Görev Beni Çağırıyor... Seni de...

30 Nisan 2009 Perşembe

Kırık Şemsiye

28.04.2009 tarihinde başkandan izin alıp beraber çalışmaya başladığım arkadaşımla (hüthüt) tiyatro izlemeye gitmek için başkandan izin aldım. Hava yağışlıydı. Öyle böyle değil baya bir yağışlıydı hava. Çok yağıyordu. Metreküpe en fazla ne kadar yağış düşüyorsa onun yarısı kadar yağmur düşüyordu. O kadar çok yağıyordu yani. Muson yağmuru gibi bir yağmurdu. Muson yağmuru nasıl olur bilmem ama yazıyı ilginçleştirmek için başka yazacak bir şey bulamadım. Neyse işte.. Ben bu yağmura niye bu kadar taktım ki?... Her zaman yağıyor zaten. Her zaman yağdığından ve kapalı havadan bunaldığımdan mı acaba taktım böyle? Benim şemşiyem odamda vardı zaten. Genelde çantamda şemsiye taşırım, işteki odamda bir tane, evde ise 3-5 tane şemsiyem vardır. Bu yağmur cenneti memlekette her an yağmura hazırlık olmak gerek demi? Şemsiyelerin bir çoğu buranın fırtınasına dayanamayıp kırılmıştır, yolda giderken tepesi uçmuştur.... Şemsiyeden yana yüzüm gülmedi gitti. Nereden ve nasıl geldiğini, kime ait olduğunu bilmediğim siyah bir şemsiye daha vardı odamda. Onuda hüthüt'e verdim ıslanmasın diye. O günde grip başlangıncının ilk gününü yaşıyorum. Baş ağrısı, boğaz ağrısı, burun akıntısı, göz sulanması, halsizlik, bitkinlik, yorgunluk gibi bütün belirtiler ufak ufak baş gösterdi bende. Hatta sesim bile kısıldı. Sesimin kısılmasından şiddetli bir gribal enfeksiyon geçireceğim belliydi ama "güçlü haccecan bir virüs mikrobuyla yıkılacak kız değil" deyip ben yine paşa gibi dolanıyorum ortalıkta.
Gideceğimiz tiyatronun ismi "Dış Sesti". Tiyatro oyunun tanıtımı için şu sözler dikkatimi çekti : "Kadının toplum içindeki yeri, toplumun düzenini belirleyen ekonomik-üretim ilişkileri, kültürel-inançsal yapılanmalarından bağımsız değildir. Bütün etmenleri bir bütün içinde tek tek ele alıp düşününce ve erkek veya kadın sunulan öğretileri-dayatmaları sorgulayınca başlar aslında yolculuk. Dış ses’ de biri ev kadını, diğeri iş kadını iki kadın, onlara çocukluklarından beri yüklenen “öğretilerin” içinde, günlük rutinlerini yaşarlarken, bir gün farklı bir boyutta uyanırlar. İkisi de kabinlerin içindedir. Dışardan gelen bir ses onları yargılar ve sonsuza kadar buraya hapseder. Şaşkınlık ve panik halinde çıkış yolları arayan kadınlar, önce yalnız olmadıklarını, sonra da aslında kendilerini, kabini ve yargılayan sesi sorgularlar. Aslında zaten hep kabinlerin, kutuların içinde yaşadıklarının farkına varırlar. Bize dayatılan kurgular ve kalıplardan kurtulmanın, ezberleri bozmanın, kabinden çıkmanın bir yolu var mıdır? Oyunun sonunda kadınlar birbirine sorarlar çıkış var mıdır, “becerebilir miyiz” diye. Hep beraber becermek, bize sunulan kutuları, kabinleri itelemek, sorgulamak, aslında çok da basit olan çıkış yolunu birlikte bulmak umuduyla…. " Konusu benim ilgi alanıma girdiği için iki elim kanda da olsa gitme kararı almıştım bir kaç gün önceden. Birde kadın haklarından sorumlu olarak da görevlendirilmiştimya bu görevimle ilgili tiyatroya gelen halkın arasına bir karışayım, insanlar kadın hakkı deyince ne anlıyor ne düşünüyor bir nabız yoklayayım diye gitmek istedim.

Tam işyerinden çıkarken kızkardeşim bayıldığı gün bizi hastaneye götüren abide (bay marifet) arabasıyla önümüzde durdu. Bizi tiyatroya götürmek için Allah tarafından gönderilmişti, bu fırsat kaçırılmazdı. Ne hikmetse hep kendimi darda hissettiğimde bay marifet yanımda beliriyordu, yanımda yoksa arayıp sorup yanıma gelsin diye haber gönderiyordum.... Atladım arabasına "bizi tiyatroya götürürmüsün?" dedim. Başka seçenek bırakmadığım için bizi tiyatroya (tiyatro dediğime bakmayın, Türkiyede belli başlı kaç tane tiyatro salonu var ki? Helede Anadoluda... Düğün salonu o gün tiyatro salonu görevini yaptı) götürmek zorunda kaldı. Burdaki bir çok erkek gibi bay marifet kadınlara yönelik bir oyun diye salona girmek istemedi ve bizi salonun kapısına bırakıp gitti.
Kapıda bizi tiyatro oyuncuları bekliyordu. Sanki gelmemizi dört gözle bekliyorlardı. İçeri girdiğimde ise neden kapıda dört gözle beklediklerini anladım. Düğünde göbek atılıp, dans edilen alana sandalye konulmuş, düğün sanatçılarının çaldığı sahne ise iki tane kafes konmuş, bir tiyatro salonu yapılmaya çalışılmıştı. Sıralanan 15-20 sıra kadar sandalyenin ise ancak ilk iki sırası dolmuştu. O kadar az izleyicinin gelmesinden dolayı acayip mahçup oldum. Düğün olduğunu duysalardı emin olun salon tıklım tıklım dolar, adım atacak yer kalmazdı. Tabi saat 15:00'de başlayacak olan tiyatro, izleyeci gelir umuduyla yarım saat -kırkbeş dakika arası geçikmeyle başladı.

Hergünü birbirinin aynı olan iki kadının, aslında bir kafeste olduklarının farkına varmalarını konu alan bir oyundu ve çok güzeldi. Oyunda dikkat çektiğim bir nokta ise tekdüzelik evli ve çocuklu, her bakımdan kocalarına bağımlı kadınların hayatlarının tek düzeliği değildi. Çalışan ve evli-bekar kadınlarda tekdüze bir hayat yaşıyordu. İş dışında sinemaya gitmek ve arkadaşlarıyla vakit geçirmek, işte daha iyi mevkiye gelebilmek için patronuyla kırıştırmak dışında yaptığı farklı bir şey yoktu. Tekdüzelik, toplumun doğru deyip belirlediği kalıpların içinde bir hayat evli, bekar, kadın, erkek tüm insanların sorunuydu aslında.

Oyunu izlerken bir ara hüthütle gülme krizine girdik. Hüthüt'e ıslanmasın diye verdiğim kime ait olduğunu bilmediğim şemşiye oyun sırasında durduk yere açılmış, japon şemyiyesi gibi dümdüz olmuş, telleri çıkmış yarım yamalak duruyordu. Biraz argo bir tabir olacak ama "yırtık dondan fırlar gibi" birden açılmış inat etmiş kapanmıyordu da. Hüthüt tamam yanımda böyle dursun bari diyerekten şemşiyeyi yanına koydu. Bu arada biz lüks tiyatro salonunun! en ön sırasında oturuyoz. Arka sıradaki şirin mi şirin, şarısın, saçları iki kuyruk yapılmış 2,5-3 yaşlarındaki kız çocuğunun dikkatini bu kırık şemşiye çekmiş olacak ki, gözüyle onu incelemeye aldı ve birazdan dikkatini çeken o olağanüstü şeye dokunmak için şemşiyenin yanında belirdi. Şemsiyenin kırık telleri gözüne batar tehlikesiyle karşı karşıya kaldığında hüthüt şemşiyeyi yanımızdan uzaktırmak için ayağa kalktı ve salonun diğer köşesine kadar gidip oraya bıraktı. Bu sefer şemşiye herkesin görüş alanındaydı. Sahnede kadınların acınası durumu için oyuncular bağırır çağırırken ben ve hüthüt şemsiyeye bakıp gülme krizlerine giriyorduk. Gülmemek için kendimizi zorladıkça daha fazla gülme isteğiyle karşılaşıyorduk. Sessizce gülerken hüthütün gülmemek için kendini tutarken titremesini hissettikçe bende daha fazla gülmeye başlıyordum. Bir kaç sandalye yanımızda ise kaymakam bey oturuyordu. Dış baskı, otorite baskısı derken kendimi frenlemeye çalışıyorum ama ne mümkün, o kırık şemşiyeyi gördükçe içimden kahkaha volkanları patlıyordu, benim güldüğümü hissettikçe hüthütde gülmeye devam ediyordu. Gülme ve ağlama krizleri engellenip bastırılırsa sonuç nasıl olur tahmin ederseniz. Patladık resmen... Uzun süredir (maksimum 1 ay çok uzun bir süre çok...)böyle güldüğümü yani gülmemek için kendimi frenlemek zorunda kaldığımı hatırlamıyorum. Kırık bir şemsiyenin beni böyle güldürebileceği aklımın ucundan geçmezdi. Bu hengame arasında soğuktan donduğumun ve üşüdüğümün farkına varmadım bile. Salon çok soğuktu. Gülme krizi bittiğinde üşüme krizi baş gösterdi bende. Nasıl titriyorum, üşüyorum, burnum contası bozulmuş musluk gibi akıyor, gözlerim yaşarıyor, vücudum zangır zangır titriyordu. Bu benim iyi halimmiş meğersem. Tiyatro bitip, herkes dağıldıktan sonra tiyatro oyuncularıyla bir kaç kadın baş başa kaldık ve biraz düşünce alışverişi yaptık. Çocuğunu toplumun dayatmalarıyla değil özgür yetiştirmeyi amaç edinen çalışan bir bayan şunu söyledi: "Çocuğum farklı yetişsin diye uğraşıyorum ama çocuğum ev dışında okulda, arkadaşları ve akrabalar arasında toplumun dayatmalarını ve öğretilerini öğreniyor ve öğrendiği benim istemediğim davranışları sergiliyor" dedi. Ben o cümleden şunu anladım; doğurduğum zaman çocuğumun akrabalarına, okuluna, çevresine, arkadaşlarına herşeyine dikkat etmem gerekiyor.

Eve geldiğimde ise zar zor ayakta duruyordum, sobayı zorla yakıp başına oturdum ama ısınamıyorum. İçimde kuzey kutbundaki fırtına yaşanıyodu sanki. Artık kımıldamayacak hale geldim. Kardeşlerim gelsinde beni nazlasınlar diye yattım aşağıya. Uzun süredir kendimi böyle güçsüz, çaresiz, halsiz, dermansız, bitkin, yorgun hissetmemiştim, çok kötü oldum. Erkek kardeşim evimde kaldığı son gecesini bana eliyle su içirerek, ballı-limon yaparak, üstümü örterek bu arada kendi bavulunu hazırlayarak, çamaşırlarını katlayarak, gömleklerini ütüleyerek geçirdi. Erkek kardeşimin hep olumsuz yönlerini yazdım şimdiye kadar bunları okuyunca dudağınız uçuklayacak ve banada hain -nankör abla gözüyle bakacaksınız biliyorum ama ben onun standart bir Türk erkeği değil örnek bir Türk erkeği olmasını istediğimden böyle davranıyordum. Hala umudum var! Odunum, mükemmel olmasada standartların üstünde bir erkek olması bile bana yeterde artar bile. Ertesi gün ise ayağa kalkabilecek kadar olunca işe gittim, odunumun evraklarıyla ve işlerle ilgilendim zaten.

