benim gibi... Hepimiz içinde yaşadığımız zamana aidiz ve saniyelik düşünce değeri kadarız.
 Su sarnıcının yanında dururken taş merdivenlerde elinde testisiyle inen antik genç bir kızı ve kalbinde taşıdığı yavuklusunu hayal ediyordum.  Sevdiği adam savaşa gitmiş ve dönmemiştir. İçime bir sızı oturuyor. Orada gerçekten savaşta ölen sevgilisinin yasını tutan bir kız yaşadı mı bilmiyorum. Bilmediğim halde orada neden öyle düşünüp, böyle bir hayal kurdum onu da bilmiyorum. Yoksa kulağıma fısıldananlar bunlar mıydı? Off Haccecan, bırak şimdi onları sen kendi haline üzül. Yanında ki Karadeniz seni sabahtan beri aç aç yürütüyor. Yiyecek poşetlerinide karnını doyurabilecek bir şey bulamaman için  taşıyacağım diye aldı. Şimdi hapı yuttun işte!!!
Bedenen dinlenmek için oturduğum yerden zihnen yorularak kalkıyor ve tekrar aç karnına yürümeye devam ediyoru(m)z. Yağmur ufak ufak yağmaya başladığından yağmurluğumu giyiniyorum. Karadeniz kızkardeşinin ödünç verdiği askeri pançoyu çantamın üzerine geçirdikten ve kendi çantasını da yağmura karşı pançosunu geçirdikten sonra yürümeye devam ediyoruz. Karadeniz ıslak kayaların üzerine basarken kayıp düşmemem için dikkatli olmam için beni uyarıyor. Kayıp düşmem ama inşallah açlıktan bayılırımda sende vijdan azabından ölürsün!!! Biraz daha yürüdükten sonra elma yiyip yemediğimi sorduğunda masum ve mazlum bir bakışla birlikte yerim anlamında başımı salladım. Elinde ki elmayı ikiye koparıp yarısını bana verdi. "Aç karnına elma ile doyulur mu?" diye düşünme okuyucu. Yiyecek yoksa doyulur, doyulurmuş, doymuş gibi sanılırmış... Yarım elma gönül alma... Çabuk biten diğer bütün güzel şeyler gibi yarım elmada çabucak bitmişti. Elmanın verdiği enerjiyle daha saatlerce yürüyecektim.
Yağmur şiddetini arttırdı. Ayaklarım ıslanmıştı. Ayakkabıma yapışan çamurlar yüzünden yürümekte zorlanıyordum. Likya yolu işaretlerini de kaybettik. Doğru yolun nereden devam ettiğini anlayabilmek için kırmızı beyaz işareti arayıp duruyoruz. Karadeniz doğru yolu bulduğunda bana seslendi, sesin geldiği yöne doğru gidip Karadeniz'in peşinden yürümeye devam ediyorum. Düz yollar bitip dağ yollarında yürümeye başlıyoruz. Karşımıza bir erkek bir bayan turist ve birde rehberden oluşan bir ekip çıkmıştı. Amerikalı turistler İstanbulda yaşayan rehberlerinin eşliğinde yolu yürüyorlardı. Sırtlarında ufacık, tefecik çanta vardı. Yükleri çok hafifti. Onları kıskanmamak ne mümkün!! Ayak üstü biraz sohbet ettikten sonra yürümeye devam ediyoruz.
Tatlı su kaynağının deniz ile buluştuğu yerde küçük bir gölet oluşmuştu. Karadeniz göletin içinde yıkanmak istediğini söyledikten sonra bana bakıp bu düşüncesinden vazgeçmişti. Ben kirli iken yıkanmak istemediğinden ve yahut benim yanımda yıkanmaktan çekindiğinden bu fikrinden caymış olmalıydı. Biraz daha yürüdükten sonra biraz mola vermek için çantalarımızı çıkarttık. Ayağımda ki çamurları temizlemek için büyükçe bir kayanın üzerine çıktım. Her fırsatta bulunduğum ortamın en yüksek yerine çıkma huyum burada da nüksetmişti. Karadeniz biraz sonra "orada ne işin var? neden çıktın?" diye sorduğunda "seni gözetlemek için çıktım!!" diye yanıt verdim. Kayanın üzerinden inip çantamın yanına gittiğimde bir şeylerin ters gittiğini anladım. Her tarafta ıslak mendil ve tuvalet kağıdı atığı vardı. Havayı  biraz kokladıktan sonra çantamı koyduğum bu mekanın insanlar tarafından tuvalet olarak kullanıldığını anladım. "Olamaz ya!!! Şu koskaca alanda bula bula burayı bulup çantamı çıkartmışım. Şansımın ta dibine tüküreyim!" diye söylenmeye başlayarak çantamı oradan almaya çalıştığımda Karadeniz de gülerek yanıma gelmiş ve çantamı tuvalet olarak kullanılan mekandan almama yardımcı olmuştu. Çantama ilk bir saat dokunurken içim kalktı. Tiksindim o çantadan. Sırtımda taşırken zaten canıma okuyordu. Çok canımı sıkmaya devam ederse atarım onu denize. Hiç acımam!.. Yolun ortasını tuvalet olarak kullanan bu insanlarıda esefle kınıyorum. Turistlerin bu konularda fazlasıyla rahat olduğunu duymuştum zaten. Başkalarının olup olmadığına aldırış etmeden yolun ortasına tuvalet ihtiyaçları için oturabiliyor, kabak gibi görünmekten rahatsızlık duymuyorlardı. Ulan ben wc ihtiyacı için dakikalarca yürüyüp yol kenarından uzaklaşıyor, nerede kuytu, çalılık gibi görünmemi engelleyecek yer varsa oraları tercih ediyordum. Biraz örnek alın beni. Cık cık!!
Biraz daha yürüdükten sonra mola vermek için bir yerde konaklıyoruz. Ayakkabımı ve ıslak çoraplarımı çıkarttım. Etraftan topladığımız çalılarla ateş yakıp su kaynatıp ballı çay içtik. Matımı yere serip üzerine yayıldım. Bu molayı aç karnına yürüyerek sonuna kadar hak etmiştim. Yayıl Haccecan yayıl!  Yağmur çiselemeye başlamıştı. "Allah'ım lütfen yağmur yağmasın, ne olur" diye dua etmeye başladığımda Karadeniz yine iğneleyici ve aşağılayıcı ifadesiyle "Yağmuru Allah' mı yağdırıyor ki?" demişti. Onu duymamış gibi yaparak "Allah'ım lütfen yağmur yağmasın" diye dua etmeye devam ettim. Bu sefer duam kabul olmamış, yağmur şiddetini arttırmıştı. Yağmurun yağmasına isyan edip, offlamak yerine matımın üzerine uzanıp, başımı ellerimin arasına aldım. Sudan rahatsız olmamı gerektirecek ortada bir durum mu vardı? Yooo. Yağmur damlaları beni kağıt gibi eritemeyeceğine  ve güçlü, süper Haccecan'ı bir kaç yağmur damlası yıldıramayacağına göre... Öyleyse tadını çıkar Haccecan. Yağmur damlaları tenime değdiğinde ürperiyor, içimi gıdıklayan bir duygu sarıyordu beni. Böyle bir kaç dakika yağdıktan sonra yağmur kesilmişti. 
Herkesin algı düzeyi, düşünme kapasitesi, hissedebilme düzeyi, önsezileri, gördüğünü algılaması, duyduğunu yorumlayabilmesi farklı farklıydı. Herkesin mavi diye gördüğü,  renk körü olan bir insan için yeşildi. Bir çok insanın çirkin olarak değerlendirdiği bir bebek annesi için dünyalar güzeliydi.  Sorgusuz sualsiz, hesapsız çıkarsız Karadeniz'in peşinden yürümemi sağlayan duyguları yana yana hissedipte neden ve nasıl böyle hissettiğime bir anlam veremiyorsam şeklini şemalini bilmediğim duymadığım, görmediğim bir Yaratıcının olduğunu da kalbimde hissediyor ancak bu duygulara bir anlam veremiyordum. Karadeniz kendi duygularıda dahil herkesin duygu ve düşüncelerine karşı duyarsız ve ilgisiz davranan bir insandı. Duygularını ve hislerini yok sayan birisinin sadece mantığını ön plana çıkartarak hareket etmesi onu taşlaştırmış ve davranışlarında çelişkilere neden olmuştu.  İçimde yana yana hissettiğim duyguları yok sayıp, görmezden gelmem benim de yaşayan zombi haline dönüşmemi sağlayacaktı. Yok valla onun gibi taşlaşacağıma, akılsız ama duygulu kalmayı tercih ederim. Ancak her şey zıttıyla vardı. İyinin olması için kötüye, "var"ın algılanması için "yok"luğa ihtiyaç vardı. Var olarak algıladığımı yok olarak algılayan Karadeniz'i yadırgayamam hiç bir zaman. Varlıkta, yoklukta, herşey O'nu gösteriyordu.
Mola yerinde yatıp yuvarlandıktan, yiyip içtikten sonra toparlanıp tekrar yürümeye başlıyoruz. Deniz seviyesinde su kenarından yürüyorduk. Yolu şaşırmış, dikenliklerin içerisine girmiştik. Karadeniz duvarın üzerinden atlayıp gözden kaybolmuştu. Etraftan havlayan köpeklerin sesi geliyordu. Duvarın üzerine çıkmış, inmeyi başaramamıştım. Ha atladım, ha atlayacağım derken oradan inmeyi başarmış, normal yola çıkmıştım. Üçağız limanına vardığımızda Likya yolu tabelasının altında fotoğraf çekinip, Üç ağız köyünün içinde yürümeye başlıyoruz. Köylü kadınları yaptıkları takıları ve topladıkları şifalı bitkileri sokakta açtıkları tezgahlarda satıyorlardı. Turistler otobüslerle kafile halinde gelip köyü ve civarında ki tarihi mezarları geziyorlardı. Köyde yeni yapı yapmak ve evlerine bir çivi çakılması bile yasak. Köyün içinde yürürken önümüzde yürüyen insanlara ait bir köpek; sırtımızda ki çantalarla gözüne garip göründüğümüzden olsa gerek bize havlamaya başlamıştı. Havlamayı kesip biraz yürüyor sonra geri dönüp tekrar bize havlıyordu. O havlamaya başladığında ben yerimde duruyor tedirgin tedirgin köpeğe bakıyordum. Karadeniz köpeğe sakinleştirici sözler söyleyerek düşman değil dost olduğumuzu anlatmaya çalışmıştı ama nafile. Köpek bir kere düşman bellemişti bizi.
Kemer'e gidecek yolcu otobüsü o saatte bulmamız mümkün olmadığından aracıyla bizi şehire götürebilecek birisini aramaya başladık. Ahmet adında köyde yaşayan birisi bizi aracıyla Kemer'e kadar götürüp bırakacaktı. Akşam saat 5 civarı çantalarımızı araca yerleştirdikten sonra Karadeniz şoförün yanına, ben ise arkada oturup Kemer'e doğru hareket ediyoruz. Likya yolunu, yürüyüş boyunca karşılaştığımız insanları, yaşadığımız güzel günleri geride bırakmanın hüznü çökmüştü bana. Gönlüm, aklım oralarda kalmıştı. Kemer'e vardığımızda Antalya giden yarım otobüse binip yola devam ettik. Kaç gündür duş almadığımızdan çok kötü kokuyorduk. İnşallah otobüs ahalisine de kötü kokmuyoruzdur!!! Yolda giderken çok şiddetli bir yağmur yağmaya başlamıştı. Yürüyüşümüzü tam zamanında sonlandırdığımızı düşünüyorduk. Antalya'ya terminaline vardığımızda tuvalete gidip kendimize biraz şekil verip temizleniyoruz. Manavgat otobüsüne binip tekrar yola devam ediyoruz.
 Otobüste giderken kamp alanında yakışıklı turist ile Karadeniz'in yaptığı sohbet üstüne konuşmaya başlamıştık. Yakışıklı turistin iyi ilişki yaşadığı sevdiği bir kız arkadaşı vardı.   Yakışıklı turist dünyayı dolaşarak Likya yolu gibi  parkurlarda  keşif yürüyüşü yapıyordu. Nerede konaklanır, nerelerde yürünür bunları tespit edip ülkesine dönüyor bu parkurları yürümek isteyen insanları ülkemize getirmeyi planlıyordu. Kız arkadaşına çok vakit ayıramadığından ilişkileri çatırdamaya başlamıştı. Kız en sonunda "ya işin ya ben!"  diye resti çektiğinde yakışıklı turist işini seçmiş, ilişkilerini bitirmişlerdi. O gün bu gündür sap gibi geziyordu yakışıklı turist. Karadeniz ilişkisini bitirmesinin doğru bir karar olduğunu, gezmeyi seven yakışıklı turist kızı tercih etmiş olsaydı bile ilerde ilişkisini bitireceğini söylüyordu. Ben ise sevginin kolay bulunamayacağını severek ayrıldıklarını, eğer gerçekten birbirlerini seviyorlarsa işlerine saygı göstermeleri gerektiğini söylüyordum. Bazı gezilere birlikte çıkabilir, bazı gezilerini tek başına yapabilirdi. Beraber vakit geçirmek için vakit oluşturabilirlerdi. Karadeniz ise görüşünde doğru olduğunu savunmaya devam ediyordu. Bu Karadeniz akıllanmaz!! Duygularını açıklamaya çalışan sevdiği kıza "git evlen!" demiş, kızda başkasıyla evlenip kendisine bir hayat kurmuştu. O günden beride hayata küsmüş, kapı ve pencerelerini aşka kapatmıştı. "Şimdiki aklım olsa sevdiğim kızı asla bırakmaz, yanımdan ayırmaz, onunla birlikte bir ömür sürerdim" diyen kendisi değil miydi? O yakışıklı turistde, Karadeniz de bir odundu. Bunlar sevgiden, aşktan ne anlar!!!
Gece 09:00-10:00 sularında Manavgat'a vardığımızda yapay şelâlenin orada iniyoruz. Geçen senede Manavgat'a tatile geldiğim için arkadaşımın evine yürüyerek gitmeyi düşünüyor, bizi karşılamak için zahmet etmelerini istemiyordum. Karadeniz ise evlerini bulamayacağımı düşündüğünden "arkadaşlarını ara!" deyip diyordu. Karadeniz"in isteğiyle arkadaşımı aradım; biraz sonra arabalarıyla bizi almaya geldiler. Karadeniz kendisine yabancı olan kız arkadaşlarımla karşılaşacağı için tedirgin olduğunu hissediyordum. Kızların bizi nasıl karşılacağını, Karadeniz'le  bu yolu neden yürüdüğümüzü açıklayacak bir cevabım olmadığından bende tedirgindim. Evlerine vardığımızda bizi sıcak karşıladılar. Dağlarda yaşadığım günlere şaşırıp, "iyi cesaret etmişsin!" diyorlardı. Karadenizi onlara arkadaşım olarak tanıtmıştım. Duş alıp, yemeğimizi yedikten sonra yatmak için hazırlanıyoruz. Yürek (arkadaşımın takma adı yürek olsun) yanıma gelip "Karadenizle aynı odada yatmamızın sorun olup olmayacağını" sorduğunda "hayır olmaz" cevabını verdim. Yürek iki kız kardeşiyle birlikte bir evde kalıyordu. Karadeniz"in yatması için bir oda vermesi durumunda bir kişiye yatacak yer kalmıyordu. Karadeniz'le ben nasılsa daha önce aynı odada kalmıştık. Şimdi "hayır aynı odada kalamayız!" demem onlara karşı saf kızı oynamaktan farkı kalmayacaktı. Yatma vakti geldiğinde Karadeniz'e "hadi yatalım, kızlar sabah işe gitmek için erken kalkacaklar" dediğimde yerinden kımıldamamıştı. Kolundan tutup çekmeye, yerinden kaldırmaya çalıştıkça inatlaşıp oturduğu koltuğa gömülüyordu. Kalkmayacağını anladığımda kendi haline bıraktım. İnatlaşarak ona bir iş yaptırmak mümkün değildi. Biraz sonra kalkıp yatacağımız odaya kendisi geldi. Tek kişilik iki yatak olan odada o gece rahat bir yatakta uyumanın keyfini çıkartarak güzel bir uykuya gözlerimizi kapattık.