29 Nisan 2009 Çarşamba

Yaprak Dökümü 2 (Odunuma Hitaben)


Erkek kardeşimle vedalaştım on beş dakika kadar önce... Gözlerim sulandı, bir kaç damla yaş döküldü, içimden bir parça koptu onun ardından bakarken... Aslında bugün iki kez vedalaştık. Sabah iş yerime beraber geldik. Ona doktor raporunu aldık sonra geldik benim odama. Vedalaşma zamanı gelmişti ama odamda (babası vefat eden bir vatandaş rapor almak için beklediğinden), ne kardeşime doya doya sarılabildim ne de doğru dürüst içimdeki hüznü gözyaşlarıyla dışarıya akıtabildim... Yabancı insanların yanında davranışlarım nasılda değişiyor. Zayıflığımı ve gözyaşlarımı yabancı birisinin görmesini istememiştim fakat oda ölen babası için bir kanadı kırılmış kuş gibi yarım ve eksik oturuyordu bir köşesi yırtık deri kaplamalı koltukta.. Bavul elinde giden kardeşimin arkasından bakakaldım ve saldım gözyaşlarımı. Odanın dışında bir kaç tur atıp biraz gözyaşı döktükten sonra odama gelip oturdum daktilo başına. Aklım kardeşimdeydi, doğru yazmak ne mümkün! Tak! tak! basıyorum daktilonun tuşlarına ama neye nasıl basıyorum bilmiyorum... Raporu yazıp vatandaşı gönderdiğimde içime bir hüzün oturdu. Kardeşimi belkide bir daha göremeyecektim! "Gidipte dönmemek, dönüpte bulmamak vardı" Ve ben bu uzun, belkide dönmeyeceği, döndüğünde bulamayacağı yolculuğuna gerektiği gibi veda edememiştim. İçimde bunun pişmanlığını bir-iki saat kadar yaşamıştım ki, kapı çaldı ve karşımda erkek kardeşim (odun(um)) duruyordu. Meğersem bir belge daha alınması gerekiyormuş onu unutmuş. İçimden iyiki unutmuş diyorum ama yüzüne yine bilmiş bilmiş laflar ediyorum. "Oğlum her işi başından düşüneceksin demiyormuyum her zaman sana, akılsız başın cezasını ayaklar çeker, çek cezanı bak o kadar gittiğin yolu geri döndün. Şimdi doktora ne diyeceğim ben, kardeşim diğer belgeyi unutmuş onumu almaya geldik diyeceğim. En başından niye her şeyi düşünmüyorsun, hep ben mi düşüneceğim." diye sözleri ardı ardına sıralıyorum. Erkek kardeşim;" of ablaaaa tamammmm, bugün benden kurtuluyorsun, son kez benim işlerim için uğraş" dedi ve ben söylediklerime pişman olup sustum. Halbuki ben onun düşünceli, kendi işini kendi yapan, kendi kararlarını alabilen, becerikli birisi olsun diye uğraşıp duruyorum, o ise bunları düşünebilmesi için bile çok büyemeye (ruhen) ihtiyacı vardı. İçim cayır cayır yanıyor, bilinmezliğe doğru onu yolcu etmek kontrolcü bir kişiliğe sahip olan bana acayip dokunuyordu.
Öğle yemeğini beraber yedik ve tekrar arkadaşlarıyla toplanıp beraber Kıbrıs'a gitmesi için okuluna gönderdim odunumu. Bu sefer ağlamadım ama!! Bir kere ağladım yeter da.. Abartmayalım... (Yalan yine bir iki damla gözyaşı kadar ağladım, ama sabahki kadar değil)
İki saat kadar sonra ne göreyim... Msn de erkek kardeşim... Okuluna gönderdiğim erkek kardeşim okulda beklemekten sıkılıp internet kafeye gitmiş. Yine...Kapıdan kovduğum kardeşim bacadan girip karşıma dikiliyor ya. Akşam 9'da uçağa binip gidecekleri için gevşek gevşek davranıyorlar. Gider ayak dominantlık yapmayayım diye birşey demedim. Artık o özgür, kanatlarımın altından çıktı ve kendi kararlarını alacak!! ne diyim... Ama o uçağı kaçırıpta karşıma geçerse benden çekeceği var... Eve almam... Naparsa yapsın...

Liseyi bütün ısrarlarımıza, nasihatlarımıza, babamın nasihatlarına, baskılarına ve dayatmalarına rağmen okumadı. Okuldan kaçıp internet kafelerde soluğu alan erkek kardeşimi babam, ilçedeki mevcut 25-30 internet kafenin her birini dolaşarak arıyor, onu bulduktan sonra okula gitmesini sağlıyordu. Ergenlik çağları çok problemli geçti anlayacağınız. Asi bir gençti. Lise 1. sınıfı iki kere tekrar eden erkek kardeşimin okuldan kaçmalarının önünü alamayan babam bizede danışarak onu okuldan alıp motorsiklet tamircisinin yanına çırak olarak verdi. "Okuyup adam olamayacaksa kolunda bir bilezik olsun bari" diye düşündü(k)!. Bir seneye yakın çırak olarak çalışan erkek kardeşim; bu meslekte sonunun olmadığını, kimsenin kendisini adam yerine koymadığını görüyor, hayatın zorluklarını daha iyi anlıyordu. Kafasında bazı şeyler bu zor hayatı gördükten sonra şekillenmiş, baskıya, otoriteye, zor bir hayata tahammül edememeye başlamıştı ve kendince bazı kararlar almaya başlamıştı. Evden kaçacaktı!!! Bu fikirlerini benimlede paylaşıyor ama söylediklerini gerçekleştirecek gücünün olmadığını düşündüğüm kardeşimi bende adam! yerine koymuyordum. Ama söylemem gereken herşeyi de söylemekten çekinmiyordum. Her büyük gibi bende ona nasihat ediyor ama kendisi geliştirmesi için fırsat vermiyordum. Kardeşimi harekete geçirecek bir kıvılcım gerekiyordu. Bu kıvılcım ise çok geçikmedi. O kıvılcımı ise istemeden ben verecektim. Az sonra okuyacaksınız meraklanmayın...
Yanında çalıştığı bekar ustası; eş adayı olarak beni belirlediğini öğrendiğinde (daha doğrusu öğrendiğimizde bende bilmiyordum) bana "onunla evlenemezsin" restini çekti, kendiside ustasının yanına bir daha da gitmedi zaten. Evden kaçmıştı. Evden kaçma sebebi olarak ustasının bana görücü gelmesi bahane olmuştu ama altında çok daha başka sebepler yatıyordu. Odunum ortalarda yoktu, kimse nerede olduğunu bilmiyordu. Kızkardeşim gözyaşlarına boğulurken ben içten içe seviniyor, istemediği bir hayatı yaşamayı kabul etmeyip red ettiği için onunla gurur duymuştum. Heytt aslanım be kim tutar seni yürüü... Artık dönüşü yoktu. Yeni bir hayata gözü kapalı atlamayı tercih ettiğine göre her şeyi göze almıştı. Her şeyi göze aldığı için yanlış yola sapması ve insanlar tarafından her amaçla kullanılmasıda zor değildi. Ortadan kaybolduğundan bir veya iki gece sonra bir internet kafeye gelmiş, msn den benimle konuşmuştu. "Abla sen kabul edersen yanına geleceğim, yanına gelmemi kabul etmezsen İstanbul'a gidip çalışacağım" demişti. Nerede olduğunu ise sır gibi saklıyordu. Ben dünden razıydım yanımıza gelmesi için, istanbul onu yutardı mazallah ama ön şartlarımı kabul etmeden de yanıma gel demedim. Erkek çocuğunun kontrol altında tutulması çok zordu. Buraya geliyorsa benim kurallarımı ve şartlarımı kabul ederek gelmeliydi. Oda el mahkum kabul etti, başka bir seçenekde bırakmadım zaten. Hayatındaki seçenekleri kendisi belirleyip, bu seçeneklerden birini seçme hakkını elde edebilmesi için çalışması, uğraşması, zorlanması gerekiyordu, hayat bana bunu öğretmişti, bende ona öğretmeliydim. O akşam msn den kendime yakın gördüğüm başka bir tanıdığıma konuyu anlatıp derdimi paylaştığımda ise bambaşka bir yola gireceğimizi bile bilmiyordum. "Kendisinin görev yaptığı okula kardeşimi getirmemi" söylemişti. O adam artık gözümde bir ilah!!!

2008 yılı Ağustos ayında ben Antalya'ya gitmeden bir gün önce sabah 6 sularında eve gelen kardeşimi merakla, öfkeyle ve gözyaşları içinde karşıladık. Evden kaçtığında ise nereye gittiği hala muamma.
O geldikten sonra evimizde artık çatışmalar, birbirimize uyum sağlama çabaları, tartışmalarda başlamıştı. Kendi sorumluluğunu alması ve her konuda ablalarına güvenen kardeşimin kendi sorumluklarını almayı öğrenmesi için yurtta kalmasına karar verdim, hafta sonları ise evimize gelecekti. Yurtda bir kaç hafta kaldıktan sonra yurtta kalmamak için yurdun soğukluğundan, sesinden, gürültüsünden, çok konuşan arkadaşlarından dert yandı ama asla taviz vermedim. O yurtta kalacaktı!!! Kolaycı ve kaytarmayı seven bir yanı vardır kardeşimin. Yurda gitmeyip, bir gece fazla kalmak istediği her haftasonunda evde tartışmalar eksik olmadı. Kızkardeşimle daha fazla tartışmaya giren erkek kardeşimle aralarında barış elçiliği yaptığımda oldu. Evdeki bunca hengameye rağmen gezilere gitmekten kendimi alamadım. Ben gezideyken evin sorumluluğu kızkardeşime geçiyordu. Kızkardeşimin o konuda hakkını yiyemem...

Haftasonu izni için cuma günü eve geldiğinde ilk işi bilgisayarı açıp başına oturmak olan kardeşim haftasonu boyunca bilgisayar başından kalkmadı. Daha dün; bilgisayar başına oturup ocakta unuttup yaktığı nohutlar ile evi yanık kokusu altında bırakan erkek kardeşime gidecek diye bir şey diyemedim.
Odunumun evdeki köşesi belliydi. Bilgisayar başında oturduğu kanepenin sürekli oturduğu köşesi içe çökmüş vaziyette. Diğer kanapelerimde çökmesin bari diye diğerlerine oturtmadım odunumu :)))) O çöken kanapenin fotoğrafını çekip hatıra olarak saklayacağım. Birde erkek kardeşim komutsuz çalışmazdı. "Odunum hadi yemek yiyoruz sofraya gel, odunum oradan kalkta şu kanapenin örtüsünü silkeleyeyim, odunum hadi yardım ette evi temizleyelim, odunum hadi sobayı yak, odunum çayı demle, odunum....." 9 ay böyle gelip geçti. Bitti bile...
Saat 15:00'den beridir bu yazıyı yazmakla uğraşıyorum. Şu an saat 21.30 civarı. Odunum şu an uçakla Kıbrıs'a doğru uçuyor. İlk defa uçağa binen odunum ne hissediyor acaba? Acaba bundan sonra ne yapacak? Off aman Allah'ım odunumun ablası değilde annesi olsaydım şu an kalpten giderdim ama şu an zaten gitmek üzereyim...

Bir kelebek daha kozasından çıkmak için uğraşıyor.... Dua edin dostlar....