Likya yolu yürüyüşümüzün sonuna geldik okuyucu. 15 gün boyunca yaşadığımız maceraları kaleme alıp yazmam neredeyse iki ayımı aldı. Likya yolunu yürüyüşümüzün üzerinden bir yıl geçtikten sonra  kaleme almaya çalıştığımdan unuttuğum veya yanlış yazdığım konular olabilir. Bu konuda affınıza sığınıyorum.

21 Ekim 2010 Perşembe

Likya Yolu (25 Ekim 2009)



O gece Karadenizin yanında korkusuzca mışıl mışıl  uyumuştum. Gölgesine sığındığın ulu ağaç seni Ağustos sıcağından  korur ya, Karadeniz'de öyle  kayayı tepeden aşağıya  yuvarlayanlara karşı beni korumuştu. Kahramanım benim.... 
Sabah gözümü açtığımda Karadeniz'in yanımda  put gibi yattığını gördüm. Gözleri kapalıydı. Uykusunda bile kaşlarını çatmış, kendini kasmıştı. Çadırın içinde havada uçuşan küçücük bir sineği "şerefsizzzz!" diyerek elimle öldürdükten sonra Karadeniz'e baktım. Gülüyordu. Demek ki uyanık!!!  Çadırın sinekliği olduğu halde nereden girdiğini anlamadığım sinekler çadırın içinde uçuşup duruyordu. Karadeniz çadırına misafir gittiğimde mum ışığında bu sinekleri  eliyle "şak şak!!" öldürüyor, öldürürkende "şerefsizzzzz!!" diyordu. Şimdi onu taklit ederek bende sinek öldürmüştüm. Güldüğünü farketmeyeyim diye kafasını diğer tarafa çevirmişti. Nasıl bir zırhın, nasıl bir kabuğun var senin Karadeniz? Biraz zaman sonra "aşağıya yuvarlanan bir kayadan çok korktun!!!" deyip korkaklığımı yüzüme vurmaya çalıştığında    "Korkmadım, gece biz uyurken birileri bize saldırmaya çalışırsa bir arada bulunalım istedim. Çadırıma saldırırlarsa kimsenin olmadığını anlayana kadar biz çoktan onları nakavt ederiz diye çadırına geldim" dedim. "Tabi tabi eminim öyledir! İşiniz gücünüz hep dalevera" deyip çadırdan bir hışımla çıktı. Onun durmadığı yerde ben ne duracağım!  Çadırından çıkıp uyku tulumumu, matımı alıp çadırıma koydum. Demek ki Kalkan'da çift kişilik yatakta yatmanın kendisi için sorun olmayacağını söylerken palavra atıyordu! Gece onun yanında yatarak Karadeniz'in gözünde ki asi, kendini bilen, kendini koruyan, ahlâklı, nâmuslu Haccecan gitmiş,  korkmuş numarası yaparak kendini başkasınının kollarına teslim eden, basit, avam, orta malı Haccecan olup çıkmıştım. Film sahnelerinde olurya, kadınla erkek geceyi birlikte sevişerek geçirdikleri ertesi sabah erkek; kadını yatakta uyurken bırakıp sessiz sedasız çekip gitmiştir. Kadın kendini erkeğin şehvet duygularını köreltmek için  (tek kullanımlık mendil gibi) kullanılıp kenara atıldığını düşünüp salya sümük ağlamaya başlamıştır. Karadeniz çadırdan çıkarken kendimi tek kullanımlık mendil gibi hissettim. Onun yanında masumca uyuduğum halde ırzına geçmişim, kendimi kullandırmışım gibi davranıyordu. Likya yolu yürüyüşü boyunca kabuklu, sert, kasıntı, odun dediğim Karadeniz'e kurban olayım. Meğer o Karadeniz melekmiş melek!!  Ortaya gıcıkmı gıcık, asabi mi asabi, aksi mi aksi bir Karadeniz çıkmıştı. Kahvaltı için bir şeyler atıştırıyorken bu başladı söylenmeye. O kadar çok söylendi ki artık dayanamayıp; "Yol boyunca bütün erzakları ben taşıdım" dediğinde "Bundan sonra yiyecek poşetlerini ben taşırım!" diyerek kalktım ve poşetleri sırt çantamın yanına koydum. Yine bir rest çekmiştim. Bakalım bu rest tutacak mı?  "Öylemi? O zaman suyuda al sen taşı!! diyerek 2,5 litrelik suyuda gözümün önüne koymuştu. Bu hareketinden sonra öfkeden kudurdum. Taşırım ne olacak! Ettiği lafların altında ezilecek değilim. Yaptığı fedakârlıkları böyle kafama vura vura sert bir ifade ile dile getirip laflarıyla beni ezmesine razı olacağıma eşşek gibi taşırım daha iyi!!! Senin sivri dilinin altında ezilmektense eşşek olmayı tercih ederim!! Biz inatlaşıp, çekişip dururken Karadeniz'in neden böyle davrandığına bir türlü anlam veremiyor, etkisine tepki gösteriyordum.
Çadırlarımızı toplamaya başlamıştık. Karadeniz'in yüzüne bile bakmıyordum. Naparsa yapsın!!!  Ben çadırımı toplamakla uğraşırken, göz ucuyla şöyle bir Karadeniz'e bakayım dedim. Sırtına aldığı çantasıyla yürümeye başlamıştı bile. Arkasından bakakaldım. Aman Allah'ım beni burda bırakıp gidiyordu! Dünya başıma yıkıldı sandım o anda. Beni bu dağ başında bırakıp gidiyordu işte. Gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Peşinden koştum. "Gitmeeeee, beni burada bırakıp nereye gidiyorsun?" diye söyleyecekken gururum galip geldi. Bir kaç adım koştuktan sonra geri döndüm.  Beni bırakıp gidenle işim olmaz. Defolup gitsin! Ben başımın çaresine bakarım. Hırs, öfke, kin, nefret duyguları ile sarılıp sarmalanmıştım. Gözlerimden yaşlar aka aka eşyalarımı çantama yerleştirmeye başladım. Alçak Karadeniz! Yiyecek poşetleri çantanın içine sığmadığından çantanın dışına kancalı lastikle bağlamaya çalıştım. Bıraktığı 2,5 litrelik suyu da elime aldım ancak çantanın hiç bir yerine sığacak veya bağlanacak gibi değildi. Hem zaten bu suyu taşımayı ben istememiş, taşımam için o önüme bırakmıştı. Su burda kalsın! Yanımda ki su bana yeter! Bu işlerle uğraşırken ne yapacağımı kara kara düşünmeye başlamıştım. Karadeniz'e güvenip yola çıkmak hayatımın hatasıydı. Ama ne olursa olsun bu yürüyüşü tamamlayacaktım. Hayatımda her daim Karadeniz yoktu; şimdiden sonra da olmasa hiç bir şey kaybetmem. Bana kalan yine ben olacaktım. Bunun da üstesinden gelirsin sen Haccecan. Çantamı sırtlayıp yürümeye başladım. Doğru yolu bulup bulamayacağımı bilmiyordum. Harita, kitap, bilgi, güç, herşey Karadeniz'deydi. Ben sadece koyun gibi onu takip etmiştim. Şimdi onsuz zifiri karanlıkta yürüyor gibiydim. Bütün her konu hakkında ona sınırsız güvenmekle hata etmiştim. Omuzlarıma yiyecek poşetlerinin ağırlığının yanı sıra pişmanlık, öfke, kin, nefret duygularının ağırlığı da binmişti. Deh Haccecan deh...
 Daha önce yüründüğü belli olan  izleri takip ederek patika yolda ilerliyordum. Yamacında çadır kurduğumuz dağa; çevresinde biraz yürüyüp tırmanmaya başladım.  Tırmanma bittiğinde karşımda öfkemin nedenini ve kaynağını  ayakta dikilirken gördüm. Karadeniz...  Ben Karadeniz'e kin ve öfkeyle gözü yaşlı bakıyorken o " 2,5 litrelik şişedeki suyu almadın mı?" diye sordu. Öfkeli öfkeli bakıp cevap vermeden yanından geçtim. Gözlerimden alevler fışkırıyordu. O alevlerde yanıp kül ol, yok ol Karadeniz!!! Su umrumda bile değildi. Karadeniz hızlanarak yanımdan yürüyüp geçti ve gözden kayboldu. Onun anlam veremediğim davranışlarına anlam vermek için hindi gibi düşünmek istemiyorum artık. Ne yaparsa yapsın, ne hali varsa görsün. Yurt dışından gelip bu yolu yürüyen binlerce turist vardı. Bu ülke benim. Bu topraklar benim. Onlar yürürse bende yürürdüm. Kimse umrumda değildi. Yaptıklarını kafama kakıp duracak birine ihtiyacım yoktu! Tek başına yürüyordum. Dağ yollarından, patika yollardan az gittim uz gittim. Doğru yolda ilerleyip ilerlemediğimi anlayabilmek için arada çevreme bakıp kırmızı-beyaz işaretleri arıyordum. İşareti gördüğümde doğru yolda ilerlediğime emin olup yürümeye devam ediyordum. Likya yolu yürüyüşüne çıkmadan önce internette yaptığım araştırmada bu yolu tek başına yürüyen bir bayanın bloğunu okumuştum. O yürüdüyse bende yürürdüm, yürüyordum da. Bu gücün kendimde olduğunu keşfetmemden  sonra benim için Karadeniz'in rehber olarak önemi kalmamıştı. Bir kaç saat yürüdükten sonra Karadeniz'i  bir ağacın altına oturmuş mavi not defterine bir şeyler yazarken gördüm. Çantamı yanında çıkartıp hemen wc ihtiyacı için uygun bir yer aramaya başladım. Sabah ki o hengamede wc'ye gidememiş, pedimide değiştirememiştim. Bunun içinde Karadeniz'e daha fazla kızıyordum. Wc ihtiyacından geri döner dönmez Karadeniz çantasını sırtlayıp yürümeye başlamış ve gözden kaybolmuştu. Yürümeye devam ediyordum. Sırt çantamın dışına bağladığım çadır sola doğru kayıp duruyordu. Ağırlık sol tarafa bindiğinden rahatsız olmuştum. Çantamı çıkartıp çengelli lastikle yükleri tekrar bağladığım halde bir fayda etmemiş, sol tarafıma kayıp beni rahatsız etmeye devam etmişti. Yeter birde seninle uğraşamam çanta!!! Keçiboynuzu ağaçlarının altından yürüyerek ilerledim. Dozerle yeni açıldığı belli olan araç yoluna çıktım. Etrafa bakıp Likya yolunun nereden ilerlediğine baktım. Yolda bir araç parketmiş, ilerde bir yerlerde insanların sesini duyabiliyordum. O tarafa doğru biraz yürüyüp işaret aradım ancak göremedim. Bu yol değil demek ki. Dozerle yeni açılmış yolda yokuş yukarı yürümeye başladım. Yolun kenarında kırmızı-beyaz işaretler doğru yolda olduğumu söylüyordu. Kıvrımlı yolda ilerledim. Yolun zirvesine vardığımda  kenarda park edilmiş bir araba ve yanında ayakta bekleyen bir adam gördüm. Yürümeye devam ettim. Adamın bir gözü sağa, bir gözü sola bakıyordu. Şişman, göbekli, kelli felli bir adamdı. Bu ıssız yollarda adamlarla karşılaşmak kadar korkunç ne olabilirdi ki!! Yanından geçip gitmeyi planlıyordum. Adam; kim olduğumu, nereden gelip, nereye gittiğimi sordu.  Kendim hakkında fazla bilgi verip yalnız olduğumu anlamasını istemiyordum  "Likya yolunu eşimle birlikte yürüyorum ancak eşimi kaybettim." dedim. Mesafeli ve soğuktum. Ağaçların ardından bir kaç kişi daha çıkıp beni arabaya bindirip kaçırabilirler, arabadan uzak durmalıyım. Sabahtan beri içinde bulunduğum ruh hali yüzünden mantıklı düşünüp, davranamıyordum.  "Eşinin adı ne?"  diye sorduğunda "Karadeniz" dedim. Esas Likya yolu aşağıda ki patika yoldan devam ediyor, sen araç yolundan yürümüşsün dedi. Dağın zirvesinden aşağı doğru "Karadenizzzzzzzz" diye bağırmaya başlamıştı adam. Yanıt yoktu. Adamla birlikte bende "Karadenizzzzzzzzz" diye bağırmaya başladım. Yer, gök Karadeniz ismiyle çalkalanmaya başlamıştı. Sesimi duyupta gelsin, anlam veremediğim şu davranışına son vermesini istiyordum. Gel be Karadeniz. Elin adamı senden daha insaflı çıktı, seni bulmam için çabalıyor bak! Baya bağırdıktan sonra aşağıdan bir ıslık sesi duyuldu. "Eşin bizi duydu, ıslıkla yanıt verdi" dedi adam. Ben tekrar son çırpınışla "Karadenizzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzz" diye bağırdığımda tekrar ıslık sesi gelmişti. "Eşin geliyor, sırtında ki ağır yükle ayakta durma, oturda bekle" demişti adam. Yolun kenarında ki kayanın üstüne oturup beklemeye başladım. Adamın merakından hakkımda ki sorduğu sorulara kısa ve öz cevaplar verip konuşmak istemediğimi belli etmeye çalışıyordum. Nihayet yolun aşağısında Karadeniz görünmüştü.  Koşarak geliyordu. Soluk soluğa kan ter içinde kalmıştı. Adama kendisini eşim olarak tanıttığımı anlasın diye gelir gelmez "Eşim Karadeniz" diye adamla tanıştırmıştım. Ondan sonra ikisi konuşmaya başlamıştı. 2 km uzaklıkta adamın köyü vardı. Arabasıyla bizi köye götürüp evinde  ağırlayabileceklerini, bize su verebileceklerini söylemişti. Karadeniz bana dönüp "ne dersin arabayla köye gidelim mi?" diye sorduğunda "sen bilirsin!!" demiştim. Beni sap gibi dağın başında bırakıp yürüyen o değilmiş gibi "köye gidelim mi?" diye bana soruyordu!!  Sanki yapılan her şeyi bana soruyor da!!! Sormuş olmak için soruyordu işte. Arada fikrimi sormasını lütûf olarak görüp ona karşı minnet duymamı mı bekliyordu?
Arabaya binip adamın köyüne doğru yol almaya başlamıştık. Sabah ki hotdiri zot Karadeniz gitmiş iletişimci, sosyal Karadeniz ortaya çıkmıştı.  Adamın evine nihayet varıyoruz. Durumlarının iyi olduğu evlerinin her halinden belli oluyordu. İki katlı yeni ve güzel bir evleri vardı.  Adam her gün arabasıyla  Likya yolu güzergahının olduğu o yolda bekleyip  isteyen turistleri evine getiriyor; yatacak yer, yemek ve su veriyordu. Evini pansiyon olarak hizmete açmıştı. Evin kadını bizi güler yüzüyle karşılamış, aç olduğumuzdan masayı hazırlamaya başlamıştı. Mutfakta onunla sohbet ediyordum. "Karadenizle çocuğumuzun olup olmadığını" sorduğunda "hayır" cevabını verdikten sonra "eee zamanı gelince oda olur!!" demişti. Pancar gibi kıpkırmızı olup lafı hemen değiştirdim. Kadının hazırladığı masada Karadenizle  yemek yedikten sonra yer minderlerinin üzerine oturup ev ahalisiyle sohbet etmeye başladık. Daha doğrusu Karadeniz konuşuyordu, ben kırgın kırgın oturuyordum. Evin askerden yeni dönen oğlunun adıda Karadeniz'di. Bizi evine getiren adam bizimle vedalaşıp o yolda beklemek üzere evden ayrılmıştı. Karadenizle tek kelime etmiyor, göz göze gelmemek için çaba sarfediyordum. Evin kadınına saçlarımı yıkayıp yıkayamayacağımı sorduğumda duş bile alabilirsin demişti. Güneş enerjisi olan evde sürekli sıcak su akıyordu. "Neyse vazgeçtim, saçımı yıkamak için çok vakit harcarım" diyerek duvarda asılı saate bakmıştım. Karadenizden birde saçlarımı yıkamakla uğraşırken çok vakit harcadığım için laf işitmek istemiyordum. Gerçi şimdi karşımda ki güleryüzlü ve konuşkan Karadenizdi ancak ne zaman değişip ne zaman beni fırçalayacağı belli olmazdı. Sabah ki davranışına da bir anlam veremiyordum zaten.  Karadeniz saçlarımı yıkamam için onay verdiğinde evin kadınıyla banyoya geçtik. Duş alsam çok iyi olacaktı, mağara adamları gibi kokuyordum. Ancak yabancı bu evde duş almak istemediğimden saçlarımı yıkayıp çıktım. Mutfakta olan evin kadınının yanına gittim. "Bizi evinizde konuk ettiğiniz için kaç lira verirsem uygun olur?" diye sorarken Karadeniz mutfağa gelip "hesabı kendisinin ödeyeceğini" söylemişti. Kendimizi karı-koca olarak tanıttığımızdan, Karadez"in bu atağı kadın tarafından garip karşılanmıştı. "Hayır ben ödeyeceğim" diye inatlaşıp kadının karşısında daha da tuhaf duruma düşmemek için Karadeniz'e itiraz etmedim.
Bu evden de vedalaşma vakti gelmişti. Evin kadını bize elma ve el yapımı ekmek vermişti.  Evlerinin önünde fotoğraf çekindikten sonra vedalaşıp yola koyuluyoruz.  Karadeniz'e hala kırgınım. İlgilenmiyordum onunla. Köyün içinde çocuk çoban ve koyunlarıyla karşılaşıyoruz. Yürümeye devam ediyoruz. Köyü çok gerilerde bırakmıştık. Karadeniz durup karşımızda ki dağların görüntüsünün çok güzel olduğunu söylemişti. Bende durup bir iki saniye dağlara bakıp yürümeye devam ettim. Beni dağ başında bırakıp giden Karadeniz"le, onun söyledikleriyle ve onun güzel bulduklarıyla ilgilenmiyordum! Yürümeye devam ediyoruz. Sabahtan beri sol tarafıma düşen çantanın üzerine bağladığım çadır tekrar kaymaya başlamıştı. Çadırda umrumda değildi! Hiçkimse, hiç birşey umrumda değildi!!! Karadeniz "çantanı indirde çadırını düzgün bağlayayım" demişti. Sabahki hırçın, asi davranışlarından sonra şu an ki ilgili tavırları beni şaşırtıyordu.  Karadeniz çadırı çantama bağlamakla uğraşıyorken "sana bir şey sorabilir miyim? Sabah beni neden öyle bırakıp gittin?" diye sormuştum. "Bunu anlatamam, anlatsamda anlamazsın!" demişti.  Ben gerizekalı mıyım be? Anlayamazmışım!!! Ardından o bana bir şey sordu. Sorduğu şeyi hatırlamıyorum ancak verdiğim cevap dün gibi aklımda. "Anlatamam Karadeniz. Anlatsamda anlayamazsın!" cevabını yapıştırdım. Karadeniz bu etkiye tepki cevabıma karşılık "Çabuk anlıyorsun!!" dediğinde "Anlatan olduğunda anlıyorum!!" cevabını verdim. Yürümeye devam ediyoruz. Ukala, bilmiş, kendini beğenmiş, burnundan kıl aldırmayan Karadeniz'e öfkem giderek büyüyordu.  Kayaların, taşların üzerinden sekerek hızlı hızlı gidiyordum. Karadeniz artık bana yetişmek için uğraşıyordu. Şimdi önünden yürürken çıkarttığım tozları soluma sırası ondaydı. Gücümün, enerjimin doruklarındaydım. Ispanak yemiş Temel Reis yanımda halt etmiş. Öfke yeri geldiğinde çok iyi enerji kaynağı oluyordu. Keşke bir yere saklanıp, Karadeniz'i merakta koysaydım. Kaçırıldığımı, kaybolduğumu düşünüp vijdan azabından ölseydi!! Ah eşşek kafam!! Öyle bir şey yapmadığım için köpekler gibi pişmanım. Mola verdiğimiz köy evinden çadır kuracağımız kamp alanına kadar yürüdüğümüz yolda yürümekten dolayı çok keyif aldım. Tarihi mezarların ve kalenin olduğu bir koya vardığımızda fotoğraf çekmek için mola verdik. Kaya mezarların bir çoğu talan edilmiş, içleri açılmıştı. Yürümeye devam  ediyoruz. Hava iyice kararmaya başlamıştı. Deniz seviyesine indiğimiz zaman çadır kurmak için  yapılmış özel bir kamp alanı çıkmıştı karşımıza. Burada çadır kurmaya karar veriyoruz. Yerden bir metre yükseklikte ki tahtadan yapılmış sedirin üzerine çadırımı kurmaya başladım. Karadeniz ise aşağıya toprağın üzerine çadırını kurmuştu. Tesisin genç sahibi akşam yemeği için kocaman bir tabakta pilav ve tavuklu sebze yemeği getirmişti. Yemekleri gördüğümde gözüm doymuştu. Arkamdaki masada çok yakışıklı bir turist oturmuş, akşam yemeğini yiyordu. Allah sahibine bağışlasın, böyle yakışıklı birinin tek başına yollarda ne işi var?!! Seni kapıp yerler dikkat et!! Karadenizle yakışıklı turist sohbet etmeye başlamıştı. Ne konuştuklarını anlayamıyordum. Ardından Karadenizin teyze kızı telefonda onu aramıştı. Beni yerden yere vuran Karadeniz teyze kızıyla o kadar içten ve güzel konuşuyordu ki şaşırmamak elde değil. Bu davranışlarıyla tıpkı babama benziyordu. Evlatlarına sevgisini göstermekte son derece fakir davranan babam başkasının çocuklarını gözümüzün önünde sevmeye, nazlamaya, şımartmaya doyamazdı. Teyze kızıda bu yollarda yürümeyi çok istemişti ama nedense Karadeniz yol arkadaşı olarak onu değil beni seçmişti. Teyze kızı sitemli sitemli telefonda konuşuyorken Karadeniz "bu yollarda seni yürütemem, kıyamam sana!" diyerek teyze kızını nazlıyordu.  Gözlerim faltaşı gibi birden açılmış "Ben burda eşşek başı mıyım? Beni yürütüyorsun ya!" demiştim. Bu cevabıma karşılık Karadeniz kahkahalarla gülmüştü. Gıcık Karadeniz! Ondan sonra bende cep telefonumu alıp annemi, kızkardeşimi, arkadaşlarımı telefonla arayıp onlarla konuşmaya başladım. Senin kıyamadıkların, seni sevenlerin varsa benimde var!!!   Ben telefonla konuşurken yakışıklı turistle Karadeniz sohbetlerine devam ettiler. Sohbetin ardından dişlerimizi fırçalayıp, elimizi yıkadıktan sonra Karadenizin çadırında oturmuştuk. Karadeniz mavi not defterine bir şeyler yazmaya başlamıştı. Onun yanında var mıydım, yok muydum anlayamıyordum. Ben yokmuşum gibi davranıyordu. Sabah ki davranışının nedeni hala gizliliğini koruyordu. Dayanamayıp tekrar "Sabah neden öyle davrandın? Neden beni orada bırakıp gittin?" diye sordum.
Karadeniz askerdeyken kendisine göre çok daha tecrübesiz askerliğe yeni başlamış birisi ile arkadaş olmuşlardı. Ermeni olan arkadaşı birçoklarına göre daha Türk'tü. Operasyona çıktıklarında Karadeniz  arkadaşının çadırını kuruyor, yardım istediği her konuda ona yardımcı oluyordu. Arkadaşı nasıl olsa bana yardımcı oluyor diye Karadeniz'e her konuda güvenmeye başlamış, kendi sorumluluklarını Karadeniz'e yıkmaya bile başlamıştı. Yağmurun bardaktan boşalırcasına yağdığı bir gün Karadeniz uyku tulumumun içine girip yatıp uyumuş, arkadaşının her tarafta kendisini aramasına, bağırıp seslenmesine rağmen  cevap vermemişti. Karadeniz'i sorduğu diğer askerler ise "görmedik, bilmiyoruz" diyorlardı. Bulamayacağını anlayan arkadaşı ise o gün başının çaresine bakmış ertesi gün Karadenize tavır alıp onunla konuşmamıştı. Karadenizin kendine ihanet ettiğini düşünüyordu. Karadeniz ise kimseye bağımlı yaşamaması gerektiği, her koyunun kendi bacağından asılacağı dersini arkadaşına vermek istemişti. Çok zaman sonra arkadaşı Karadeniz'e gelip "o gün ne yapmak istediğini anladım" deyip teşekkür etmişti.
Aslında sana bu olayı anlatmamam gerekiyordu. Bugün ki davranışımın nedenini kendin düşünüp bulman gerekiyordu demişti Karadeniz. Bana hayat dersi vermek için böyle davranmıştı demek!!! 
 İlk okul veyahut ortaokula gidiyorduk. Saatler gece yarısını gösteriyordu. Babam, abimi ve beni sıcacık yatağımızdan kaldırıp, kocaman bir tarlanın ucunda bulunan evimizin yanına götürmüştü. Ben babamın yanında duruyorken abime "tarlanın diğer ucuna kadar koşarak gideceksin ve ordan eline bir kesek alıp koşarak geri döneceksin" demişti babam. Abim biraz düşündükten sonra babam tarafından verilen bu görevi yerine getirmek için koşmaya başlamış karanlıkta gözden kaybolmuştu. Bir zaman sonra yürüyerek elinde bir kesekle geri dönmüştü. Sıra bendeydi. Çok aşina olduğum bu tarlada ayağımda terliklerle karanlıkta koşmaya başlamıştım. Bize neden gece yarısı  böyle bir şey yaptırdığını sorgulayamacak ve  gözümüzde mutlak otorite sahibi bir tanrı gibi gördüğümüz babamıza itiraz edemeyecek kadar küçüktük. 10-20 metre kadar uzaklaşmıştım ki "Haccecan kızım tamam geri dönebilirsin" demişti. Cinsiyetimden ve yaşımdan dolayı bana ayrıcalık tanımış, tarlanın diğer ucuna kadar koşmama gerek kalmamıştı. Babama göre bu cesaret sınavından başarı ile geçmiştim. Abim ile beni kıyasladığında, abime göre daha cesaretli, atak  ve gözü kara olduğum kararına varmıştı. Babam, cesaret sınavına tabi tuttuğu, bize hayat dersi verdiği o geceden  övgüyle bahsetti yıllarca. Ben ise o geceyi tekrar tekrar hatırlattığı ve bunu birde marifetmiş gibi anlattığı için babama, hayata, herkese ve herşeye karşı öfke duyuyordum.
Karadeniz kimseye güvenmemem gerektiğini bana öğretmek için beni dağın başında öylece bırakıp gitmişti. Bunu öğrendikten sonra bütün öfkemle Karediniz'e vurmaya başlamış bir yandan da "bak hele Allah'ın odunu gelmiş bana hayat dersi veriyor!" diyordum. Odun!!! Odun!!! Odun!!!  Rastgele vuruyordum Karadeniz'e. Öfkem dinmek bilmiyordu. Karadeniz ise hiç tepki vermiyor, bu tepkisizliği ve vurdumduymazlığı beni daha çok çileden çıkarıyordu. Benim attığım yumruklara karşılık vermediği için kendisininin  kontrollü ve şiddeti sevmeyen birisi olarak tanımlamıştı üstelik. "Sen beni tanımıyor musun? Seni öylece bırakıp gidebilir miyim?" diyordu. 
Tanımıyorum, tanıyamıyorum seni Karadeniz. Sürekli değişen ve anlam veremediğim bir ruh halin var. Gerçek karakterinin ne olduğunu hiç anlayamadım ve sanırım anlayamayacağım.  Kimseye güvenmemem gerektiğini bana öğretmek için beni öyle bırakmıştı ha!!  Issız yollarda karşılaştığı bütün adamlara tecavüzcü Coşkun muamelesi yapan, gece çadırında yatarken ve yalnız kaldığı her an yanından çakısını ayırmayan, herkese karşı kuşku ve şüphe ile yaklaşan, her an birilerinin kendisine zarar verebileceği şüphesini aklının  bir köşesinde sürekli bulunduran Haccecan'a kimseye güvenmemesi için bir hayat dersi verilmişti. Haccecan'ın ihtiyaç duyduğuda tam da böyle bir hayat dersiydi işte!!!  Haccecan'ın sevmeye, sevilmeye, güvenmeye, güvenilmeye ihtiyacı vardı seni koca aptal!!! Sana koşulsuz şartsız güvendiyse güvenini kaybetmemen için çabalaman gerekiyordu. Beni bırakıp giderken içimde yaşadığım hayal kırıklığı, terkedilmişlik, yalnızlık, çaresizlik hisselerini unutabilmem mümkün değil. Kimseye güvenmemeyi bana öğretmek için yaptıkları kalbime ve beynime "seni her an terkedebilir, seni her an yarı yolda bırakabilir, seni hayat dersi verilmesi gereken birisi olarak görüyor, sana ders vermek için canının ne kadar çok yanıp yanmayacağını düşünmeden her şeyi yapabilir, Karadeniz'e bile güvenmemelisin!" olarak yazılmıştı. Öyle ya! Kimseye güvenmemelisin diyen insana bile güvenilmeyecek bir dünyada yaşıyorduk. Aşık olmak; güvenmek için yeterli değildi.
Kadın ile erkeğin eşit olduğunu düşünen iki cinsiyet arasında ki fizyolojik farktan başka bir farkın olmadığına inanan Karadeniz erkek arkadaşına ve bana aynı  hayat dersini vermişti. Erkek arkadaşı bunun için kendisine teşekkür etmişti ama ben teşekkür etmedim, etmeyi de  düşünmüyorum. Orda hissettiklerimi ve hissettiklerimden dolayı içimde oluşan öfkeyi unutabilmem, yok sayabilmem mümkün değil. Erkek arkadaşıyla, ben aynı kişi değildik, Karadenizle olan ilişkimizin boyutu aynı değildi.  
Karadeniz'in beni tabi tuttuğu sınavdan başarıyla geçmiştim. Tek eksiğim esas likya yolundan değilde dozerle yeni açılmış araç yolundan yürümeye devam etmemdi. O yol üzerinde de kırmızı-beyaz işaret olduğunu, doğru yolda ilerlediğimi söylememe rağmen, bu gerekçem Karadeniz tarafından dikkate alınmamıştı. 100 puanlık sınavında 10 puanımı kırmıştı.
Karşı cinsle arkadaşlık ve dostluk dışında ilişki kuramayan, karşı cinse yaklaşamayan Karadenize, çadırda yanında yatarak fazlasıyla yaklaşmıştım. Sabah çadırından bir hışımla çıkmış, nasıl davranacağını ne diyeceğini bilemeyen Karadeniz asabileşmiş ve hırçınlaşmış; beni dağ başında bırakarak cezalandırmıştı. Banada hayat dersi vermek için öyle davrandım diyerek asıl davranışını kamufle etmeye çalışmıştı. Bunu o gün anlayamamış, gerçeği anlayabilmek için çok zaman geçmesi gerekiyordu. 
Davranışlarıyla bana babamı hatırlatan Karadeniz'e bu düşüncemi söylediğimde bunu nedense hakâret olarak algılamış, kendisine vururken "odun!" dememi kendisine yakıştıramamıştı. İnsanlara kaba ifadelerle hitap etmenin gönülden gönüle giden yolu kapattığını söyleyecekti çok zaman sonra.
O gece yaşananlardan ve kirli çamaşırların ortaya dökülmesinden sonra  Karadeniz'in çadırında uyuyakalmıştım. Karadeniz beni uyandırdıktan sonra çadırıma gidip yattım. Bir gün daha böyle bitmişti.