24 Nisan 2009 Cuma

Oley oley...


Ne kadar egosu olan, makam mevki düşkünü varsa beni mi bulur... Bu tip insanlardan kaçtıkça öyle yada böyle karşıma çıkarlar.. Yine gerim gerim gerdiler beni.... Ayy ayyy!!! Bir insanın gerçek yüzünü görmek için ya bir kurumda başa getireceksin ya onu zengin yapacaksın ya da onu şarhoş edeceksin...
Bizim kurumda yeni bir sisteme geçtiğimiz için izin alacak bir personelin izin konusunun nasıl olduğunu bilmediğimden yeni başkana sordum. Yeni başkan sorumun cevabını zaten bilmiyordu ama sonra "bana niye sormadın" demesin diye sorayım dedim. "Müdürlüğü ara sor" dedi, bende aradım. Her konuyu rahatça sorabildiğim müdürlükte ki bayan sorduğum sorunun cevabını bilmediğinden başka bir beyefendiye sormamı söyledi ve o beyefendinin telefon numarası verdi. Beyefendiyi başkanımız bir kaç kere aradı fakat telefona kimse cevap vermeyince başkan bana "sen ara sor öğren" deyip çıktı odadan. Bir kaç sefer numarayı aradım ama kimse cevap vermedi. Sonra izne ayrılacak personel gelip soru yağmuruna tuttu beni, bende bilmediğimi, öğrenmek için müdürlükle görüşmem gerektiğini ancak aradığım numaraya ulaşamadığımı, tekrar arayayım deyip o yanımdayken numarayı bir kaç kez daha aradım. Yine kimse cevap vermeyince bu sefer müdürlükteki rahat iletişim kurabildiğim hanfendiyi tekrar arayıp, "numarasını verdiği beyefendiye ulaşamadığımı, bu konuyu başka kime sorabileceği mi?" sordum. Oda başka bir beyefendinin numarasını bana verdi. Verdiği numarayı aradığımda beyefendiye kendimi tanıttım ve sorumu sordum. Beyefendi ise; neden başkanınız beni aramıyor, başkanınız beni arasın deyip telefonu yüzüme kapattı. Tabi ben bozuldum ve sap gibi kaldım. Yanımda bekleyen arkadaşlar da "benim telefonda gayet iyi konuştuğumu, bu muameleyi hak etmediğimi, beyefendinin tavrının haksız ve seviyesiz olduğunu ve kafama takmamı" söyleyip çıktılar odadan. Ama nafile ben bir kere takmıştım kafama. Hak etmediysem beyefendi bu şekilde benimle nasıl böyle konuşup telefonu yüzüme kapatabiliyordu? Yok onunla konuşmam doğru değilse müdürlükteki hanımefendi bana neden konuşmam için onun telefon numarasını vermişti? Yok başkanın araması gerekiyorsa bana neden başkan " sen ara, öğren" diyordu? Bu olayın üstüne 23 Nisan tatili girdi. Olayın etkisini üstümden atmıştım ki.... Telefonu yüzüme kapatan beyefendi bu sabah başkanı arayıp başkana; " neden soruları için kendisinin aramadığını, kendine özel sekreter mi tuttuğunu, bundan sonra başkanın araması gerektiğini" söyleyip bizim başkanı fırçalamış. Bizim başkanda konudan haberinin olmadığını, konunun yanlış anlaşılmış olabileceğini, arayan arkadaşın (yani benim!!) bir yanlışlık yapmış olduğunu” söyleyip özür dilemiş ve biraz gergin bu konuşmadan sonra kapatmış telefonu .
Bunun üstüne ise sabah başkan beni odasına çağırıyor, “neden o beyefendiyi aradığı mı?” soruyor bana. Bir saat olanları anlatıp, kendimi savunmak, hesap vermek zorunda kaldım. En nefret ettiğim konulardan biriside budur. Ben kötü niyetle veya isteyerek bir hata yapmam ama istemeden neden olduğum ufacık bir olayın bile hesabını vermek zorunda kalmışımdır. Hepte böyle olmuştur. Başım ne kadar büyük benim ya. Bu başımı ne etsem de küçültsem?…
Yani olanlara inanmıyorum valla billa ya.... Kaç aydır yediğim fırçanın haddi hesabı yok. Tüm iyi niyetime ve işlerin usulüne uygun yapmama çabalarıma rağmen fırçayı yiyip oturuyorum. Hemde o kadar basit ve boş konular ki… Yaptığım iyi işler için takdir edildiğimi hiç hatırlamam ama istemeden yaptığım en ufak hata için fırçalamayan insan kalmaz. Bu kadarda olmaz…
Geçen gün "başkanın arasın" deyip kapattın yüzüme telefonu, egonu tatmin ettin, bir insanı bozdun, yeniden arayıp olayı büyütmenin ne anlamı var? Hem Türkiye sosyal ve demokrasi ile yönetilen bir ülke değil miydi? Ne olmuş ast üstü aradıysa ki bilerek zaten aramadım, ona yönlendirdikleri için aradım. Diyelim yanlışlıkla aradım, yanlış olduğunu doğru bir şekilde izah etmen gerekmez mi? Bir insanın yüzüne telefon kapatmak daha büyük hakaret değil mi? Hele başkanın özür dilemesi ise olacak iş değil… Suçumuz neymiş ki özür diliyorsun? Ben olsam asla özür dilemezdim. Aksine o beyefendinin benden özür dilemesi gerekiyor…
Başkana artık hiç güvenmiyorum. Kendi personelini başkalarına karşı savunması gereken konularda savunacağına tutup birde özür diliyor. Arkamda kuvvet olarak göremiyorum onu, iş konusunda zaten kötüydü, her işini bize yaptırıyordu, onun adına da karar almaya bile başlamıştım. Sonumuzu hiç iyi görmüyorum…
Devlet kadrolarına personel alımı yapılırken dört şıklı bir sınavı kazanmaları yeterli görülmemeli bence. Bireyin kişisel özellikleri, insanlarla iletişimi güzel olan, çalışma azmi güçlü olan, vatan ve milletin çıkarlarını kendi çıkarlarına üstün tutma yetisine sahip olan, sabırlı, tutumlu, titiz, güler yüzlü, tatlı dilli, çalışkan insanları alsınlar işe. Hele amir, müdür, başkan, idarecilikle ilgili birimlere ise üstün vasıflı insanlar getirilmeli. Ne oldum delisi insanlar biraz makam, mevki görsün ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Bir kişiye emir verme yetkisi verilmiş olsa bile nasıl bir hava, nasıl bir ego, nasıl aşağısında ki insanı ezme isteği oluşuyor şaşılacak iş… “Devleti sen mi kurtaracaksın?” sözünü o kadar çok duyuyorum ki.. Bunu birde devletten maaşını alanların söylemesi ne kadar acı… Bu sözü söyleyenlerin yüzüne öfkeyle bakıp yanlarından hemen ayrılıyorum ama tepkimi anlayacak insan olsaydı bu lafı demezdi zaten. Kendim edip, kendim buluyorum yani…
Devlet kurumlarına gittiğimizde hepimiz şikayetçi değilmiyiz, sorduğumuz soruya düzgün cevap alamıyoruz, asık suratlı ve ters cevaplarla karşılaşıyoruz çoğu zaman. Ha personelin hepside haksız olamaz tabi, geçim sıkıntısı, işlerin yoğunluğu ve yaşam koşulları hepimizin belini büktü, bükmekten ziyade artık iki büklüm dolaşıyoruz ama yinede insanlığımızı kaybetmememiz gerekli… İletişimsizlikten, eleştiriden, anlamadan yargılamaktan, yüksek ses tonuyla konuşulmak hatta azar ve fırça yemekten bıktım inanın, bunu kendime yakıştıramıyorum. Türkiye'nin en büyük sorunları arasında iletişimsizlik ve empati yoksunluğu geliyor bence...
İlahi adalete güveniyorum, o yüzüme telefonu kapatan ve bu kadar sıkıntı çekmeme neden olan beyefendi bir gün elime düşecek ve benden özür dileyecek… Aha buraya da yazıyorum…

Yazın evlenecek olan kız kardeşim, eşinin yanına gidebilmek için tayin istemişti. Geçen hafta Cuma günü tayin isteğine red cevabı geldi. Bu red cevabı karşısında sular seller gibi ağlayan kız kardeşimin karşısında ise ben sevinçten kahkahalar attım. Bu şehirde yalnız kalacağım düşüncesi içimi kemirip duruyor, yalnızlık kelimesinin geçtiği her cümlede gözlerim yaşarıyordu. En başından "eşin buraya gelsin, buradan ev tutalım, eşin askere gittiği zaman sende yalnız kalmazsın" diyordum ama beni dinlemeyip tayin istemişti. Eşiyle beraber böyle bir karar almışlardı. Tayin istediği şehre gidip ev bakmış, o şehirden eşya bakmış, kardeşim gittiğinde iş yerinde çalışacak bir personel bile getirtilmişti iş yerine ona işleri öğretiyordu…. Gideceğine kesin gözüyle baktığından red cevabını almak onu yıkmış, beni ise mutluluktan havalara uçurmuştu. İki gün önce kızkardeşim “tekrar tayin için dilekçe yazdığını, bu sefer iki haftaya kadar kesin tayininin çıkacağını” söyledi… Bu sefer ben yıkıldım, içten içe kızkardeşime öfkelendim, beni bu koca şehirde yalnız bırakıp gidecekti üstelik bırakmama gibi bir seçeneği varken. Eşi buraya gelebilirdi. İki – üç gündür barut gibi dolaşıyor, her laf sokma fırsatında ona iğneli laflar sokup duruyordum.
Geçen gün izlemek için aldığımız film ise bu sıkıntımın tuzu biberi oldu. Filmin konusuda; insanoğlu bir virüs sonucu mutasyona uğruyor ve korkunç yaratıklara dönüşüyordu. Bu virüse bağışıklığı olan adama ise virüs bulaşmamış yeryüzünde tek başına hayatta kalmaya çalışıyordu. En iyi arkadaşı ise köpeğiydi. Adam yalnızlıktan vitrin mankenleriyle ve köpeğiyle konuşuyor. Köpeği de ölümcül virüsü kaptığında adam köpeğini öldürmek zorunda kalıyor ve adam koskoca evrende yalnız kalıyor ve ağlama krizlerine giriyor. O köpeğini öldürme sahnesinde benim gözlerim sulanmış bir şekilde kız kardeşime dönüp “Bende böyle yalnız kalacağım işte” dediğimde kız kardeşim “ tayinine red cevabı geldiğinde karşısına geçip güldüğüm için kızdığını, bunun acısını çıkartmak için bana yalan söylediğini, eşinin buraya tayin istediğini, bu şehre yerleşeceklerini” söylediğinde sevinç çığlıklarımdan bütün camlar yere inecekti neredeyse.
Erkek kardeşim haftaya Kıbrıs’a gidiyor. Yepyeni bir hayat onu bekliyor. Her gün bir ton nasihat ediyorum. Oda çok heyecanlı. Her gün “abla gitmeme 10 gün var, abla 9 gün var, abla 8 gün var…, abla 5 gün var” a kadar geldik…Bakalım neler olacak? Bende merakla beklemekteyim…
Hayatımda ki son gelişmeler bunlar…