Yazıyı buraya kadar okuyan kıymetli okuyucu. Gözümde çok değerlisin. Yazıyı kısaltmaya çalışıyorum ancak olmuyor. Bir günü ikiye bölüp yayınlarsam yazı anlamsızlaşacak gibime geliyor. Günlük değilde haftalık yazmadığım için şükretmelisin bence :))) 
Likya yolu ilgili burada güzel bir yazı var.

19 Ekim 2010 Salı

Likya Yolu (24 Ekim 2009)


Uyandığımda gün çoktan aydınlanmıştı. Gökyüzüne doğru yükselen güneş;  çadırımın içini hamam gibi sıcacık yapmıştı. Sırılsıklam terlediğimi farkedip üzerimde ki kapşonu çıkartmış, çadırımın dış tentesinin fermuarını açmıştım. Mis gibi ılık ve temiz hava içeriye girmiş, biraz olsun serinlememi sağlamıştı. Karadeniz hala çadırındaydı. Ben çadırımdan çıkmadanda dışarı çıkmayacağı aşikardı. Dinlenmem için beni kendi halime bırakmıştı. Güneş bu kadar yükseldiğine göre saat sabah 09:00-10:00 arasında olmalıydı. Çadırın içinde uyanık halde biraz daha yattıktan sonra dışarı çıkmıştım. Wc ihtiyacı için yine uygun bir aramak için dolanmaya başladım. Gün ışığında görünmemek için çok daha fazla yol alıp dolaşmam gerekiyordu. Kamp alanımızın çok uzağında, karşı kıyıda tek başına bir adamın balık tuttuğunu farkedip görünebilirim ihtimaline karşılık farklı bir yer aramaya koyuldum. Uygun bir yer bulup wc ihtiyacından sonra kamp alanına döndüm. Karadeniz denizde eline yüzünü ve kirlenmiş pantalonunu yıkamıştı. İçme suyumuzun çok azaldığını, bugün yürürken su sıkıntısı çekeceğimizi söylediğinde "karşı kıyıda bir adamı balık tutarken gördüm, içmek için su bulup bulamayacağımızı bize söyleyebilir ve yahut yanında fazladan su varsa belki bize verebilir" demiştim. Karadeniz deniz kıyısında ki kayaların üzerinden atlayarak adamın yanına gittiğinde bende onları izliyordum. Ne konuştuklarını duymuyordum.  Bu adam kimdi? Güvenilir birimiydi? Karadenizle ikimizin yalnız olduğunu öğrendiğinde bize bir kötülüğü dokunurmuydu?  Belkide Karadeniz'e balık tutan adamı gördüğümü hiç söylememeliydim. Adam hakkında kafamda senaryoları yazıp tek kişilik kafa içi sahnesinde oynarken, Karadeniz geri dönmüştü. Civarda  su bulabileceğimiz yerde yoktu, adamda  suda yoktu. Başımızın çaresine bakacaktık. Kaş'tan aldığım kahvaltılıkları ekmekle birlikte yedikten sonra çadırlarımızı toplamaya başladık. Karadeniz çok az yemişti. O az yediği için bende "çok mu yiyorum acaba!" düşüncesiyle birlikte yemeye devam ettim. Yemeğin ardından Karadeniz çabucak çadırını toplayıp ilerde bir kayanın üzerinde beni beklemeye başladı. Onu bekletmemek için acele etmeye başlamış, çadırımı toplayıp, çantamı hazırladım ve tekrar yürümeye başladık. Sert maki ormanlarının arasından yokuş tırmanarak yürüyorduk. Karadeniz özel günüm nedeniyle dinlenmem için geç kalkıp yola düştüğümüzü söylüyordu. "Kaç gün sürüyor?" diye sorduğunda "değiştiğini bazen 5 gün, bazen 6 gün, bazen 7 gün sürdüğünü" söyledim. "İşiniz zor!!" demişti. Yürüdükçe içten içte öfkeleniyor, sırtımda ki çanta gittikçe ağır gelmeye başlamıştı. "Ya işimiz zor, sen bunlardan bi haber yaşamaya devam et! Bu mızmızcı, dırdırcı Haccecan'ın neler hissettiğini neler yaşadığını bilmeden yaşadın ve yaşamaya devam edeceksin. Hormonlarımın biri yerle bir olurken biri tavan yapmaya devam edecek ve bu gitgeller arasında  bocalayıp duran ben olacağım. Tepemde güneş, altımda vıcık vıcık bir ped, bu işkenceye neden katlanıyorum ki ben!!"  
İçimdeki seslerin hepsi ayaklanmış, bu ayaklanmaya bende ortak olmuştum. Öfkeden çıldırıyordum. Az gidip, uz gitmeye ise devam ediyorduk. Karadeniz almış başını gidiyordu. Ara ara oturup beni bekliyordu, aramızda ki mesafe kapandığı zaman bazen  dinlenmem için bana zaman tanıyordu bazen ise dinlenemeden yürümeye devam ediyorduk. " Ohhh beni bekleyeceğim ayağıyla o oturup dinleniyor, ben dinlenemiyorum. Adâlet mi, hâk mı bu? Onun kocaman bacaklarıyla attığı bir adım benim iki adımıma denkti. Üstelik şimdi ped kayacak korkusuyla Osmanlı yürüyüşü gibi iki adım ileri atıyor, bir adım geri geliyordum. Pozitif bir ayrımcılığı hak ediyorum ben. Anayasa'da özel günler için kadınlara ayrımcılık tanınsın!"
Yürüdükçe ağzım-boğazım kurumuştu. Yudum yudum su içip kısıtlı suyumuzu idareli kullanmaya çalışıyordum. Karadeniz buradaki yazdığım yazıyı kasderek; " bu yaşadığımız  gerçek  susuzluğa örnektir. Şişenin dibinde ki suyu içtikten sonra su bulup bulamayacağını bilmeden yürümeye devam edeceksin. Baş başa kaldığın susuzluk ve  su bulamamanın yaşatacağı çaresizlik hisleriyle başedip edemeyeceğini şimdi öğreneceksin.  Akşama kadar aç dolaşıp ezan okunduktan sonra masada hazırlanmış yemeklerle tıka basa karnını doyurmakla (oruç tutmakla), su veya yiyeceği bulup bulamayacağını bilmeden her an bitebilir korkusuyla yemenin-içmenin arasında büyük bir fark vardır" dedi.
Kendisine kızmam için elime bir gerekçe daha vermişti. Bloğuma yazdığım olaylar bana özeldi. O an öyle düşünmüş, öyle hissetmiş ve yazmışım. Ordan okuduğu satırlarla bana ders vermeye çalışması, yazdıklarımı bana koz olarak kullanması hoşuma gitmemişti. Benim o yazıda dert yandığım esas konu aç olmam değil yalnızlıktı. Bende yoklukla, zorlukla büyümüştüm. Açlığı da bilirim, yokluğu da.  Ha orucun faydalarını bilerek ve inanarak çok mu bilinçli tutuyorum, orucun bana kazardırması gereken değerleri kazanıyor muyum? Tartışılır... Orucu amacının dışında tutan yüz binlerce insan olabilir, orucu tutmadığı halde tutuşuyormuş gibi davranan ve yahut orucu tutmadığı halde tutanlara saygı göstermeyen, oruç tutanları küçük görenler olabilir,  sözde esnaf ramazan ayını fırsat bilip zam üstüne zam yapabilir,  dini bayramları tatil bayramı olarak gören insanlar olabilir ancak bu amaç dışı davranan insanlar orucun farz kılınma nedenine zerre kadar zarar veremez. Niyetinde ve amelinde sahih olanlar amacına ulaşıyor zaten.  Milyarlarca insanı likya yolu gibi yollara düşürüp susuz ve aç bırakamayacağımıza göre nefis terbiyesini aynı anda milyarlarca insana uygulamanın başka bir yolu olduğunu söyleyen varsa ortaya çıksın... 
Deniz kenarında ki dağların kenarından yürümeye devam ediyorduk. Aşağıda bir yat demir atmış, yatın etrafında insanlar yüzüyordu. Yürüyerek koya indik. Karşımızda yatı görebiliyorduk. Karadeniz tarihi su sarnıcının içine ipin ucuna bağlanmış kutuyu sarkıtıp su çıkartmış, suyun içilemeyeceğine kanaat getirmişti. Su kirli görünüyordu. Susuzluk büyük problem olmaya başlamıştı. Yürürken vücudumuz büyük oranda ter olarak su kaybediyordu. Kaybettiğimiz suyu takviye etmezsek hastalanabilirdik. Yattan yüzerek kıyıya gelip güneşlenen adamlara bize su verip veremeyeceklerini sormuştu Karadeniz. Yatta su olduğunu, bize verebileceklerini söylediler. Lazım olur diye yanımda taşıdığım ayakkabı bağını Karadeniz'e vermiştim. Su karşılığında vereceği parayı poşetin içine sarmıştı. Yata yüzerek gidecek, verdikleri suyu kendine bağlayıp, yüzerek geri dönecekti.
Karadeniz yata en kısa mesafeye kadar yürümüş ve yüzmeye başlamıştı. İnşallah başına bir şey gelmeden gidip gelir. Yatı gözlüyordum. Karadeniz yanımda yokken biri bana saldırırsa diye çakımı elimde tutuyordum.  Dalgıçlık eğitimi almaya gelen bu adamlar, denize dalmak için uygun buldukları bu koyda demir atmışlardı. Karadeniz suyu alıp kıyıya doğru yüzmeye başladığında onun yanına doğru yürümeye başlamıştım. Oraya doğru giderken yükleri olmayan bir erkek ve bir kadın turiste rastladım. Yıkık evin önünde oturuyorlardı. Karadeniz elinde 500 gr'lık 6 adet pet şişeyle geri dönmüştü. Koli halinde olan pet şişelerle birlikte su sarnıcının yanına gelmiştik. 3 litre suyumuz olmuştu. Yüzümüz gülmeye başlamıştı. Küçük pet şişelerdeki suyu yanımızda ki 1,5 litrelik pet şişelere doldurmuştuk. Erkek ve kadın turist birazdan selam vererek oradan ayrılıp yürümeye başladılar. Ellerinde içmek için su bile olmayan turistlerin orada bulunma amaçlarını anlayamamıştım. Su sorunu da çözmüştük. Yatın o gün orada o saatte olması ve onlara rastlamamız büyük bir talihti. Şükürler olsun! Karadeniz "yürüyelim" diyecek miydi acaba!!! Yürümek istemiyordum. Taşların üzerine oturmuş, içten içe titriyordum. Göz kapaklarımın üzerine büyük bir ağırlık çöktü. Taşların üzerine uzanmış, başımın altına kapşonumu alıp gözlerimi kapatmıştım. Uyuyakalmışım. Yatak konforunun taşların üzerinde yatarkende yaşanabileceğini öğreniyorum. Uyanıp etrafıma bakındım.  Gözlerimle Karadenizi aradım. Ortalıkta görünmüyordu. Nereye kaybolmuştu ki? Aman Haccecan boşver uyumaya devam et. Sana gidiyorum demediyse merak etmeye gerek yok demektir. Gözlerim kapalı ancak uyuyamıyordum. Nerede ki bu Karadeniz? Kalkıp oturdum. Beklemeye başladım. Nihayet görünmüştü. Karşıda ki dağların arasından yürüyerek geliyordu. Başına buyruk, hesap vermeyen, kendi halinde takılan bir yanı vardı.
Çantalarımızı sırtlayıp tekrar yürümeye koyulduk. Patika dağ yollarından yürüye yürüye terkedilmiş evlerin bulunduğu bir mezraya geldik. Karadeniz evde kimsenin olup olmadığını anlamak için çantasını bırakmış, burada beklememi söyleyip eve doğru yürümeye başlamıştı. Evde kimse yoktu. Evin yanında bulunan su sarnıcından boş şişeye su doldurmak için geri dönmüş suyu süzmek için şalımı alıp geri dönmüştü. Süzerek doldurduğu şişedeki su temiz görünmesede mecbur kalırsak kullanabilmemiz için yanına almıştı. Karadeniz'in tedbirli ve işini sağlama alan bir yapısı vardı. Keskinci Karadeniz, suyu doldurmakla uğraşırken çikolata kaplı bir bisküviyi yemeye başlamıştım. Karadeniz'in yemek molası vermeye niyeti yoktu. Başımın çaresine bakmalıydım. Bir kaç bisküvide ona ayırmıştım ancak yememişti. Oradan ayrılıp yürümeye devam ediyoruz. Geç saatte yürümeye başlamış ve uzun bir mola vermiştik. Bugün çok yol kat edemedik. Çadır kurduğumuz kamp alanına kadar yürüdüğümüz yolları ve konuşup konuşmadığımızı hatırlayamıyorum. Bu arada beni kızdıracak veya dikkatimi çekecek bir şey söylememiş olmalı... Kızdırsaydı yazacak bir kaç kelime bulur onu burada yerden yere vurabilirdim. Hele kızdırsaydı varya iç sesimden cevapları alırdı. 
Güneşin batmasına yakın daha önce kamp kurulduğu belli olan ormanlık bir alanda çadırlarımızı kurmaya başladık. İlk önce gidip pedi değiştirmeliyim. Sabahtan beri bezini doldurmuş bebekler gibi yürümüş, pişik olmama ramak kalmıştı. Uygun bir yer arama-bulma-ped değiştirme eylemlerinden sonra kamp alanına tekrar döndüm. Karadeniz çadırını kurduğu halde yağmur yağmış gibi varsayıp, çadırın içine su girmemesi için yapılması gerekenleri anlatmaya başlamıştı. Çadırının etrafında ayağıyla suların geçmesi için oluk açıyor, eğiminde yardımıyla suyun bu kanalcıklardan akıp gideceğini söylüyordu. Çadırın dış tentesinin çivilerini ayrı ayrı takmış, yağdığı varsayılan yağmur suyunun iç tenteye uzak kalmasını sağlıyordu. Çadırını yağmura karşı kale gibi hazırlamıştı. En iyi eğitim görsel eğitimdi. Bunları ne kadar anlatırsa anlatsın göstererek anlatmak gibisi olamazdı. Kamp ateşimizi yakıp ateş başında ki yerimizi almıştık. Üzerine oturmamız için iki tahtanın altına taş koymuş, tahtaların üzerine oturmuştuk. Tahtanın üzerinde rahat edemediğim için yere diz çöküp oturmuştum. Patlıcan kızartması konservesini ateşte ısıttıktan sonra afiyetle yemiş, kaynattığımız su da ballı çaylarımızı yudumluyorduk.  Hırçın, asabi, dokunmayın yakarımlı Karadeniz gece karanlığıyla ortaya çıkmıştı. Benden yüksekte oturan Karadenizin yanında ateşte sinip oturuyordum. ( Bir şeyler konuştuk ancak hatırlamıyorum.  Kendimi hep zavallı görüp etrafa mazlum, masum, zayıf, zavallı gibi görünmeye çalışan bir yanımda var sanırım. Yazının başından beri Karadenizi kara beni ak yapıp durdum... ) Ateşi söndürüp çadırlarımıza çekildik. Bir gün daha böylece bitti...
Yok daha bitmedi. Kandırdım seni okuyucu... Çadırımda uyku tulumumun içine binbir zahmetle girmiş, uyumakla uyanıklık arasında gidip geliyorken yamacında çadır kurduğumuz tepeden paldır küldür bir ses gelmişti. "Karadenizzzzz sesi duydun mu?" diye sorduğumda "duydum" deyip çadırından çıkmıştı. Çadırından çıktığını duyduğumda bende çadırımdan çıktım.  Elinde ki el fenerini sesin geldiği yere doğru tutmuştu. Karanlığı delip geçen ışığın istikametine baktığımızda görünürde hiç bir şey göremedik. Karadeniz "bir şey yok, yabani bir hayvan geçerken kayayı aşağıya yuvarlamış olmalı" deyip çadırına doğru yöneldi.  Çığlık çığlığa öten baykuş sesini duyduğumda da ürkmüştüm ancak baykuş olduğunu öğrendikten sonra korkmayı bırakmıştım. Baykuştan bir zarar gelmezdi nasılsa! Bu kayayı yukardan aşağıya kim yada kimler düşürmüştü?  Yabani bir hayvansa, yanımızdaki yiyeceklerin kokusunu almış vede gelmişse; biz uyurken saldırırsa! Yok yabani hayvan değilde kötü niyetli adamlar kaya yuvarlamışsa ve bize zarar vermeye kalkarsa! Ya bana tecavüz ederlerse! Aman Allah'ım... "Karadeniz bu akşam yanında yatacağım bekle beni" dedim. Matımı ve uyku tulumumu alıp çadırımın fermuarını kapattım ve Karadenizin çadırına yerleşmeye başlamıştım. "Şuna bak ciddi ciddi gelip yerleşiyor çadırıma"  demişti. Konuşup dursun. Kapıdan kovsa, bacadan girerdim çadırının içine.  Uyku tulumumun içine girdim, götümü de Karadenize dönüp rahat rahat uykuya dalmıştım. Hep şu mens yüzünden. Korkak, pısırık, zavallı Haccecan ortaya çıkmıştı. Testestoron hormonunun salgılanıp herkese kabadayılık yaptığım, palazlandığım, horozlandığım günler çok geride kalmıştı. Yoksa yuvarlanan taşla korkacak biri değildim ben!!!
Kalkan'da ki pansiyonda çift kişilik yatağı olan odayı vermeye kalktıklarında tepkime karşılık, "biz kendimizi biliyoruz, çift kişilik yatak olsada sorun olmaz" diyerek yan yana yatmayı olağan karşılayan Karadeniz için küçücük çadırda yan yana yatmamızın sorun olup olmayacağını şimdi görecektim. 

14 Ekim 2010 Perşembe

Likya Yolu (23.10.2009)

Yağlıboya Resimler,Yağlıboya, Resimler, en, güzel, deniz, manzara, sahil, kaya, kız, yelkenli, mabi,

Akşam ped almak için merkeze gitmeye gönüllü olmuştum. Ülker Hanım pedi bana verdiğinde merkeze gitmeme gerek kalmamıştı ancak ortada yapacağım dediğim bir söz vardı. Bunu yerine getirmeliydim. Sabah erkenden uyandım ancak kalkmak istemiyordum. Karnım ağrıyor, kendimi halsiz, yorgun, bitkin, gergin, su ile doldurulmuş balon gibi hissediyordum. Söz namustu!! Kalk Haccecan. Kalkıp, giyindim. Çadırımdan çıkıp tesisin lavabosunda elimi yüzümü yıkayıp kendime biraz şekil verdikten sonra yürümeye koyuldum. Yokuşu çıkarken arkamdan bir adam geldiğini farkettim. Kim di bu? Sabahın bu erken saatinde yolda yürüdüğüm için beni orta malı sanıp taciz ederse hazırlıklı olmalıydım. Ya bana tecavüz etmeye çalışırsa ya sesimi kimseye duyuramasaydım!! Bu tenha, hiç bilmediğim yollarda kime sesimi duyarabilirim ki? Tecavüzcü arkamdan sinsice yaklaşıp ağzımı burnumu kapatıp beni çalılıklara sürükleyebilirdi. Biraz yavaş yürüyeyim de adam önüme geçsin bari. Gözümün önünde durması daha iyi. Cebimde ki çakıyı sıkı sıkı tuttum. Bana bir şey yapmaya çalışırsa hiç açımadan onu delik deşik edebilmeliydim. Yazdığım bu senaryoyla korkudan kalbim güm güm atıyor, iyi niyetle selam bile verse çığlık çığlığa "imdattttt, imdattttt Karadenizzzzzz!!!" diye bağırabilirdim. Adam sabah işine giden ekmeğinin peşinde olan garibin tekiydi. Başka yola sapıp gözden kaybolduğunda rahatlamış, kimsenin olmadığı bu yollarda her an tetikte olacak şekilde yürümeye devam etmiştim. Az gittim, uz gittim, dere tepe düz gittim. Büyükçakıl'a geldiğimiz yolları hatırlamaya çalışarak merkeze ulaşmaya çalışıyordum. Pansiyon ve otellerle doluydu her yer.  Sabah okuluna gitmek için yollara düşmüş öğrencilere bankamatiğin yerini sordum. Tarif etttikleri yollarda dolana dolana nihayet bankamatiği bulmuş, para çekmiştim. Şimdi bir market bulmalıydım. Yürürken kaldırıma teşhir amaçlı konulmuş üzerinde o yörenin isminin yazılı olduğu buzdolabı süslerini gördüğümde gözlerim ışıldadı. Karadeniz'de yoktu. Rahat rahat bakıp alabilirdim. Yanlarına gidip incelemeye başladım. Şunu mu alsaydım, bunu mu alsaydım? Yok o çok kaba... Yok bunu da beğenmedim. O kadar buzdolabı süsünün içinde nihayet iki tanesini seçtim ve almak için dükkana yöneldiğimde dükkan sahibini bulamadım. Dükkanın sağına soluna baktım, ilgilenecek kimseyi bulamadığımdan süsleri yerine koyup yoluna devam ettim. Buzdolabı süsü alamadan koca tatili bitirdim. Hiç adetim değildi böyle bir şey... Nasıl böyle oldu anlamadım!!!
Ana cadde üzerinde alış veriş yapabileceğim açık bir market bulup içeri girmiştim. Küçük hazır paketlerde bulunan kahvaltılık peynir, yağ, reçel ile  elma, nar, hazır konserve, bisküvi, meyve suyu, süt derken iki kocaman poşet taşımak için yük çıkarmıştım. Poşetleri aldıktan sonra marketten çıkıp bir pastaneden sabah kahvaltısı için börek de aldıktan sonra anneme kontör gönderebilmek için bir telefoncuya doğru yöneldim. Önümden geçen arabanın içinde ki bir kadının bana el salladığını fark ettim. İki gündür bikiniyle gördüğüm Rus kadınını kıyafetleriyle bir arabanın içinde gördüğümde onu tanıyamamıştım ancak bana el sallayan bu kadına el sallamakta sakınca görmemiştim. Araba önümden gittikten sonra onun kim olduğunu hatırlayabilmiştim.  Telefoncudayım. Güler yüzlü, konuşkan, ilgili bir adamdı telefoncu. Aramızda geçen diyalogları hatırlamıyorum ancak Karadenize bu adamı anlattığımda adamın ilgili tavırlarından hoşlanmadığını hissettirmiş, ona karşı daha mesafeli olmam gerektiğine dair sözler söylediğini hatırlıyorum.
İhtiyacımız olabilecek her şeyi aldıktan sonra Büyükçakıl'a doğru tekrar yürümeye başladım. Gün iyice aydınlanmış, herkes sokağa çıkmıştı. Büyükçakıla doğru tekrar yola koyuldum. Sabahki korkularım kafamın içinde ki ücra, tenha yerlerine geri çekilmişti. Poşetler yürüdükçe ağırlaşıyordu, mens olduğum için yorgunluğumu daha fazla hissediyor, içten içe öfkeleniyor, yürüdükçe artan vücut sıcaklığım ve ter beni bunaltıyordu. 
Büyükkçakıl'a vardığımda Karadeniz yanıma gelerek beni karşılamiş, elimde ki poşetleri almıştı. Hiç konuşmamıştık. Çadırını çoktan toplamış, aldığım erzakları çantasına yerleştirmeye uğraşıyordu. İki poşet malzeme çantaya kolay sığacak gibi değildi. Fazla alış veriş yaptığımı düşünüp pişman olmuştum. Çadırımı toplamak içimden gelmiyor, bugün sırtımda o eşşek ölüsü ağırlığında ki çantayla yürümek istemiyordum. Merkeze gidip geldiğim için zaten çok yorulmuştum. Kıvrılıp yatmak, sıcak şeyler içip, uyumak istiyordum.  Karadeniz bütün her şeyi toparlamış, şezlonga uzanmıştı. Yanında ki boş şezlonga uzanıp, "bugün hiç yürümek istemiyorum, kendimi yorgun hissediyorum" dediğimde "yooo tembellik yok, bugün yürüyeceğiz" dediğinde yürümekten başka bir şeçeneğimin olmadığını düşünüp istemeye istemeye çadırımı toplamaya başlamıştım. Cesaretimi toplayarak özel günüm de olduğumu söyleyip anlayışlı davranmasını isteyebilirdim ancak bu konu yüzünden bana ayrıcalık göstermesini istemiyordum. Adet olmak biz kadınların kaderiydi. Vücudumuzdan oluk oluk kan akması karşısında halsiz olmamız, yorgun düşmemiz, bu dönemde hormonlarımızın alt-üst olması nedeniyle gergin, sinirli olup, intihara daha meyilli bir ruh haline girdiğimizi erkekler bilse ne olurdu ki? Nasıl olsa hiç anlamayacaklardı... Onlar için hep mız mızcı, dır dırcı, zayıf, korkak ve duygusal varlıklardık!! Bu hali ancak yaşayan bilebilirdi. Hem bu özel durum yüzünden bana hiç ayrıcalık tanınmamış, ayrıcalık tanınmasınıda zayıflığım yüzünden acıyor diye algılayacaktım. Ergenliğe adım attığım zamandan beri utanılacak, saklanılacak bir hal olarak öğretilmişti bize.  Kimse görmemeli, duymamalıydı... Dizime kadar çamurun içinde ağrıdan, acıdan kıvranırken tarlada bamya toplayarak geçimini sağlayan ırgattım bir zamanlar. Okuyup elime ekmeğimi alıp maaşımla Likya Yolunu yürümeye başladıysam bir zamanlar ırgat olduğumu unutacak değildim!!! 
Biz kadınların en büyük eksiği işte buydu... Acılarımızı, sıkıntılarımızı anlayabilecek kadar hassas erkek çocukları yetiştirmiyor, her acıyı, sıkıntıyı şikayet etmeden, neler hissedip düşündüğümüzü belli etmeden şikayet etmeden yaşayıp, ölüyorduk.
Çadırımı topladıktan sonra eşyalarımı ve aldığım nar ile elmaları çantama yerleştirmiştim.  Ülker ve Bayram çiftiyle birlikte aldığım börekleri yiyerek kahvaltımızı yapmıştık. Bilgisayardan yürüyeceğimiz yolun uydu görüntülerine bakıp, gideceğimiz yolları öğreniyorduk. Fotoğraf makinamla tesislerinin, çevrenin fotoğraflarını çekmiştim. Ülker ve Bayram çifti Karadeniz'le benim aramızda ki ilişkinin boyutunu tam olarak anlayabilmiş değildi. Sevgili olsaydık aynı çadırda kalırdık, arkadaş olsaydık bu kadar mesafeli ve ölçülü olmazdık. Karadenizle benim aramızda ne olduğuna biz bile anlam ve isim veremiyorken onların anlam verememesine şaşırmamalıydı. Karadeniz'e göre ayrı çadırlarda yatıyor olmamız arkadaş olduğumuzun kanıtıydı.
Ülker Hanım, Bayram Bey ve Büyükçakıl'la vedalaştıktan sonra iki günün ardından tekrar yollara düşüyoruz. Yürürken Bayram Beyin üst katına lojman yapılmasından dert yandığı caminin önünden geçiyoruz. İki gün önce su toplamış ayağımı kasdederek "ayağın nasıl?" diye soruyor Karadeniz. "İyi, senin ayağın nasıl?" diye soruyorum. Oda "iyi" yanıtını veriyor. Karadeniz iki gündür ayağımla yakından ilgilenmişti. Merkeze gidip Silverdin alıp gelmiş, kremi ayağıma sürüp sürmediğimi sorup durmuştu. Bir keresinde ayağıma kremi kendisi bile sürmüştü. Ayağıma kremi sürdükten sonra "bende senin ayağına süreyim" diyerek bende onun ayağına krem sürmüştüm. Çok iyi arkadaşlar arasında olağan şeyler bunlar... Kimse gocunmasın!!! Su toplamış yaraların kenarlarından iğneyle delik açıp su baloncuğunun içindeki suları boşaltıyor, krem sürerek ayaklarımıza bakım yapıyorduk. Suyu boşalmış deriyi kopartmak, altından yeni bir derinin oluşmasını sağlamak için ayak derimize fırsat vermemiz gerekiyordu. Karadeniz içi boşalmış, buruş buruş olmuş bütün derileri tırnak makasıyla kesip atmıştı. Benimkinide kesmek istediğinde yürüyüşte ayakkabının içinde hava almayan yaranın kabuk bağlaması zor olacağından ayağım daha kötü olur düşüncesiyle izin vermemiştim. Şu an keşke kesmesine izin verseymişim diyorum. Şu an ayağımın altında ki su toplamış derilerin hepsi nasır şeklinde sert bir kabuk görünümündeler. Manavgat'a gitmemi söyleyip duran Karadeniz çektiğim restten sonra "özgür bir insan olduğumu, kendi kararımı kendim verip aldığım kararın sorumluluğunu taşıyabileceğimi" söylemeye başlamış, artık yürüyüş boyunca Manavgata gitmelisin demeyecekti. Restim işe yaramıştı. Hah şöyle hizaya gel...