22 Nisan 2009 Çarşamba

Haram Çeşmesi


Vaktiyle Bursa' da bir müslüman, eski adı "Yahudilik Yolağzı", bugünkü adı Arap Şükrü olan muhitte çeşme yaptırmış ve başına bir kitabe eklemiş: "Her kula helâl, Müslüman'a haram!.." Bursa başkent, tabi Osmanlı karışmış, bu nasıl fitnedir diye... Gitmişler kadıya şikâyete, adam yakalanıp yaka-paça huzûra getirilmiş. "Bu nasıl fitnedir, dîni İslâm, ahâlisi Müslüman olan koca devlette sen kalk, hayrattır, sebildir diye çeşme yap, ama suyunu Müslüman'a yasakla!.. Olacak iş midir, nedir sebebi, aklını mı yitirdin?.." diye çıkışmışlar adama. Adam:
- "Müsaade buyurun, sebebi vardır, lâkin isbat ister, delil şarttır." dedikçe kadı kızmış:
- "Ne delili, ne isbatı?.. Sen fitne çıkardın, Müslüman ahâlinin huzûrunu kaçırdın, katlin vâciptir!" demiş. Demiş ama, bir yandan da merak edermiş:
- "Nedir gerekçen?.." diye sormuş. Adam:
- "Bir tek Sultan'a derim." diye cevap verince, ortalık yine karışmış. Söz Sultan'a gitmiş, adam yaka paça saraya götürülmüş...Padişah da sinirlenmiş ama, diğer yandan o da meraklanırmış:
- "De bakalım ne diyeceksen. Bu nasıl iştir ki, hem çeşmeyi yaparsın, hem de her kula helâl, Müslüman'a haram yazarsın?.." Adam, başı önünde konuşur:
- "Delilim vardır, lâkin isbat ister." der. Sultan:
- "Ya dediğin gibi sağlam değilse delilin?.."
- "O zaman boynum, hükme kıldan incedir Sultânım."
- "Eeee?!.."
- "Sultânım, herhangi bir havradan (sinagog) rastgele bir hahamı izahsız yaka-paça tutuklayın, bir hafta tutun. Bakın neler olacak." Dediği yapılmış adamın. Bütün azınlıklar bir olmuş, başlarında Mûsevîler, "ne oluyor, bu ne zulüm?.. Bizim din adamımıza biz kefiliz, ne gerekirse söyleyin yapalım, o masûmdur, gerekirse kefâlet ödeyelim..." Çevre ülkelerden bile elçiler gelmiş, elçiler mektup üstüne mektup getirmiş. Bir hafta dolunca, adam:
- "Sultânım, artık bırakmak zamanıdır" demiş. Haham bırakılmış, azınlıklar mutlu, bu sefer Sultan'a teşekkürler, hediyeler. Az zaman geçmiş ki, adam:
- "Aynı işi herhangi bir kiliseden herhangi bir papaz için yaptırınız Sultânım" demiş. Aynı şekilde bir papaz derdest edilip yaka-paça alınmış Pazar âyininden ve aynı tepkiler artarak devam etmiş. Haftası dolunca da serbest bırakılmış. Mutluluk ve sevinç gösterileri daha bir fazlalaşmış, teşekkürler, şükranlar... Levantenler din adamlarına kavuşmanın mutluluğuyla daha bir sarılmışlar birbirlerine... Sultan:
- "Bitti mi?.." demiş adama.
- "Sultânım son bir iş kaldı, sonra hüküm zamanıdır izninizle" demiş.
- "Şimde nedir isteğin?.."
- "Efendim, pâyitahtımız Bursa'nın en sevilen, en sözü dinlenilen, itimad edilen âlimini alınız minberinden." Adamın dediğini yapmışlar, Ulucâmi imamını Cuma hutbesinin ortasında almışlar, yaka-paça götürmüşler... Ve ne olmuş bilin bakalım?.. Bir Allah'ın kulu çıkıp da, "ne oluyor, siz ne yapıyorsunuz?.. Hiç olmazsa va'zı bitene kadar bekleseydiniz", gibi tek bir kelâm etmemiş, imamın peşinden giden, arayan-soran olmamış... Geçmiş bir hafta, "nerde imam" diye gelen-giden yok!.. Câhil bir imam tâyin edilmiş yerine, ne konuştuğunu kendi kulağı duymayan tam yobaz cinsinden biri. Halk hâlinden memnun, başlamış bir dedikodu, o geçen hafta derdest edilen koca âlim için:
- "Biz de onu adam bilmiş, hoca bellemiştik." - "Kimbilir ne halt etti de tevkif edildi!.." - "Vah vaah!.. Acırım arkasında kıldığım namazlara." - "Sorma, sorma..." Padişah, kadı ve adam izliyorlarmış olup-bitenleri. Sonunda Padişah çeşmeyi yaptırana sormuş:
- "Eee, ne olacak şimdi?.. Adam: - "Bırakma zamanıdır. Bir de özür dileyip helâllik almak lâzımdır hocadan." "Haklısın" demiş padişah, denilenin yapılması için emir buyurmuş ve adama dönmüş. Adam başı önünde konuşmuş:
- "Ey büyük Sultânım, siz irade buyurunuz lûtfen, böyle Müslümanlar'a su helâl edilir mi?.." Sultan acı acı tebessüm etmiş:
- "Hava bile haram, hava bile!.." demiş...
İnternetten alıntı

20 Nisan 2009 Pazartesi

Duman altı, yol mahsuru

Yağlıboya Resimler,Yağlıboya, Resimler, güzel, kız, göl, ağaç, çiçek, güzel, resim,

Tıp dilinde benim gibi vakalara ne isim veriyorlar bilmiyorum ama bu yazdığımı bir psikiyatrist okuyup benim gibilere ne isim verildiğini söylerse sevinirim.
Yeni aldığım pantolonu hafta sonu gideceğim gezide giyeceğim diye kafaya taktım. Terziye daha önce pantolonun paçasını kısaltması için vermeme rağmen, yine paçası uzun geldiğinden tekrar kısalttırmak için terziye verdim. (Terziye paçasını kısaltmak için pantolon verdiğim zaman fazla gelen payını içine verdirtiriyorum boyum uzarsa! veya olmaz ama olurda topuklu ayakkabı giyersem diye. Ne boyum uzadı ne topuklu ayakkabı giydim. Pantolonların fazlalıkları ise hep içeride mahkum kaldı.) Terzideki beyefendiye de işiniz bittiğinizde beni çaldırın pantolonu aldırayım diye haber saldım … Terzinin işinin biteceği söylediği saatlerde telefonumda kayıtlı olmayan bir numaradan cevapsız bir çağrı geldi. Terziden çağrının geldiğini düşünüp, erkek kardeşimi yalvar yakar terziye gönderdim ve mutfağa girip akşam yemeğini hazırlamaya başladım. On dakikada gelecekken, on beş dakika oldu erkek kardeşim gelmedi. Yirmi beş dakika oldu gelmedi, kırkbeş dakika oldu gelmedi…. Bir saat oldu gelmedi…. Evhamlı Haccecan’ın kafasına kötü kötü şeyler gelmeye başladı. Ya kardeşimi kaçırdılarsa!, ya uyuşturucu çetesinin eline düştüyse!, ya yolda birileriyle kavgaya tutuşduysa!... Beni çaldıran numarayı çoktan Terzi diye kayıt etmiştim. O numarayı arayıp, kardeşimin nerede kaldığını öğrenecektim. Terzi diye kayıt ettiğim numarayı aradığımda bir bayan çıktı telefona, kimsiniz diye sorduğumda konuyla alakalı olmayan tanımadığım bir arkadaşımın olduğunu öğrendim. (Terziden çağrı beklediğim saat ve dakikada bana çağrı atmak aklına gelen arkadaşımı tebrik ediyorum. Çok dakik kendileri!!!!!) Telefonu değiştirmek zorunda kaldığımdan, eski telefonun hafızasında kayıtlı olan bütün numaralar silinmiş, beni arayan bir çok numarayı "kimsiniz?" diye sormak zorunda kalmıştım. Doğum günümde de aynı şey olmuş, bir kaç arkadaşıma mahcup olmuştum. Terzi diye kayıt ettiğim numaradan da umudumu yitirdiğim zaman artık telaş ve paniğim hat safhaya ulaştı. Hasta yatan kız kardeşimi uyandırıp, durumu anlattım. 1,5 saat önce evde olması gereken erkek kardeşim yoktu, başına kötü bir şey mi gelmişti? Onun yeri evdeki bilgisayarın başıydı, başka yeri bilmezdi kardeşim. Kızkardeşim hasta yatağında teselli verecek bir iki kelam etti, on beş dakika sonra kadar ise erkek kardeşim çıktı geldi. Geldiğinde boynuna atlayıp sarılıyorum “nerdesin sen, meraktan öldüm” sözcükleri ise ağzımdan dökülüyor. Odun kardeşim ise; “ne yapıyorsun ya, sakin ol, terzi pantolonunu yapmamıştı onu bekledim, terzide habire bir şeyler anlattı zaten, beklerken de bir şeyler ısmarladı onları yedim benim karnım tok” demez mi… Kardeşim gelmedi diye ben yemek yememiştim, meraktan ölmüştüm onun ise dediklerine bak ya… Yontulmamış odun ne olacak...
Halbuki ben gönderdiklerimin arkasından beklerim gelsin diye, yolcu ettiklerimin arkasından beklerim dönsün diye, buluşacağım zaman zaman paniklerim ki kimseyi bekletmeyeyim diye, gidemeyeceksem buluşmaya gelemeyeceğimi mahçup bir edayla erkenden haber vermeye çalışırım ki, boşa hazırlanıp beni beklemesin diye. Ama benim beklediğim kadar kimse beni beklemez, hep bekleyen ve bekletilen ben olurum orası da ayrı bir konu. Bu konuda bir çok insana karşı içimde kırıklık vardır, kimsenin haberide yoktur. Bir arayın gelemeyeceğinizi söyleyin. Birgün bu yüzden birine fena çatacağım ama.. Bu konuda doluyum, dokunmayın patlayabilirim her an... Eşek başı yok burda, bekletecekseniz haber verin, bekletmişseniz bir şey olmamış gibi davranmayın, paşa paşa beklettim şundan şundan dolayı deyip özür dileyin... Bir şey olmamış gibi davrananaları orada gırtlaklıyasım gelir de kendimi zor zapdederim.
Dünde geziye gittik. Saat 10.00’da buluşacağız diye konuştuğumuz arkadaşımız saat 12.30’da geldi. Geç kaldığında ise ben merak edip aradım, neredesiniz diye… Onun umrunda değil, ve gıcık olduğum şeyi yaptı.. Bir şey olmamış gibi davrandı..
Çok mu incelik bekliyorum, insanlara gereğinden fazlamı değer veriyorum bilmiyorum. Randevusuna genç kalan arkadaşım hakkında da artık kafamda her zaman bir soru işareti olacak. O randevusuna geç kalmıştı, geç kalacağını haber vermeden beni saatlerce bekletmişti diye aklımın bir köşesine bu yaptığı yazıldı. Bu hatasına devam ederse içten içe öfkeleneceğim ona karşı. Bundan sonraki bütün buluşmalarda aklımın köşesine yazılan olay aklıma gelecek ve beni yine bekletebileceğini düşüneceğim ama yinede bekletmemek için elimden geleni yapacağım. Bu hengamede kendimle çırpınıp duracağım. Oysa ben ne beklemek, ne bekletilmek nede bekletmek isterdim… Arkadaşımın bu zamana kadar bana yaptığı vefakarlıkları düşünüp bu kusurunu görmezden gelmeye, kalbimdeki iyi yerini korumaya çalışacağım. Kimse kusursuz değil, ben de...
Dünkü gezimizde yolculuk yaptığımız arabamız yolda kaldı. İki saat boyunca dağda mahsur kaldık. Kar ve çamura saplanan arabayı çıkartmak için baya ter döktük. Benim ısrarlarım sonucu geziye gelen kızkardeşim ise zaten hastaydı. O hasta olacak diye çok endişelendim. Arabada baya bekledi ama bir saat kadar sonra sıkılıp oda indi aşağıya. Kah arabayı itiyoruz, kah arabanın açtığı çukuru kar, çalı ve taşla doldurmaya çalışıyoruz. Her taraf karla kaplı olduğundan taş ve toprak bulmamız neredeyse imkansızdı. Arabanın arkasından iterken, tekerleğin fırlattığı çamura bulandım, ayaklarım su içinde kaldı ama kız kardeşimden sonra bu mahsur kalma olayını en hafif atlatanlar arasında ben vardım. Zaten topu topu beş kişiydik. Beş kişiden üçü bay olunca işin ağır yükü baylara düştü. Bayan olmak arada işe yarıyor canım. Her şeye rağmen güzel bir gündü. İki saat sonra mahsur kaldığımız yerden kurtulduktan sonra yaktığımız ateşle ısındık, yanımızda getirdiklerimizle ve ateşte pişirdiğimiz tavuk ızgarayla karnımızı doyurup, güzel bir sohbet eşliğinde yedik.
Soğuk ve yorgun bir gezinin ardından sıcak eve kavuşacağız diye umut ederken büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Erkek kardeşim sobayı yakmayı becerememiş, sobanın bacası dumanı dışa atamamış, ev duman altı olmuştu. Sobanın içinden kovayı çıkartan erkek kardeşim kovayı odunluğa koymuş, kovanın üstüne de su dökmüştü. Su döktükten sonra ise odunluğun kapısını kapatmış, odunluğa dumandan hiçbir ademoğlu giremez olmuştu. Yorgun argın eve gelen benim ise bu manzara karşısında iyice asabım bozuldu.
Çok şükür yangın çıkıp apartmandaki insanlar canından olmadı, erkek kardeşime bir şey olmadı diye kendimi avuttum, gerekli fırçayı atıp, gerekli nasihatları erkek kardeşime yaptıktan sonra sıvadık kolları evi eski haline getirdik. Kovayı tekrar sobanın içine koyduktan sonra ise soba kendiliğinden yandı. En çokta buna şaşırdım. Uğraşsak eminim yanmazdı. İki sene önce dumandan boğulmak üzere iken son anda hayata döndüğüm olay geldi aklıma şimdi... Onuda başka zaman anlatırım. Sahi ben ölümden baya dönmüşüm.. Ecel vaktim gelmemiş galiba. Ne zaman gelecek ki? Bu haftasonum ise böyleydi.

Bugünde iki arkadaşımdan daha doğum günü hediyesi aldım. Doğum haftamı, doğum ayım olarak mı değiştirsem ne yapsam. Bir hafta da yetmedi bana :D

İyiki varsınız arkadaşlarım, dostlarım...

17 Nisan 2009 Cuma

Bonus kafa ve kafasındakiler....


Saçlarımı kestirdiğime pişman olalı çok olduda, bunu yazıya dökeli henüz çok olmadı. Aha şimdi yazıyorum.. Saçlarımı kestirdiğime çok pişman oldum. Kuafördeki kadın, "arada fön çektirmeye gel" dediğinde anlamam gerekirdi. Kadın fön çekecek müşteri bulmak için eline geçirdiği kurbanların saçlarını katlediyor ve kendine müşteri topluyor olsa gerek. En son kurbanıda ben oldum. Ama fön çekmek, maşalamak ve diğer uzun uğraşlar gerektirecek faaliyetler benlik değil ki... Benim ayna başında harcadığım zaman en fazla on beş dakikadır. Aynada kendimi görmekten sıkılırım. İlgiye, iltifatada alışık değilimdir. Doğum günümde farklılık olsun diye saçıma fön çektirip, makyaj yaptırmıştım. O akşam o kadar çok iltifat aldım ki, kendimi baskı altında hissettim. Küfür işitmiş gibi tepki gösterdim. Kırk kere üst üstte "güzel olmuşsun, yarın yemeğe çıkalım mı?" diyen arkadaşımı tersledim. Çok üsteledi ama oda. Beni bileni var, bilmeyeni var. Benden başka bir sürü bayan da var orada. Bende en sonunda, "benim dışımda burada başka bayanlarda var, bütün bayanlar güzeldir, bütün bayanlar çiçektir. Birazda onlara iltifatta bulun istersen" diye tersledim. Sululuğa, laubaliliğe hiç gelemiyorum. Ama o gece hakkaten çok iltifat aldım. Kendimi dünya güzellik yarışmasının birincisi gibi hissettim. Mahçup ve utangaç bir birinci... Gördüğü yoğun ilgi ve iltifatlara benim gibi tepki veren başka bir bayan var mı acaba? Hele bu zamanda güzellik için kendine yapmadığı işkence kalmayan bu kadar kadın varken.... "Güzelsin, hoşsun" diyerek beni kimsenin tavlayamacağı kesin.. Peki ben nasıl tavlanacağım? Bunuda bilmiyorum... Bu hızla ve bu sertlikle bozmaya devam edersem çevremde Kemal amcamdan başka hiç erkek kalmayacak... Off offf halbuki ben 2009 yılı için çok umutluyum. Bu sene ben çocuklarımın babasıyla evleneceğim... Ama kiminle?
Saçlarımı kestirdikten sonra sabahları bonus kafa gibi kalkıyorum yataktan. O asi saçları sakinleştirmek, hizaya sokmak, bir şekil vermek o kadar zor ki...
Erkek kardeşim 29 nisanda Kıbrısa gidiyor. Bugün onunla pasoport çıkartmak için merkeze gittik. 18 yaşını doldurmadığı için muvafakatname belgesini alması gerekiyormuş. Annemin ve babamın imzası gerektiği için pasaportu alma işi haftaya kaldı. Umarım gitme tarihine kadar pasoportu alabiliriz. Bugün kardeşimi gözlemledim. Benim üniversiteyi kazandığımda ki saf, aptal ama bir o kadar kendini akıllı!! sanan halim gün boyu gözümün önünde dolandı durdu. Karar almayı bilmeyen, başkasına söyleyeceği sözcükleri bile bana sormak zorunda hisseden, ayaklarının üstünde duramayan, iki lafı bir araya getiremeyen, asosyal bir kişiliktir kardeşim. Bu yaşına kadar karar almak zorunda kalmayan, her yapması gerekeni biz söylediğimizden komutsuz çalışmayan bir kardeşim var. İlk geldiği güne nazaran bir çok güzel gelişme var, daha fazla iletişim kurup, daha fazla ortak noktamızı bulabiliyoruz fakat daha çok yol alması gerek. Ne büyük kötülük yapmışız halbuki, karar almayı öğretmeliydik ona. Hata yapmasına müsade etmeliydik ki doğrunun neden doğru olduğunu görmeliydi, böylece doğrudan kolay kolay vazgeçmez, sıkı sıkı tutunurdu ona. Bu kötülük banada yapıldığından bu konuda ne onu ne kendimi suçlayamıyorum. Kendi çocuklarıma nasıl davranmam gerektiğini biliyorum artık, acemi anneliğimi kardeşlerim üzerinden giderdim. Allahtan erkek kardeşim "odun erkek!!" kategorisine giriyor ve benim gibi ince, detaycı, sorgulayıcı, derin düşünmüyor. Yoksa benim kadar çok acı çeker, her hata yaptığında kendine vermediği ceza kalmazdı. Günümüzün aklı havada gençlerinden olduğundan giydikleri kıyafetleri ve saçları, olmayan değerlerinden, doğrularından çok daha önemli... Önem verdiği şeyler küçük olduğu için, mutlu olmasıda kolay oluyor, dertleride küçük oluyor. Ne mutlu ona!!!
Geçen gün kaldığı yurttan izin almadan geldi eve. Bunu öğrendiğimde "eve geldiğimde seni evde görmeyeceğim, doğru yurda gideceksin" dedim. Evde kalmak için baya dil döktü, baya duygu sömürüsü yaptı ama dinlemedim. "Gideceksin" dediğim zaman ikinci bir seçeneğinin olmadığını bilir. Yanlış yaptıklarını düzeltmesi için zorlamak yerine yanlışına göz yumsaydım, yanlışlarının devamının geleceğini çok iyi biliyorum. Hayatı bu yanlışlarla dolu... Yaptığı bir işin sonucunu düşünme kabiliyeti yok ki. O an istemesi istediği şeyi yapması için yeterli. Bu diyaloglarımıza şahit olan iş yerinde ki arkadaşım ise "çok gaddar olduğumu, harçlığını çok az verdiğimi" söyleyip, kendimi kötü hissetmeme neden oldu ama kötü hissetmemde davranışlarımın değişmesine neden olmadı. Fazla para verdiğimde ya sigaraya yada internet kafeye gitmek için harcıyor. Çalışma hayatına girdiğinde ise hatalarına kimse göz yummayacak, kimse ona merhamet göstermeyecek? Kimse.... Kadınların duygularını gereğinden fazla ön plana çıkartmaları hatadan başka bir şeye neden olmuş mu? Yok!!... O erkek!!, o yemek yapamaz, ihtiyaçlarını kendisi gideremez diye her hizmetleri yapılıp herşey ayaklarına gidiyor. Bu seferde erkekler; "bütün kadınlar bana hizmet etmesi gerek!!" diye düşünmeye başlıyorlar. Kadınlar onların özel hizmetçileri!!... Yok ya... Kendi kendine yetemeyen, her işi için başkasına muhtaç olan insanın asalaktan ne farkı var? İhtiyaçlarını gideremediğinde ve ayağına kadar götüren bir hizmetçisi!! olmadığında erkeğin düşeceği bunalımın sorumlusu kim olacak? Birde bunun içine duygusallığı karıştırıp bu çarpık düzende yanlışı aramak yerine, beni gaddar ve kötü abla olarak görmezler mi? Bir hafta sonra benim kanatlarımın altından uçup gittiğinde benim kadar ona merhamet ve ilgi gösterecek bir insan çıkacak mı karşısına acaba... Yaprak dökümünün ikincisini yaşamama çok az kaldı... Zaten içim kan ağlıyor... Oda gidiyor yaaa...
İş yerindeki odamda artık yalnız değilim. Anlaşabildiğim bir arkadaşla artık beraber çalışıyorum. Daha pozitif ve daha ılımlıyım. İşleri artık stres yapmıyorum, iş yerinden izin almakda sorun olmuyor. 2009 yılı benim için iyi olacak bunu hissediyorum. Bu yıl çok şey değişecek, değiştireceğim hayatımda... Uzun süre yalnız çalıştığımdan, davranışlarımda ki farklılıkların ve kendimdeki değişikliklerin farkında değildim. Yeni çalışma arkadaşım açık sözlü bir insan olduğundan bütün davranış, hal ve hareketlerimin kendisine ne kadar farklı geldiğini dile getiriyor.
Odamda hiç bir kağıt çöpe gitmez. Ayrı bir poşete yanabilecek herşeyi koyar, onları evime getirir sobada yakarım. Yanımdaki stajyer öğrencilerede aynı şeyi söylediğimden onlarda kağıtları o poşete koyarlar. Geçen gün "içtiğimiz kolanın şişesini de çöpe atmayın, dışardaki çeşmeden su getirelim onunla" dediğimde herkesin yüz ifadesini unutamıyorum. O yüz ifadeleri çok komiktiiiiii.... Bir saat benimle dalga geçtiler. Benim evimin çöp ev olmasından şüpheleniyorlarmış, beni alacak adam yaşamışmış, mış da mış mış... Lavabodan boşa akan su için onları uyarmalarım, boşa yanan lambaları söndürün demelerim... Hangi birini sayayım. Ben tuhaf bir insanım, onlar normal.... Bence ben normalim, onlar anormal... Küresel ısınma, kıtlık, kuraklık, erozyon... kapımızda... Çocuklarımız bizden davacı olacaklar ahirette... Gelecekte çocukların susuz, aç kalacağını bile bile bu kadar lüks yaşamaya hakkımız var mı? Bence yok... Siz ister bana tuhaf deyin, ister gaddar deyin... Ben yine bildiğimi yapacağım... Bunu çocuklarımız için yapacağım... Belkide benim hiç çocuğum olmayacak... Sizin çocuklarınız için yapacağım...