Karadeniz askerde iken, kısa bir süreliğine jandarma karakolunun komutanlığını yapmak için görevlendirilmiş komutanı er olarak görev yapan askere "5 günlük operasyon boyunca ne yaptınız?" diye sorduğunda er asker kendine ait şive ile şu cevabı vermişti: " Bir şey yapmadık gomutanım. Yimek yidik yürüdük, yürüdük, yimek yedik, uyuduk" deyip herkesi güldürmüştü. Karadenizi yıllar öncesinde güldüren bu olay Likya yolu yürüşü boyunca "Yimek yidik, yürüdük, yürüdük, yimek yedik, uyuduk" sözlerini söyleyip yüzümüzde tebessüm oluşmasını sağlıyordu. Yaptığımızın askerlikten bir farkı yoktu zaten. Vatan görevini yerine getiriyordum.
 Sert dallı maki ormanlarının olduğu dağ yollarından ilerliyerek devam ediyorduk. Karnım ağrıyor, gergin bir halde, içten içe öfkelenerek, kendimi zorluyarak yürümeye devam ediyordum. Tarihi taştan bir mezarın yanında Karadeniz fotoğraf çekinmek istediğinde onun fotoğrafını çektim ve tekrar yürümeye devam ettik. Ayağımızın altında ki kayaların üzerindeki kırmızı beyaz likya yolu işaretlerini takip ederek ilerliyorduk. Bacak boyunda ki taş basamaklardan kah batonumdan destek alarak kah ellerimle kayalardan tutarak aşağı iniyordum. Bacağımı bu kadar açmaktan rahatsız olmuştum. "Ped kayarda kan dışarı taşarsa! birde çamaşır yıkamakla mı uğraşacaktım. Zaten kıyafetlerimin bir çoğu kirliydi, temiz çamaşırları idareli kullanmalıydım!" Karadeniz ceylan gibi sekerek gidiyorken ben peşinden yerlerde sürünen tosba gibi ilerliyordum. 10-20 metre aşağısı kayalık olan ince patika bir yolun bazı yerleride kopmuştu. Duvardaki güvenli görenmeyen halata tutunarak bu dar taş yoldan geçmek gerekiyordu. Karadeniz bir çırpıda geçmiş, sırtımda ki çantayla oradan geçemeyeceğimi anladığında çantamı almak için geri dönmüştü. Çantamıda almıştı ancak burdan geçme cesaretini gösterebilmemi sağlayacak  testosteron hormonu mens döneminde daha fazla salgılanan östrojen ve progestoron  hormonlarının etkisi altında sinip kaldığından bende cesaretten eser yoktu. Burdan düşüp öleceğim!!! Karadenizin yardımlarıyla ölmeden, bir tarafımı kırmadan burayıda geçmiştim. Likya yolu yürüyüşünden sonra burda yaşadığım korku yüzünden benimle uğraşıp duran, dalga geçen Karadenize şunları söyleyebilmek isterdim. Sendeki testosteron hormonunun yarısını benim vücudum salgılasa değil Likya yolu bütün dünyayı yürürdüm ben beee!!!
Burdaki dar yolu geçtikten sonra mavi tişörtlü, beyaz şapkalı bir turist yanımıza gelmişti. Tek başına Likya yolunu yürüyordu. Dış işlerinden sorumlu Karadeniz turistle İngilizce konuşmaya başlamış; Turist adam Karadenizde ki kitap ve haritayı inceleyerek suyun olmadığı yerler hakkında bizi uyararak,  bizimle vedalaşıp yanımızdan ayrılmıştı. Dağın koyuklarında ki tarihi mağaralarda ateş yakılmış, mağara duvarları is içindeydi. Alemci ve mangalcılar buralarıda katletmişlerdi. Tarihe verdiğimiz bu önemi görünce duygu seline kapılıyorum. Karadenize orda çektiğim bir fotoğrafını çok beğeniyorum. Gökyüzünü fon olarak kullandığım bu fotoğrafta Karadenizin arkasında mavi gökyüzü ve deniz, alaca dağlar ve beyaz bulutlar varken eliyle belinde ki kemerini tutmuş, başındaki şapkası yüzünün bir bölümünde gölge oluşturmuş, bu gölge ona gizem sağlamıştı. Harika bir fotoğraf... Ben çektim onu... Çok güzel çekmişim... Maşallah bana...
Koyda ki tesise vardığımızda etrafa şöyle bir göz gezdirip yürümeye devam ettik. İndiğimiz mesafe kadar tırmandıktan sonra nispeten daha düz patika yollardan ilerliyorduk. Bir zaman sonra mola vermek için  gölge bir yerde durmuş çantalarımızı çıkartıp yaslanmıştık. Karadeniz ile yanyanaydık. O anda o yerde ve yanyana olduğumuz için mutlu olduğunu gözlerinden okuyabiliyordum. 
 Dağları tırmanarak ilerlemeye devam ediyoruz.  İyiden iyiye enerjimin bittiğini hisderek, sızlanmadan yürümeye devam ediyordum. Dağ yamaçlarından kayaların üstünden yürüyerek, yer yer atlayarak, yer yer tutunarak ilerliyordum. İlk günlere nazaran yürümekte çok zorlanmıyordum ancak mens olduğum için kendime duyduğum güven ve enerjim azalmış, yorgun, halsiz,  hareket yeteneğim kısıtlanmış olduğundan yürümekte epeyce zorlanıyordum. 
Nihayet bir koya varıyoruz. Karadenizle aramızda hiç bir diyalog geçmediği halde ortak hareket ediyorduk. O bana söylemeden ne yapacağımızı, nerede duracağımızı, nerede mola vereceğimizi anlıyordum. Koy; dalgaların getirmiş olduğu çöplerle doluydu. Alabildiğine naylon poşet,  kola,su, meyve suyu, boya, yağ kutuları, araba lastiği, odun parçaları..... Ortalık plastik ve teneke  cehennemini andırıyordu. Karadenizin yaktığı ateşe yanabilecek bütün çöpleri getirip atıyorduk. Ortalığı yanan ateşten çıkan kapkara duman kaplamıştı. Koyu temizleyelim derken havayı kirletiyorduk. Çöplerin bu şekilde durması mı daha iyiydi yoksa yanması mı daha iyiydi karar veremedim. İçi hava dolu plastik şişeler ateşte yanarken patlıyor etrafa ateş sıçratıyordu. Bir saatten fazla uğraştığımız halde çöplerin çeyreğini bile imha edememiştik. Karadeniz denizin hemen kenarına oturmuş, bana "çöp yakma işini artık bırak" diyordu. Gelip Karadenizin yanına oturduğumda üzerine oturduğumuz tahta parçası sallanmaya başlamıştı. Beni kaldırıp sallanan tahta parçasının altına taş koyarak zemini sağlam bir hale getirmişti. Ayakkabılarımızı ve çoraplarımızı çıkartıp ayağımızı denize sokmuştuk.  İkimizde gülüyorduk. Gülmemiz için bir ortada bir sebep yoktu ancak 32 dişimizde görünüyordu. İyice açıkmış ve yorulmuştum. Ordan kalkıp çantamın yanına gitmiş, meyve suyu ve bisküvi alıp geri dönmüştüm. Bu atıştırmadan sonra hava iyice kararmadan çadırlarımızı kurmaya başlamıştık. Civarlarda yerleşim yeri yoktu. Likya yolunu yürüyenlerin mola verdiği ve kamp kurduğu belli olan bir alanda çadırlarımızı kurmuştuk. İklimin, beslenme alışkanlığımın, bütün hayatımın birden değişmesi ve sürekli katı gıdalar yemem nedeniyle 8 gündür büyük abdestimi yapamıyordum. Ciddi bir kabızlık problemi yaşıyordum. Üstüne üstük birde mens olmuş, şişlik nedeniyle patlamak üzere olduğumu hissediyordum. Birisi bana bir iğne batırsa balon gibi pıssss diye hava inecek gibiydim. Kamp alanından baya uzaklaşıp, beni kimselerin göremeyeceği bir yer aramak için dolanıp durdum. İşte burası!! Kuytu bir yere girdim. Her gün evde veya iş yerinde hazır, bol suyu olan tuvaletlerde wc ihtiyacını görmenin önemini anla ey okuyucu!!! Yarım saat ıkınıp durdum. O kadar ıkınmaya bir çocuk bile doğurabilirdim desem abartmam. Neyse ki sonunda mutlu sona kavuşmuş, rahatlamış, mutlu mesut kamp alanına geri dönmüştüm.
Kamp için ateş yakıp, bir şeyler atıştırdık. O akşam Karadenizin taşıdığı çikokremi kaşık kaşık ekmeğime sürüp yedim. Sıcak ve şekerli bir şeyler yiyip içmek beni rahatlatmıştı. Ateşin başında oturuyorduk. Karadeniz "Yarın yüzer miyiz?" diye sorduğunda  tekrar "benim için deniz sezonu kapandı" deyip Karadeniz'e baktım. Anlamamış bir ifadeyle susması karşısında "Hala anlamadın mı? Sabahtan beri içim dışıma çıktı" dediğimde nihayet anlamış "hayır olamaz!" sözleri döküldü dudaklarından.  "Ne olamaz?" diye sorduğumda konuyla alakası olmayan başka bir şeyin olmamasından rahatsızlık duyduğunu belirten sözler söyleyip konuyu değiştirmeye çalışıp, anlamazlığa vurmuştu.  Sabah yürümek istemediğimi söylediğimde beni dikkate almayıp mensli iken yürüttüğü için kendisini suçlu hissetmişti ancak bunu kabul edemeyecek kadar gururlu olduğundan konuyu hemen değiştirmişti. Bu gururlu ifadelere ve sözlere o kadar çok aşinaydım ki... Kendini istediği kadar saklasın,  istediği kadar içinde farklı şeyler hissediyorken dilinden sert ve kırıcı sözler dökülsün... Onun ne demek istediğini çok iyi anlıyordum. İstediği kadar kadınlar, aşk, hayat, bilim ve her konu hakkında kitap okusun. İstediği kadar bütün okuduğu kitapları ezberlesin, yalayıp yutsun, istediği kadar yeri geldiğinde söylenebilecek en etkili sözleri söyleme yeteneğine sahip olsun... Okuyan değil,  hisseden ve yaşayan bilirdi. Karadeniz hiç bir kadını yaşamadığından bilemezdi. Hissetme konusunda ondan daha fazla yeteneklerle donatılıp yaratılmıştım. Hissedebilmek; kadınlara her ay mens ile çektiğimiz büyük acıya karşılık mükafat olarak verilmişti.
O gece bir daha konuşmamış, çadırlarımıza girip bir günü daha geride bırakmıştık. 

12 Ekim 2010 Salı

Likya Yolu (22.10. 2009)


Gözümü açtığımda aklıma ilk gelen saçlarım oldu. Dün esen sert rüzgar denizden getirdiği tuzlu su damlacıklarıyla saçlarımı kazık gibi sert bir hale getirmişti. Karadeniz kalkana kadar bu işi halletsem iyi olacak. Kafamdaki  saç dışında her şeye benzeyen kirli, yağlı bu kılları yıkamalıydım.  Çadırımdan çıktığımda gün tam olarak aydınlanmamış, güneş dağların arkasında gökyüzüne yükselmek için uğraşıyordu. Ortalıkta kimsecikler yoktu.  Denizde yüzen turistlerin duş aldığı kabin gibi bir yer olmalıydı buralarda. Ama nerede? Sınırları içerisinde kamp kurduğumuz yediğimiz, içtiğimiz tesisin dışında ki bütün tesislerde duş alınacak yerler varken bu tesiste neden yoktu ki? Karadeniz yürümeye devam edelim deseydi bu su bolluğunu tekrar bulamayabilir, kirli kirli yürümek zorunda kalabilirdim. Tesisin önünde ki çiçekleri sulamak için kullanılan hortum ortalıktaydı. Şampuanımı ve sabunumu getirip hortumu çeşmeye taktım. Çömelip başımı aşağıya eğdim. Bir elimle hortumu tutuyor, bir elimle  saçlarımı yıkamaya çalışıyordum. Su soğuktu. İnşallah hasta olmam. Şampuan köpükleri çiçeklerin köküne gidiyordu. Ya çiçekler kuruyup burda saçımı yıkadığım anlaşılırsa! Ardımda iz bırakmak istemiyordum.  Her yer kuru, benim saçlarımı yıkadığım yer ise ıslaktı. Suyun bir yerde göllenip kalmaması için arada yerimi değiştirip, çiçekleri sulamış izlenimi vermeye çalışıyordum. Ne sahtekarmışım ben yav. Saçlarımı iki kere köpükleyip, duruladım. Soğuk su ile yıkanan saçlar pırıl pırıl olmasada bitlenmekten iyiydi. Üşüdüğümü hissediyor, içten içe titriyordum.  İşim bittiğinde çadırıma dönüp saçlarımı kurutmaya uğraştım. Kıyafetlerimi değiştirdikten sonra çadırımdan çıkmıştım. Karadeniz çadırından çıkmış şezlonga uzanmıştı. İlgisiz ve soğuktu. Bu tavırlarının beni etkilemesine, günümün kötü geçmesine izin vermeyecektim. Mp3 çalarımın tek kulağını onun kulağını takmıştım. Bir kaç şarkıdan sonra, "hep aynı şarkılar!"  diyerek kulaklığı çıkartmıştı. Kibirli! Ukala!  Dinlemezsen dinleme!!! Keyfin bilir...
Hava düne göre daha güzel ve sıcaktı. Rüzgar sert esmeyi bırakmış, ılık ılık okşuyordu insanı. Bir kaç saat öylece uzanmıştık. Tesisin sahipleri Ülker ve Bayram gelmiş yeni günde gelecek müşterileri için hazırlanmaya başlamışlardı. Bayram yemek ve mutfak işleriyle, Ülker ise müşterilerle ilgileniyor, garsonluk işleriyle uğraşıyordu. Ülker dün esen sert rüzgarın şezlonglardaki minderleri uçurmaması için minderlerin üzerine taş koymuş, şemsiyeleri aşağı yatırmıştı. Sabah olduğunda şezlongların üzerinde ki taşları indirmeye başladığında Karadeniz de Ülker'e yardım etmeye başlamıştı. Onları çalışırken gördüğümde bende yardım etmeye başladım. Ardından Bayram beyin kızarttığı bir tabak patatesi ve Büyük Çakıl'a gelmeden önce merkezden aldığımız kahvaltılıkları yemeye başlamıştık. Karadeniz ekşi tadı seviyordu. Cam kavanozda ki içi kırmızı biberle doldurulmuş yeşil zeytini iştahla yiyiyor, neredeyse bitirmişti.  Ortada bulunan patates kızartmasından çatalıma bir kaç tane patates alıp ağzıma götürüyordum ki patateslerden bir tanesi masanın üzerine düştü. Masanın üzerine düşen patates artık yenilmeye layık değildi! Çatalımı tekrar tekrar patates tabağına daldırıyor masaya düşen patatesi görmezden geliyordum. Karadeniz dönüp bakmadığım masaya düşen patatese çatalını batırıp almış, ağzına götürüp yemişti. Tek bir kelime bile etmemişti. Yaptığım yanlışı anlayıp mahçup olmuştum, bu mahçubiyetimin üstüne yere düşen patates hakkında bana iğneleyici tek kelime etseydi haklı Karadeniz gözümde haksız olup çıkacaktı. Çatala bir kaç patates alıp hepsini bir anda yemeye çalışmam ve masanın üzerine düşen patatesi sanki boka bulanmış gibi tenezzül etmemem benim aç gözlülüğüm ve kibirimden kaynaklanıyordu. Oysa yürüyüş boyunca ne kadar açlık ve susuzluk çekmiştim.
 Biten çaylarımızı kendimiz alıp koyuyorduk. Şu an aklıma geldi. Hiçte öyle olmadı. Çayım bitmiş, Karadenizin çayının bitmesini bekliyordum. Şimdiye kadar hep ben çaylarımızı doldurmuştum. İkimizin bardağıda boşaldığında kalkıp çaylarımızı doldururmuydu acaba!!! Doldurmadı, aksine çayları doldurmamı beklediğimi biliyor bekletip duruyordu. Bu durumdanda haz aldığı yüzünden anlaşılıyordu.  İnatçı, aksi ve ters bir tarafı vardı. O inatlaştığı ve beklettiği için bende kalkıp çayları doldurmuyordum. Kahvaltı keyfi bir inatlık yüzünden uçup gidecekti. Ramazan bey çayları doldurmak için kalkmaya yeltendiğinde ondan önce çayı koymak için mutfağa gidip çaydanlığı getirdim. İnatlaşmanın galibi belli olmuştu. Bir tesiste değilde bir misafirlikteymiş gibi davranıyorduk. Kahvaltıdan sonra masayı toplamalarına yardım ettim. Bu işlerde Karadenizin çok yardımcı olduğunu söyleyemem. Evde kızkardeşi ve annesiyle yaşayan Karadenizin ev işlerine el sürmediği, bu işleri yapan birileri belli oluyordu. Masa kurma, toplama işleri otomatikmen üstüme kalmıştı. Kahvaltıdan sonra tekrar şezlonglarımıza geldik.
Dün şezlonga uzanmış Rus kadın ve küçük kızı da gelmişti. İki gündür aynı ortamda bulunmaktan dolayı aşina olmuştuk. Küçük kızla aramızda ki buzlarda erimiş, defter kağıdına yaptığı resimlerden bir tanesini bana hediye etmişti. Bu Rus kadın ne kadarda şanslıydı. Sabahtan akşama kadar burda kızıyla birlikte vakit geçiriyor, ne bulaşık, ne yemek, ne ev işi, ne koca derdi vardı. Dün askılı bir bikini giymiş, bugün boyundan bağlamalı farklı bir bikini giymişti. Bikini askının altında kalan teninin bronzlaşması için askılarını indirmiş, güneşe göre vücudunu evirip çeviriyordu. Ne kadarda rahattı yarabbim! Mahrem yerlerini açmış güneşte bronzlaştırıyordu.
Dünkü rüzgarlı hava ve dalga denizdeki çöplerin kıyıya vurmasını sağlamış, plajı çöplüğe çevirmişti. Sigara izmaritleri, odun parçaları, kağıt, naylon.... Bu vücudunu sergilemekten sakınmayan cıbıl Rus kadın eline bir poşet almış, deniz kenarında ki çöpleri tek tek toplamaya başlamıştı. Bak sen şu münafığa, bak sen şu gavura!!!! Şekili bırakıp öze bakmak gerekiyordu ama henüz özü göremiyor şekile takılıp kalmıştım. Elin Rus kadının çöp topladığını gördükten sonra Karadeniz ve bende çöp toplamaya başladık. 
Büyük Çakıl'da cep telefonumu şarj edecek elektrik bulunduğundan cep telefonum sürekli açıktı. Arkadaşlarla birlikte tatil yaptığımı sanan Kardeşçalan (Kızkardeşimin eşi) aramış ne yaptığımı soruyordu. 
Likya yolu yürüyüşüne çıkmadan önce yürüyüş için gerekli eksikleri almak için alış veriş yapmaya çıktığım gün Kızkardeşim ve Kardeşçalanla bir aradaydık.  Ben mayo almak için kızkardeşim ve eşinden başka bir işimin olduğunu söyleyerek ayrılmıştım. Girdiğim büyük bir mağazada mayoları elime tek tek alıp inceliyor, "bu balina gibi vücudu hangisi örtebilir ki?" diye düşünüyordum. Ekim ayı olduğu için mayo ve bikiniler sezon sonu indirimine girmiş, 100 küsürlük mayoyu yarısının yarısı bir fiyata alacağım için sevinçten kuduruyordum. Elime bir mayoyu alıp inceliyorken hiç yoktan arkama dönüp bakma gereği hissettiğimde Kardeşçalanla gözgöze geldik. Ben ve mayo zina yaparken yakalanmış gibi bir mahçubiyet yaşayıp hemen başımı çevirdim. Koca şehirde koca mağazada karşılaşmaktan doğal ne olabilir di ki? Bu doğanın kanunuydu. Gizlediğin, sakladığın ve çekindiğin herşeyin er yada geç ortaya çıkma ve bununla yüzleşme kanunu... Ben o mayoyu almıştım. Kardeşçalan ise mayoyu aldığımı bildiği halde bilmiyormuş gibi davranmış, bu konu üstüne konuşmamıştık. Hem onane? Ne karışıyor ki? Onun kocalığı kardeşime söker ama bana sökmez!!! Biricik kardeşimi benden çaldı o. Suçlu o....
Kardeşçalan'a telefonda hava atıyordum. "Büyükçakılda deniz, güneş, kum ve ben. Çok güzel bir tatil geçiriyorum." Ne kumu?  Büyükçakıl adı üstünde çakıl ve kafam kadar kayalarla doluydu. Kumdan eser yok!!!  "Baldız denize ne giyip giriyorsun? diye sordu Kardeşçalan. Likya yolu boyunca hiç denize girmemiştim. Mayomu bir iki kere giymiş o zamanda üzerine şortumu giymiştim. Şu andada üzerimde mayo değil şort vardı. Kardeşçalanın sorusu karşısında suçluluk hissediyormuşta cevap veremiyormuş gibi susmuş bir duruma düştüm. Suskunluğumu "mayo giydim" cevabı olarak varsayan Kardeşçalan bana "Cehennem odunu!" dedi. Aramızda hatırlayamadığım bir kaç cümlelik daha diyalog yaşandıktan sonra telefonu kapatmıştık. Konuştuklarımızı Karadeniz'de duymuştu. Telefonda konuştuğum kişinin dediklerini anlayabilmem için sesini en yüksek seviyeye getirdiğimden telefonda kiminle konuşursam konuşayım yanımda ki kişi konuştuklarımızı duyabiliyordu. Kulağım ağır işitiyor galiba...   Kardeşçalan benimle böyle konuştuğu için rahatsız olmuşken birde konuştuklarımızı Karadenizin duyması ve yaptığı yorumlar hoşuma gitmemişti. Karadenizin "Ne dedi telefonda?" sorusu karşısında Kardeşçalanın sorusu karşısında sustuğum gibi susmuştum. Bu suskunluğum Karadeniz'in duymak istediği cevabı almasını sağlamıştı. "Geri kafalı!!!!  Kendini bilip ona göre davrandıktan sonra mayo giymenin ne sakıncası var?" diye soruyordu. Karadeniz bikinili Rus kadınını kasdederek kadını görüyor musun?, çocuğuyla gelmiş yüzüyor, güneşleniyor, dinleniyor, gavur dediğin bu kadın benim ülkemde benim denizimde ki çöpleri topluyor.  Kendini biliyor. Nerede, nasıl davranması gerektiğini biliyor. Kendine güveniyor. Bizim kadınlarımıza bu fırsatlar verilmiyor? Herşey günah ve haram! Kadınlar düşünmekten aciz bırakılıyor ve kadınlar adına hep başkaları karar veriyor. Türkiye'nin her tarafı denizle çevrili. Her insanın yüzmeyi bilmesi gerekiyorken bizde kaç kadın yüzmeyi biliyor?" bu ve buna benzer cümleler söylemişti. Yobaz ve geri kafalı insanlara karşı hissettikleri ve onlara demek istediklerini bana söylüyor kadın haklarının sıkı savunucusuymuş gibi konuşuyordu.   