Bir şeyi tam bilmek...

Japonya'da bir çocuk 10 yaşlarındayken bir trafik kazası geçirmiş ve sol kolunu kaybetmiş. Oysa çocuğun büyük bir ideali varmış . Büyüyünce iyi bir judo ustası olmak istiyormuş. Sol kolunu kaybetmekle birlikte, bu hayali de yıkılan çocuğunun büyük bir depresyona girdiğini gören babası, Japonya'nın ünlü bir Judo ustasına gidip yapılacak bir şeyin olup olmadığını sormuş. Hoca:
- "Getir çocuğu bir bakalım", demiş. Ertesi gün baba-oğul varmışlar hocanın yanına. Hoca çocuğu süzmüş ve :
-"Tamam. Yarın eşyalarını getir, çalışmalara başlıyoruz" demiş. Ertesi gün çocuk geldiğinde hocası ona bir hareket göstermiş ve "bu hareketi çalış" demiş. Çocuk bir hafta aynı hareketi çalışmış. Sonra hocasının yanına gitmiş. "Bu hareketi öğrendim başka hareket göstermeyecek misiniz?" diye sormuş.Hocanın cevabı:
-Çalışmaya devam et olmuş.2 ay, 3 ay, 6 ay derken çocuk okuldaki bir yılını doldurmuş. Çocuk bu bir yıl boyunca hep o aynı hareketi tekrarlamış. Hocanın yanına tekrar gitmiş: Hocam bir yıldır aynı hareketi yapıyorum bana başka hareket göstermeyecek misiniz?
- Sen aynı hareketi çalış oğlum . Zamanı gelince yeni harekete geçeriz.
2 yıl, 3 yıl, 5 yıl derken çocuk judodaki 10. yılını doldurmuş. Bir gün hocası yanına gelip; "Hazır ol!" demiş. "Seni büyük turnuvaya yazdırdım. Yarın maça çıkacaksın!". Delikanlı şok olmuş. Hem sol kolu yok hem de judo da bildiği tek hareket var. Ünlü judocuların katıldığı turnuvada hiçbir şansının olmayacağı düşünmüş; ama hocasına saygısından ses çıkarmamış.
Turnuvanın ilk günü delikanlı ilk müsabakasına çıkmış. Rakibine bildiği tek hareketi yapmış ve kazanmış. Derken.. ikinci, üçüncü maç.... çeyrek, yarı final ve final...Finalde delikanlının karşısına ülkenin son on yılın yenilmeyen şampiyonu çıkmış. Tam bir üstat delikanlı dayanamayıp hocasını yanına koşmuş..
-Hocam hasbelkader buraya kadar geldik ama rakibime bir bakın hele. Bende ise bir kol eksik ve bildiğim tekbir hareket var. Bu kadar bana yeter. Bari çıkıp ta rezil olmayayım izin verin turnuvadan çekileyim. "Olmaz" demiş hocası. Kendine güven, çık dövüş. Yenilirsen de namusunla yenil. Çaresiz çıkmış müsabakaya. Maç başlamış. Delikanlı yine bildiği o tek hareketi yapmış ve tak.! Yenmiş rakibini şampiyon olmuş. Kupayı aldıktan sonra hocasının yanına koşmuş:
-Hocam nasıl oldu bu iş? Benim bir kolum yok ve bildiğim tek bir hareket var. Nasıl oldu da ben kazandım.?
-Bak oğlum 10 yıldır o hareketi çalışıyordun. O kadar çok çalıştın ki ,artık yeryüzünde o hareketi senden daha iyi yapan hiç kimse yok. Bu bir, ikincisi de o hareketin tek bir karşı hareketi vardır. Onun için de rakibinin senin sol kolundan tutması gerekir!
Bunu anlatan dostumuz bir de şunu ekledi: İnsanların eksiklikleri bazen , aynı zamanda en güçlü tarafları olabilir: Ama yeter ki bu eksiklik kafalarında olmasın..!!

16 Nisan 2009 Perşembe

Yangın...


Pamuktan döşekler yaptım sana..
Üzerinde mışıl mışıl uyu diye..
En güzel dilekleri tutup, en güzel duaları yaptım...
Hiç yanımdan ayrılma, kalbimin dışına çıkma diye...
Mutluğuma sebep bildim yüzündeki tebessümü
Gözündeki tek damla yaşa, set çektim hüznümü
Yolundaki taşları kaldırmak için kanattım ellerimi
Düşman bildim senin çehrene göz dikenleri
Baştacı ettim kadrini bilenleri...
Her hücrem, her zerrem seninle dolsun...
Yokluğun en büyük cezam olsun..
Hasretinle yanayım, yok olup tekrar varolayım...
Senin acını çekip sensizliğe mahkum olayım...
Sensizlikte bile hep seni bulayım...
Su istemem bu yangına, yandıkça olgunlaşayım.
Yandıkça başka canları tutuşturacak ateş olayım...
veya
(Tatlandıkça başka yangınlara timsal olayım...)
Şiirin sonu hangi mısra olsun karar veremedim. Sizce hangisi?
Haccecan
16.04.2009

15 Nisan 2009 Çarşamba

Haccecan Haftası


11.04.2009 Cumartesi günü ve 12.04.2009 günü ayrı ayrı gezilere gittim. Haftasonları gezme işini abarttım sanırım ama evde oturup temizlik yapma düşüncesine tahammül edemiyorum. Erkek kardeşim ve kız kardeşimin gitme vakti yaklaştıkça evden uzak kalma süremde artıyor... İki sene öncesine gideyim biraz... Buraya yeni gelmişim. Kimseyi tanımam bilmem, kimsenin sohbeti bana hitap etmiyor, insanların içleri ve dışları farklı farklı... Kimse beni anlamıyor ya da benim kimseyi anlamadığım zamanlar. İş yerinde sabah bir odaya kapanıyorum, akşam beşe kadar koşturuyorum, yoruluyorum, stresleniyorum, dünyanın işini yapıyorum ama yaptığımı bir tek ben biliyorum. Ne bir kimse çalışmalarım için takdir ediyor, ne bir selam veriyor, ne günaydın diyor ne bir merhaba diyor. İşi düştüklerinde yüzlerine yapay bir tebessümle geliyorlar. Benim için ise samimiyet çok önemlidir. Bir insan küfürde edebilir ama samimi olsun, gerçekten kızmışsa kızsın, dağıtsın ortalığı hiç mühim değil. Rol yapan, sahte, yapay olan hiç bir şeye tahammül edemiyorum. Neyse bu bana samimi gelmeyen iş ortamında mesai bittikten sonra eve gidiyorum, abur cubur atıştırıp televizyon karşısında uyuyorum. Haftasonları ise ya cam siliyorum, ya halı siliyorum. Benden başka kimse yok ki evde zaten, kirlenmeyen, tozlanmayan yerleri tekrar siliyor, süpürüyorum. Komşular bir gün eve geldiğinde apartmanın en temizi seçmişlerdi beni. Kimin evi pis sayıp dökmüşlerdi yanımda. Komşuların arkasından atan bu komşularıma daha güvenemedim zaten "başkasının arkasından konuşan neden benim arkamdan konuşmasın ki..." İçten içe gülmüştüm. Halbuki ev işlerinden bıkalı çok olmuştu. Her gün yap, hergün aynı işler.. Sonu gelmeyen ev işleri. Yaptığınız halde takdir edilmediğiniz, yaptıklarınızın göze gelmediği işler... Ev işleri derin konular onu başka zaman yazarım... Fotoğrafla uğraşmaya başladıktan sonra hayatım değişti. O arkadaşlarımla tanıştığım için hergün şükürler ediyorum.
Konumuz geziydi sanırım. O konuya geri dönüyorum. Cumartesi günü dağ tepe gezdik, pazar günüde farklı bir dağı yürüdük. O gün harikaydı. O gün dere kenarındaki iki ağacın arasına ip bağlandı. Dereyi o ipten kayarak karşıdan karşıya geçtik. Başımda dağcıların kaskı, "aaaaaaaa" diye bağırarak derenin üstünden geçtim. Harikaydı.. Geçmeden önce herkes "korkma, şöyle yap, şurayı tut gibi nasihatta bulundu." Ben zaten korkmuyordum ki... Bu iş sanki hergün yaptığım bir işti. Adrenalini seviyorum ben. Çocukluğumuzda da salıncakta deli gibi sallanır. Salıncak en hızlı ve en yüksek seviyesindeyken salıncaktan atlar, en yükseğe kim atlıyor yarışması yapardık. Abimi geçemezdim ama fenada atlamazdım hani...
Ankaraya gidip geldikten sonra Kemal amcam ve bir çok arkadaşımı göremiyordum. Pazar günü yaptığımız gezide hepsiyle tekrar bir araya geldik. Sanki çok zaman geçmemiş, hiç bir şey olmamış gibi eski samimi ve güzel ortamı tekrar kurduk. 3 saatlik bir yürüyüşü Kemal amcamla yaptım. Kemal amcam konuştu ben dinledim. Mübarek engin bir deniz, her dalışımda içinde çeşit çeşit, renk renk bir dünyayla karşılaşıyorum. Bu sefer gençlik aşklarını anlattı bana. İçim cız etti. Gençken sevdiği kızla evlendirmemişler, ailesinin evlenmesini istediği kızıda o istememiş. Olayların dışında başka bir kızla evlendirmişler Kemal amcamı. O aşkını anlatırken hala gözleri ışıl ışıl... "Nasıl istemediğin biriyle evlenirsin? Sevdiğin kız için neden mücadele etmedin?" diye sordum ama nafile. Olayların üstünden çok sular geçmiş. Kader işte... Çok istediğiniz şeylere kavuşamamak kötü bir durum gibi görünüyor fakat işin aslı öyle değil. Sevdiğine kavuşsaydı, gözünde ve kalbinde bu kadar değerli olurmuydu acaba? Ya üçüncü kişi? Olayda hiç bir suçu olmayan eşinin ne suçu var? Başkasına ait bir kalbin sahibiyle evlenmek kadar üzücü ne olabilir?
13 Nisanda doğdum. Pazartesi günü burdaki en kral arkadaşım ve kızkardeşim bana süpriz doğum günü yaptılar. Çeyizimin en nadide parçalarından birini hediye ettiler bana. Borcam tepsi mi tabak mı pek anlamadım ama çeyizimde baş köşeyi aldı, alan kişilerin kalbimdeki güzel yerleri bu borcamın değerini artırıyor.
14 Nisan akşamı da doğum günü olan 2 arkadaşımla birlikte doğum günüm tekrar kutlandı. 10-15 arkadaş toplanıp bir araya geldik saatlerce sohbet ettik.
Bu haftayı Haccenın doğum günü haftası ilan ediyorum. Bu hafta boyunca bütün kutlamaları kabul edeceğim...
Dün doğum günüm için bir araya geleceğimiz için farklı birşeyler yapayım dedim, gittim bir kuaföre.. Saçlarıma fön çektirdim ve makyaj yaptırdım. Aynada kendimi tanıyamadım. Öyle makyajla, süsle pek alakam yoktur. Dağlar Kızı Reyhandım ben. Akşama beni görenler tanıyamadı, bakan bir daha baktı ve hayatım boyunca almadığım kadar iltifat aldım. Bu aralar çok güzelsin ve çok iyisin sözlerini çok duymaya başladım. Yaşım ilerledikçe daha güzelleşiyorum galiba. Şarap gibi yıllandıkça tatmı kazanıyorum nedir? "Çok iyisin, Allah senin gibi iyi birini karşına çıkartsın" diyende var, kimide diyor ki, "iyilerin kaderi iyi olmaz, inşallah kötü birine düşmessin" diyende var. Bu bilinmezlik canımı sıkmaya başladı, ne olacaksa, kim olacaksa bir an önce olsun. Her karşıma çıkan bekar beyi acaba kocam bu mu, bundan iyi baba olur mu, iyi eş olurmu diye düşünmeye, hayalden hayale uçmaya başladım. Böyle düşünüp düşünüp sonra kendime gülüyorum.
"Allahım beni sen yarattın, ne kadar sabırsız olduğumu bilirsin. İlla birisi hayatımda olacaksa onu karşıma çıkart, çıkmışsa dilini açda açılsın bana ne olacaksa olsun, çıkmayacaksa bunu bana bildirde beni böyle merakta koyma ne olur, olmayacağını bilipte yoluma öyle devam edeyim." Benim makyajlı bakımlı halimi gören Kemal amcam " Seni artık böyle göreceğim, böyle daha kolay koca bulursun" dediğinde gülmekten öldüm. Beni evlendirmek isteyen, sahip çıkan, koruyup kollayan, seni benden isteyecekler diyenlerin sayısı o kadar çoğaldı ki... Kemal amcamın dışındaki birisinin sahiplenmesi, evlilikle ilgili olun diğer özel konularda olsun bana laf söylemeleri acayip dokunuyor.
Çığ felaketinden kurtulan arkadaşımla samimiyetimiz gittikçe artıyor. İnsanlığına hayran olmaya başladım. Her konuda bilgisi var, birçok erkek onun yanında halt etmiş. Bilgi, cömertlik, açıksözlülük konusunda takdire şayan bir insan. Hayatında her zorluğu aşmış ve "geçmişime baktığımda alnım açık, dik durabiliyorum" diyecek kadarda doğru yaşamış. Erkek olsaydı hiç düşünmez evlenirdim onunla, birde Kemal amcam bekar olsaydı hiç düşünmezdim.
Bekar erkekleri koca adayı olarak görmeyi bırak, kızları bile erkek olsaydı evlenirdim diye düşünmeye başladığıma göre sonum iyi değil. Ne vardı Kemal amcam bekar olsaydı veya çığdan kurtulan arkadaşım erkek olsaydı.
Bir kaç gündür yazmadığım için beni merak eden ve halimi hatırımı soran Zeynep Melikeye, doğum günümü kutlayan bütün arkadaşlarıma teşekkür ediyor, nice senelere hep birlikte inşallah diyorum. Birazda kendimi şımartayım, İyiki doğdun Haccecan, iyiki varsın, dünya seninle daha güzel..