Kardeşçalan ile Karadenizi kabalık ve beni gıcık edenin birinci olacağı juriliğini yaptığım  bir yarışmaya soksam  ikisini de birinciliğe layık görürdüm. İkiside benim ne düşündüğümü, ne yapmak istediğimi, nasıl giyinmek istediğimi sorma zahmetine girmiyordu. İkiside benim ne yapmam, nasıl düşünmem, ne olmam gerektiği konularında kendilerince  hüküm veriyor, kendi inandıkları, bildikleri doğru kalıplarına beni sokmaya uğraşıyor, bu kalıba girmek istemezsem beni yargılayıp, eleştiriyor, fırçalıyorlardı.  Kardeşçalan için din düşmanı, asi, yasak-kural tanımayan, kafasına estiği gibi davranan biriyken, Karadeniz için doğmatik düşüncelere sahip, geri kafalı, yobaz, dinci, boş ve saçma düşüncelerle doldurulmuş kalıbından çıkamayan birisiydim. Bana göre ise ikiside inatçı, nezaketten uzak, bencil, saygısız ve kabaydılar.  İkisinin savunduğu fikir ile düşünceler  doğu ve batı kadar farklı ve uzak olsada davranış olarak birbirlerinin aynıydılar. Kendi düşünce, fikir, inanç ve bildiklerinin dışındaki herkes kötüydü, yok olması veya göz önünde olmaması gerekiyordu. Farklılıklara tahammülleri yoktu. Karşı düşünüp, davrananları sert bir şekilde eleştirebilirler ve içinde biriktirdikleri (biri din adına, biri özgür düşünce ve bilim adına) kin öfke kusabilirlerdi, öyle de yapıyorlardı. Kıçıma ne giyeceğim kararını onlar mı verecek ben mi? Günahsada benim günahım, sevapsada benim sevabım, düşünceysede benim düşüncem. Bütün hayatım boyunca kendim olamamın acısını çekmiştim ben. Fikrime, düşünceme, bana saygısı olmayanın hayatımda yeri yok. S.ktirin gidin.... (Yazarken bile sinirlendim) 
Bu telefon görüşmesinden sonra Karadeniz bana yüzmeyi öğreteceğinden çadırıma gidip mayomu giyinmiş, belime ise püsküllü bir şal sarıp çıkmıştım. Kardeşçalanla yaptığım telefon görüşmesinden sonra yüzmeyi öğretme isteği artırmıştı. Belimde ki şalı çıkartıp denize doğru yürüdüğümde kendimi çırılçıplak kalmış gibi hissettim. Çok büyük utanma duygusu ve mahcubiyet yaşıyordum. İlk defa doğum masasına çıkıp bacaklarını açan, tüm mahremiyetini başkalarına gösteren kadınların düşünce ve hislerini bilirmisiniz? Hah işte öyle!!! Deniz suyunun içine bir an önce girip bu çıplaklık hissinden kurtulmak için hızlı hızlı suyun içine girdim. Su tenimin görünmesini engellediği için suyun içinde huzurluydum ancak yüzmeyi bilmediğimden korkuyordum.  Koltuğumun altında dünki dalgada kıyıya vurmuş suyun üzerinde kalmamı sağlayan makarna vardı. Karadenizde yanımdaydı, suyun üzerinde nasıl duracağımı, ne yapmam gerektiğini söylüyordu. Karadeniz "annem bile bu suda tek başına gidip gelebiliyor" diyerek bana gaz vermeye çalışıyordu. Annesiyle kıyaslanmaktan ve annesinin yapabildiği ama benim  beceremediğim konuyu yüzüme vurmasından hoşlanmamıştım. Beni gaza getirmek istiyorsa tatlı sözlerle ve benim egomu övecek iltifatlarla bunu yapmalıydı.  Ayağımın altında taş olmadığını hissettiğimde korkuyordum, suyun bütün vücuduma yaptığı basınç beni bunaltmıştı. Suyun içinde çırpınarak büyük bir enerji harcıyor, hareket etmeye çabalıyordum ancak başaramıyordum. Yolun çok başındaydım. Su burun seviyeme geldiğimde panikliyor, Karadenize tutunuyordum. Karadeniz "korkma, ben buradayım, suya direnme, suyu kendinden farklı görme, suyla bütün ol diyordu!" Suyu benim dışımda olan bir düşman olarak değilde bir dost gibi görüp kendimi suya teslim ettiğimde herşey daha iyi olmuştu. Artık su üzerinde durabiliyor, bir kaç metrede olsa suda ilerliyebiliyordum. Karadeniz yanımda değildi, tutunacak dalım çok uzaklara kadar yüzüp beni dalsız bırakmıştı. Uzaklaşarak kendi başına öğrenmelisin ve bana değil artık kendine güvenmelisin mesajını vermişti.
Denizden çıkıp biraz dinlenmek için şezlonga uzanmıştık. Üzerimde ki mayo için artık çok fazla üzerimde baskı hissetmiyorum ancak püsküllü şalımıda belime sarmaktan geri durmadım.  Karadenizin daha kısa bir şortu varken uzun bir şort giyiyordu. Giydiğim mayoyu kasdederek "ooo açılmış saçılmışsın, keyfin yerinde, maşallah her şeyin meydanda!" diyerek bana takılmıştı. Bu şakayı ciddiye mi almalıydım yoksa gülüp geçmelimiydim bilmiyorum. Karadeniz özelde rahat iletişim kurabilen birisi değildi. Söylemek istediklerini imâ ederek söylüyor, ne demek istediğini anlama işi ise bana düşüyordu. Bu şakayla bir şey mi imâ etmek istemişti? Kendisi daha kısa bir şortu varken neden uzun olanı tercih etmişti? Ben böyle açık saçıkken o yanımda tesettürlü gibi kalmıştı. Çekinmediği, utanmadığı her halinden belli olan Rus kadının "bikini giymesinin ne sakıncası var?"  diyebiliyorken mayo giydiğim için üzerimde yoğun baskı hisseden bana bu şakayı yapmasında ki amaç neydi? Kalkan plajında kıyafetiyle denize girmiş Bayan Türk hakkında olumsuz konuşmuşken kendisi uzun şort giymişti. Neden? Bu soruların hiç birisini ona soramadım. Ama kendim sorup kendim cevap verdiğimde kendime şu cevabı verdim.  Kitaplardan öğrenmesi gereken bir çok bilgiyi öğrenmiş, bildikleriyle bir çok insanın önüne geçmiş olsada Karadeniz'de has bir Türk'tü. Genleri, kültürü, aldığı eğitim ve her ne kadar kabul etmek istemesede doğru diye ona öğretilenler bu topraklarda yetişmiş insanlara aitti. Kadın ile erkek arasında bulunması gereken mesafeye çok dikkat ediyor, yanlış anlaşılabilecek davranışlardan kaçınıyordu. Yanında ki kadını sahiplenici, kıskanan, herkesten sakınan bir yapısı olduğu halde ilgilenmiyormuş gibi davranacak kadar da gururluydu. 
Hayatımın bundan sonra ki safhasında artık mayomun üzerine şort giymeden yüzmeme kararı aldım. Bu çıplaklık ve utanma duygusu  benim yaşamak istemediğim ve baş edemeyeceğim bir duygu olduğundan, yüzmem gerekecekse şortla yüzecektim. Bu konuda ne Karadeniz ne Kardeşçalan ne de bir başkasının fikrini önemsiyorum.
Şezlongların üzerinde biraz dinlendikten sonra tekrar denize girmiştik. Artık suda daha rahat hareket edebiliyordum ancak koltuğumun altında ki makarnaya hala ihtiyaç duyuyordum.
Denizden çıktıktan sonra duş almak istediğimi ancak duş almak için yer bulunmadığını söylediğim Karadeniz hemen çadırlarımızın arkasında bulunan kocaman harflerle yazılmış SHOWER yazısını gösterdi. İnanmıyorum yaaa... Sabah ben kafamı yıkamak için boşunamı o kadar zahmet çekmişim. Körmüyüm neyim ben? Şampuanımı alıp soğuk suyla güzel bir duş aldım. Denizin tuzlu suyundan, kirinden, kumundan arınmak için alel acele yapılması gereken bu duş benim zaruri banyo ihtiyacına dönüşmüştü. Yıkan Haccecan yıkan.. Bu fırsatı bir daha bulamayabilirsin...
Kardeşçalana zina yaparken yakalandığım mayomla duş almıştım. Akşam üzeri olduğundan havada soğumuş, soğuk suyun etkisiyle iyice üşümüştüm.  Çadırıma gidip ıslak kıyafetlerimi çıkarttığımda mens olduğumu farkettim. Daha iki hafta vardı ancak bu hava değişiminden vücudum etkilenmiş olmalıydı. Hazırlıksız yakalanmıştım. Ped almam gerekiyordu ancak nasıl ve nereden alacağımı bilmiyordum. Üzerimi giyinip Karadenizin yanına gittim. Karnımda ağrı, şişlik vardı ve kendimi gergin, sinirli, çirkin bakımsız hissediyordum. Ah şu hormonlar!!! Nasıl hissedeceğimizi  hep onlar belirliyordu ancak hormonlarımızın nasıl salgılanacağını kim belirliyordu? Üşüdüğüm için tüylerim diken diken olduğunda çadırıma doğru üzerime kapşonumu almaya gidiyorken Karadeniz üzerinde ki montu çıkartıp giymem için bana vermişti. Karadeniz "tekrar yüzmek istermisin?" diye sorduğunda "benim için deniz sezonu artık kapandı!!" deyip ona olumsuz cevap vermiştim. Ne demek istediğimi anladı mı anlamadı mı bilmiyordum.
Akşam yemeği için Bayram bey bize yemek hazırlamıştı. Masayı kurarken Ülker hanımda ped olup olmadığını sorduğumda olumsuz yanıt aldım. Masada yemek yerken Karadeniz yarın Likya yolunu yürümeye devam edeceğimizi yürüyüşe çıkmadan önce eksik malzemeleri merkeze gidip almamız gerektiğini söylediğinde hemen lafa atladım. "Yarın sabah merkeze alış veriş yapmaya ben gideyim. Anneme kontör göndermem gerek" demiştim. Ped almam gerekiyordu ve bunu Karadeniz'e söyleyemezdim.  Merkeze ben gideyim sözünün üstüne Karadeniz bir şey dememişti.
Masadan henüz kalkmamıştık. Bayram Bey "merkeze alış veriş yapmaya gidiyorum, istediğimiz bir şey var mı?" diye sorduğunda Ülker hanımın gözlerine baktım. Ne istediğimi anlamıştı. Bayanların bir  kelime bile kullanmadan bir bakışla iletişim kurabilme özelliğine  hayranım. Gözlerimiz bile konuşuyor be... Ülker Hanım eşini mutfağa çağırıp beni mahçup etmeden ped almasını söylemişti. Bayram bey çarşıya gidip geldikten çok sonra Ülker hanım poşete sarılmış pedi kimseye farkettirmeden bana verdi. O akşam Bayram ve Ülker çiftinin küçük kızları ile de tanıştık. Ailecek bilgisayar ile akrabaları ile görüntülü konuşma yapıyorlarken Karadeniz çadırların yanına doğru gitmiş karanlıkta kaybolmuştu.Nereye gittiğini bilmiyordum, birazdan tekrar göründüğünde bana "daha burda durmayalım istersen" deyip oturduğum yerden kalkmamı sağlamıştı. Birlikte şezlongların üzerine uzanıp yıldızları seyrettik. Hava çok soğuktu, mens olduğum içinde daha çok üşümüş, sıcak bir şeylere sarılıp kıvrılmak istiyordum. Karadenize "üşüdüm çadırımdan montumu giyip geleyim" dediğinde "hayır çadıra gidelim" demişti. Karadenizin çadırı 3 kişilik, benim çadırım 2 kişilikti. Onun çadırı daha büyük olduğundan  hep onun çadırında oturuyorduk. Artık onun yanında kasılmış bir şekilde oturmuyor, çantasına yaslanıp uzanabiliyordum. Karadeniz mavi not defterine bir şeyler yazıyorken ben uyuyakalmışım. Ne kadar süre geçti bilmiyorum. Karadeniz beni uyandırıp çadırıma gidip uyumamı söylemişti. O gece çadırımın sağında, solunda, üzerinde birşeyin hareket ettiğini farkettim ancak uyku sersemi buna pek anlam veremedim.Yılan mı, cin mi, peri mi? Korkmaya başlamıştım. Gerçek ile hayal arasında gidip gelirken çadırımın yağmurluğu ile iç tentesinin arasından bir kedinin çadırın tepesine tırmanmaya çalıştığını farkettim. Allahtan Karadeniz wc ye kalkmıştı.  Çadırımın üzerinde ki kediyi almasını söyledim. Karanlıkta araya sıkışmış kediyi  bulmakta zorlansada onu oradan çıkarmış, çadırımın içindeki sıcaklığa geldiğini söylemişti. Sıcakkanlılığım kediyi bile cezbetmiş ama kaya gibi sert Karadenizi birazcık bile yumuşatmamıştı.