9 Nisan 2009 Perşembe

Serseri Aşıklar...


Şiştim... Maden suyu getirin bana... Sitemli sözlerden, iğneli laflardan, laf anlamayanlardan, karşı tarafa söz hakkı vermeden sürekli konuşanlardan, eleştirenlerden, yargılayanlardan, kendini dev aynasında görenlerden, sevdiğim insanların morallerini bozup haliyle benimde moralimi bozanlardan, sevdiklerimin keyfini yerine getireyim derken benim enerjimin tükenmesinden gına geldi. Evet gına geldi. Birileri bozuyor, birileri tamir ediyor. Kaset başa sarıp sarıp duruyor. Aynı senaryoyu hergün tekrar tekrar oynuyoruz. Neden?
Daha önce bir yazıda bahsettiğim bir arkadaşım; platonik olarak birinden hoşlanıyor. Hoşlanmanında ötesinde çocuğa resmen aşık. Çocuğun bir bakışıyla havalara uçuyor. Çocuk ise öküz gibi bakmaktan başka bir şey yapmıyor. Benim arkadaşım gerçekten saygıyı, sevgiyi hak edecek bir insan, aşık olduğu çocuk için her fedakarlığı yapmaya hazır. Çocuk atağa geçmediği, bakmaktan başka bir şey yapmadığı için bir şeyde yapamıyor. Onun için üzülüyor, ağlıyor, yanıyor... Tek taraflı yan yan nereye kadar? Bende arkadaşımın bu haline dayanamadım artık. Buna gazı verdim. "İlk adımı sen at. Toplumumuzda böyle yanlış bir önyargı var. Kadın kendisine gelen talipler arasında birini seçmek zorundaymış gibi düşünülüyor. Neden? Neden kadın kendi seçtiğinin peşine düşmesin? Erkek beğenecek, kadın beğenilecek, ilk adım erkekten gelir gibi bir ayet mi var? Adaşım Hz Hatice, Peygamberimize talip olmadı mı? Tek taraflı aşklarda aşık olduğun kişiyi kafanda ulaşılamaz bir yere koyarsın. O padişahtır!, sultandır!, muhteşemdir!, ona layık olamam! diye düşünürsün. Her bakışına, her sözüne bir anlam yüklersin. Halbuki ulaşılamaz gördüğün herifi birazcık tanısan ve arada aşk olmasa hiç ortak yönünün olmadığını görürsün, sana itici gelmeye bile başlar. "Dünyada milyarca insan varken neden o, neden ona aşık oldum?" diye düşünür cevabını asla veremeyeceğin sorular sorarsın kendine. Yemek yerken, yemekten önce, yemekten sonra, çalışırken, otururken, yürürken, özellikle duygusal müzik dinlerken, tuvalette .... yaparken bile aşkını düşünürsün. Aşığın işi budur arkadaş... Aşığını düşünmek. Bu düşünce artık o hale varır ki düşünmekten yorulursun... Sırtında eşşek yükü kadar yük taşıdın gibi hissedersin. Bu yorgun yüzleri bilirim... Seninde yüzün böyle işte. Yazın öğle vakti önüne düşen gölgenin peşinde koşmak kadar anlamsızdır bu platonik aşk... Sen ne kadar koşarsan koş gölgeni yakalayıp sarılamazsın ona. Açıl ona, bir mesaj at, bir merhaba de, çok zor birşey değil. İlk adımı sen at, bak göreceksin ardından diğer adımlar gelecek. Olumsuz bir yanıt verse bile yolunu bilirsin, ömür boyu onu kafanın içinde taşırsın yoksa" dedim. Böyle konuşup konuşup vın vınnn bir gaz verdim ki sormayın... Aşık insan aptal insandır. Akıl almadan bir adım bile atamazsın. Başkalarından akıl alıpta aşk hayatına yön verdiğin için sonu hep pişmanlıktır. Arkadışımın şansına bakın ki onunda akıl aldığı akıllı! benim. İlişkiler üstüne doktora yapıp, 5 bitirme tezi yazdım ya hayrına olan aklımı da veriyorum böyle.
Arkadaşım verdiğim gazın etkisiyle de kendisine göre imkansız bir şeyi yaptı facebookta sevdiği çocuğu bulup ona mesaj atmış. Mesajda şu; "Merhaba". Halbuki günümüzde bir çok insanına göre merhaba demekten önce neler neler yapılıyor, ne sınırlar aşılıp, herşey uluorta yaşanıyor o da ayrı konu. Aşık olduğu insana bir "merhaba" demek bile yanlış, kötü bir şeymiş gibi baskı ile büyütülen kızlar var. Fakat her genç kız duygusal olarak karşı cinsten birinden hoşlanır. Bu kendi istediği bir şey değildir ama hoşlanır işte...
Sonra ne mi oldu? Ne o merhabanın cevabı geldi, ne de başka bir çıtırdı oldu. "İlk adımı sen at gerisi gelir" dedim ama yanılmışım. Adam tam bir duygusuz ve robot çıktı. Hani bir merhaba deyip, başka bir ilişkisinin, başka bir sevdiğinin veya neden olmayacağını açıklayan bir söz söylese daha kolay olacaktı arkadaşım için. Susmak aşk konusunda cevapların en kötüsüydü, en kötü cevabıda almış oldu. Daha doğrusu cevapsız sorularının hiç birisine cevap bulamadı. Susmak hiç birine cevap olamadı. Arkadaşım için tam bir yıkım. "Bitti napayım olmuyor" diye düşünürken, kafasında yarattığı!! aşkı ona; "tekrar mesaj at" demiş olsa gerek, dün bana yine ; " ona bir kere daha mesaj atsam mı?" diye sordu. Ne diyeyim ben şimdi bu kıza? İçinde hala bir umut besliyor ki bana bu soruyu soruyor. "Ömür boyu içinde kalacağına söyle, bir odun olduğunu anlaman için bir kere daha mesaj atman gerekiyorsa at. Kafanda başka biri varken, onu bitirmeden başka bir aşka yelken açman doğru değil zaten" dedim. Bakalım ne yapacak?
Bu erkekler odunun hası ya. Hepsini toptan ateşe vermeli. Anneleri bunları eğitirken aşk kurallarını, bayanlara nasıl yaklaşmalı, onlarla nasıl konuşmalı öğretmeli. Aşkın kanunu kitabı yayınlanmalı (o kitabıda ben yazacağım hayrına bastırıp herkese okutacağım) ve herkese bu kitap okutulmalı.
Kanun 1- Kadın yaratılış itibariyle duygusaldır ve sevgiye, ilgiye her zaman açtır. Sahip çıkmayacağın, sevmeyeceğin kadına yakınlık gösterme, ilgi gösterme, hatta bakma!!! Aşık olduğu öğrendiğin kadına ilgi göstermiyosan onu oyalama, kullanma, yıpratma. Usulünce hayır deyip kadını yoluna sür. Hayat zaten kısa, boşa zaman kaybettirme ne kendine ne kadına.
Kanun 2- Güçlü, kendinden emin, her işi yapabilen, becerikli kadın istemekte haklısınız fakat kadınların kendini geliştirmesi için ortam oluşturdunuz mu? Siz kendiniz ne kadar güçlü, becerikli, yeteneklisiniz? Erkeklere söylenen "haydi aslan oğlum yaparsın sen!" gazı kaç kıza söylenmiş acaba? El değmemiş, saf, bakir kız istemekte de haklısınız.. Peki siz el değmemiş, saf, bakir misiniz? Elinizin değdiği kadın sayısı arttıkça el değmemiş kadın bulma şansınız azalıyor, farkındamısınız?
Kanun 3- Ne istediğinizi açık açık söyleyin. Hayattan ne bekliyorsunuz. Herkes söylesin hayattan ne beklediğini. Hayallerini, beklentilerini, kurallarını, sınırlarını... Herkes ya olduğu gibi görünsün, ya göründüğü gibi olsun. Kimse kişiliği ve karakteri konusunda karşısında ki insana süpriz yapmasın. Süprizler doğum gününde, özel günlerde güzel oluyor fakat diğer konularda yapılan süprizler yıkımdan başka bir his uyandırmıyor. Bir kişi cimriyse, cicim aylarında bonkör olmasın mesela veya pasaklı ve pis ise temiz ve titiz numarası yapmasın... Şuda tecrübeyle sabittir ki ortamın pisliğinden en çok şikayet eden kişiler aslında kendilerini şikayet ediyorlardır, kendi pasaklılığını şikayet ederek kamufle ediyolardır.
Neyse "aşkın kanunları" adlı kitabı yazmaya başladım bu gazla. İlk üç madde bu, sonrası gelir elbet. Arkadaşıma o kadar akıl verdim ettim ama iç sesim şöyle haykırıyor.
İç ses: Sende asla bir erkeğin peşinden koşmazsın. Peşinden koşanlara bakmazsın ama peşinden koşturanların peşinden tıpış tıpış gidersin. Gurur aşktan çok daha üstün. Aşk bir gün bitecek ama gurur hep seninle kalacak. Gururu her zaman aşka tercih edersin o yüzden aşk değil gurur kazanacak. Olsun aşkım yok ama gururum var diye avut kendini... İki ucu b...klu deynek, neresinden tutarsan tut aynı yine...
Arkadaşımın durumunda olan bütün aşıklara ithaf olunur bu şiir...

Serseri Kalbim...

Işıklar saçıldı yine yüzüme
Senin bir tebessümünle
Ilık sevgi kalbimin içlerine...
Kırıklarından sızdı içeriye
Tamir etmiştim halbuki girmesin diye...
Kalın surlar örmüştüm çevreme
Yapma kanma dedim kalbime
Aldatır, kandırır seni yine
Kanmak istiyorsun değil mi yine?
Sen bilirsin dedim laftan anlamayan kalbime...
Tanıyamıyor musun hala, seni sevenle,
Peşinden koşturup haline gülen sevgiliye?

Haccecan
09.04.2009

5 Nisan 2009 Pazar

Cuma Cumartesi Pazar

***Yağlıboya Çocuk Resimleri***
Resim
Cuma günü mesaiden sonra beni nikahına davet eden şurada ki arkadaşımın nikahına gittim. Beraber gideceğimi düşündüğüm ardaşımın erkek arkadaşı nikaha gidersen ben daha gelmem tarzında laf sokunca kızcağız gelemedi nikaha, sap gibi tek başıma gittim bende. Nikah salonuna ilk kez gideceğimden yerini tam olarak bilmiyordum. Yolda iki çocuğu çevirip; "Burada nikah salonu varmış? Biliyormusunuz nerede?" diye sorduğumda çocuklar "Bilmiyoruz" yanıtını verdiler. Yoluma devam edecekken, 3-4 metre ilerde arabasının içinde arabasını park etmeye çalışan birisi bağırdı " Beş metre ilerde sağa döneceksiniz" dedi. Teşekkür edip düştüm yollara. Kulağıda pek keskinmiş!!! Gittiğimde salon tıklım tıklımdı. Sessiz sedasız, salonun en arka taraflarına oturdum, çevremde ki insanları gözlemlemeye başladım. Gelin ve damadın birinci derece yakınları abiye kıyafetler giymiş, saçlarını başlarını yaptırmışlar. Efil efil dolaşıp, gelene hoş geldin diyorlar. İkinci, üçüncü ve benim gibi alakasız kişiler ise oturuyor, gelin ve damadın bir an önce gelip bu bekleme faslının bir an önce bitmesini bekliyor. Yani ben öyle bekliyorum. Oraya ait hissetmedim kendimi, burada napıyorum, nikahın kıyılmasını beklemeden gitsem ne olacak ki diye düşünüyorum. Bu düşünceler içinde kendimi oyalarken yarım saat sonra nikah memuru geldi, gelin ve damadı anons etti. Beyaz gelinlik ve damat kıyafeti içerisinde gelin ve damat salono girdi. Misafirler alkış tutmaya başladı. Bunca sene beklediğine değmiş, inşallah mutlu olursunuz diye dualar ediyorum içimden. Masada otururken, acayip rahattılar ve sürekli gülüyorlardı. Ben olsam kasım kasım kasılırdım herhalde. Nikah kıyılıp, gelin ve damat çıkış kapısının orada beklerken, misafirler onları tebrik edip, salondan çıkıyorlardı. Sıra bana geldiğinde, arkadaşım beni eşine; Dağ arkadaşım olarak tanıttı. İçten bir tebessüm ettim. Mutluluklar diledim ve çıktım oradan. Bir daha tek başıma düğüne müğüne, nikaha mikaha (müğüne ve mikahanın anlamını siz bulun) gitmem... Artık iyice koymaya başladı.
Gelelin Cumartesi gününe... Muhteşem bir gündü. Yine geziye gittik. Bir kaç arkadaş bir arabaya doluşup, plan yapmadan düştük yola. Şoförlüğümüzü yapan arkadaş çok komik ve doğal bir insandı. Ağzından çıkan her şeye güldük. Gittiğimiz yaylanın birinde bulutlar dağ seviyesinin altındaydı. Yukardaki fotoğrafı ben çektim. Diğer çektiğim bazı fotoğrafları fotoğraf dünyamda görebilirsiniz. Eşsiz bir manzara vardı. Soğukda cabası...
Yapacağımız mangal için ateş yakmak ise baya olaylı ve tartışmalıydı. Ateş şöyle yakılır diye herkes ortaya fikir atıyordu fakat yarım saatten fazla ateşi yakmak için uğraştığımız halde ateşi yakamadık. Etrafta kuru görünen ne kadar dal, çalı, yaprak, odun varsa topladık. Her kuru görünen odun parçası yanmaya, kömürü tutuşturmaya, yiyeceğimizi pişirmeye muhtedir olamadı malesef. Kolay kolay yanmayan, tutuşmayan odunun ise tutuştuğunda pişirdiği yemeğin lezzetine doyum olmuyor orasıda ayrı bir konu. Mesele onu tutuşturmakta....
Pazar günü yani bugün ise yataktan huzursuz kalktım, içimde anlam verilemeyen bir sıkıntı, gerginlik, öfke vardı. Gün boyu erkek kardeşime çatıp durdum. Baktım olmayacak, giydim eşofmanları 2,5 saat bir koştum, bir yürüdüm. Bir koştum, bir yürüdüm.... 1,5 saatlik hızlı tempodan sonra anlam veremediğim gerginlik yavaş yavaş geçmeye başladı. Havada çok güzeldi. Denizde sakindi... Şu an ayaklarım su toplamış, ayakkabı ayağıma vurmuş durumda ama kimin umrunda... Tatlı bir yorgunluk, dinginlik, sakinlik, mutluluk hakim... Yürümek serotonin hormonunun salgılanmasını ve insanın mutlu olmasın sağlıyor. Herkese tavsiye ederim...
Nisan ayının başları ve doğa iyiden iyiye canlandı. Karıncalar kış uykusundan uyandı, kâh bilgiyar masamın kâh bilgisayarın kâh elimin üstünde karınca dolanıyor... Apartmanda karınca olur mu? Olur...Sizin evinizde de karınca var mı?

2 Nisan 2009 Perşembe

Sivrisineğin Kanat Sesi...


"Her canlı Allah'ı tesbih etmektedir" sözü Prof. Dr. Galin Biserof Asenof'u araştırmaya iter. Kur'an-ı Kerim'i incelediğinde Bakara Suresi 26. ayette geçen sivrisinekleri araştırmaya başlar. Sivrisineğin kanat sesini önce lazerli bir mikrafon yardımı ile kaydeder sonra sesi yavaşlatarak insan kulağının algılama ve konuşma ritmine indirir ve kulaklarına inanamaz…Sivrisineğin kanat sesini dinlemek için bilgisayarınızın sesini açın ve buraya tıklayın…

1 Nisan 2009 Çarşamba

Seçim ve Sonuçları 2


Yaprak Dökümü 1 yazısında annemle ilgili maddelere bir tane daha eklemek istiyorum.
7- Hayatında aldığı ikinci gülü oy toplamak için evlere dağıtılan güllerden alan annem; gelen giden bütün komşulara bu gülü anlatıp, burada kayıtlı olsaydı oyunu bu partiye vereceğini söyledi. Ne yazık ki oyunu burada kullanmadı. Aldığı gülün karşılığını veremedi. Annem ilk gülünü kuzenimden anneler günü için almıştı. Bunu ben unutmuştum ama o unutmamış, "ilk gülümü kuzeninizden, ikinci gülümüde bu partiden aldım" demişti. Çocukken anneler günü için bizde ona bahçemizden topladığımız kır çiçeklerini toplayıp vermiştik. O günü hatırlıyor mu bilmiyorum.
Siyasetçilerin dikkatine!!! Seçim zamanlarında halka dağıttığınız gül, çiçek, kalem, kömür, çamaşır makinası, kartvizit, afiş, el ilanları vs... küçük ilçelerde etkisi büyük oluyor. Özelliklede eşinden, çevresinden saygı, sevgi, takdir görmemiş kadınlar sizin bir gülünüze kanıp, oylarını yolunuza feda etmeye hazırlar. Anadolu böyle insanlarla dolu. İlgiye, sevgiye, bilgiye, eğitime muhtaç insanlar... Bu kozu iyi kullanın bence... Seçimde sandıktan çıkıp iktidar olmak için yapılan herşey mübâh nasıl olsa... Bir güle, bir iltifata kanan biz kadınlarda suç yok!!. Biz masumuz!!... Sevgiye, ilgiye aç yetiştirilen, büyütülen, koca evindede bunları görmeyen kadın sevgi ve ilgiyi gördüğünde sevginin sıcaklığına dayanamayıp akılları baştan gidiyor ve aklını çalıştırmak yerine duygusal davranıyorsa suç kadında nasıl olsun ki?.... Duygusal davrandığında da sonuç yine hüsran, sonuç yine acı. Duygusal karar verdiği için yıkıma uğrayan, acı çeken kadın, duygularını yok edip mantıksal davranmaya başladığında ise sonuç daha kötü... Mantık dünyasında duyguya yer olmayınca ver elini tartışmalar, kavgalar, tatsız, tuzsuz, soğuk bir dünya!!!... Daha kötü günler bizi bekliyor... Bunu görmek için kahin olmaya gerek yok.. Sevgi yoksa huzurda yok, mutlulukta...
Dün saçlarımı kısacık kestirdim. Kendimden sıkıldım, bir değişiklik yapayım dedim. Bugün baya iltifat aldım. İltifat edenler parti adayı olup, seçim zamanı olsaydı hiç düşünmeden ona oy verirdim. Şanslarına küssünler artık.
Seçim sonuçları yüzünden tartışan dostlarımın bu yüzden dostluklarını bitirmelerini söylemeleri ise dün acayip keyfimi kaçırdı. Biz çok iyi dosttuk ve yıllardır birbirimizle irtibatımızı koparmamıştık. Siyaset yalan ve dolan işidir. Yalan dolan yüzünden dostluğunu bitirenler nedir? Arkadaşlarıma biraz düşünmeleri ve kızgınlıklarının geçmesi için zaman verdim. Bu dostluğu b..ktan bir konu yüzünden bitirmelerine izin vermeyeceğim.
Seçim sonrasında ise duyduklarım, gördüklerim dudak uçurtacak cinsten. Demokrasiyi hiçe sayıp oy istemeyi; tehdite, şantaja dönüştürenler, birbiriyle kanlı bıçaklı olanlar, küsenler, darılanlar... Oyunu gerçek hizmet edene değilde, hatır gönül, çıkar için verenler... ler.. ler... daha neler neler....
Dünya bir akvaryum bense akvaryumun dışında olup bitenleri hüzünle izliyorum. Bakalım balıklar arasında ki mücadele nasıl sonuçlanacak?
Sonra balıklarıda içten içe yok eden parazitlerinde olduğunu öğreniyorum. Susup oturuyorum...