Görev Beni Çağırıyor... Seni de...

30 Nisan 2009 Perşembe

Kırık Şemsiye

28.04.2009 tarihinde başkandan izin alıp beraber çalışmaya başladığım arkadaşımla (hüthüt) tiyatro izlemeye gitmek için başkandan izin aldım. Hava yağışlıydı. Öyle böyle değil baya bir yağışlıydı hava. Çok yağıyordu. Metreküpe en fazla ne kadar yağış düşüyorsa onun yarısı kadar yağmur düşüyordu. O kadar çok yağıyordu yani. Muson yağmuru gibi bir yağmurdu. Muson yağmuru nasıl olur bilmem ama yazıyı ilginçleştirmek için başka yazacak bir şey bulamadım. Neyse işte.. Ben bu yağmura niye bu kadar taktım ki?... Her zaman yağıyor zaten. Her zaman yağdığından ve kapalı havadan bunaldığımdan mı acaba taktım böyle? Benim şemşiyem odamda vardı zaten. Genelde çantamda şemsiye taşırım, işteki odamda bir tane, evde ise 3-5 tane şemsiyem vardır. Bu yağmur cenneti memlekette her an yağmura hazırlık olmak gerek demi? Şemsiyelerin bir çoğu buranın fırtınasına dayanamayıp kırılmıştır, yolda giderken tepesi uçmuştur.... Şemsiyeden yana yüzüm gülmedi gitti. Nereden ve nasıl geldiğini, kime ait olduğunu bilmediğim siyah bir şemsiye daha vardı odamda. Onuda hüthüt'e verdim ıslanmasın diye. O günde grip başlangıncının ilk gününü yaşıyorum. Baş ağrısı, boğaz ağrısı, burun akıntısı, göz sulanması, halsizlik, bitkinlik, yorgunluk gibi bütün belirtiler ufak ufak baş gösterdi bende. Hatta sesim bile kısıldı. Sesimin kısılmasından şiddetli bir gribal enfeksiyon geçireceğim belliydi ama "güçlü haccecan bir virüs mikrobuyla yıkılacak kız değil" deyip ben yine paşa gibi dolanıyorum ortalıkta.
Gideceğimiz tiyatronun ismi "Dış Sesti". Tiyatro oyunun tanıtımı için şu sözler dikkatimi çekti : "Kadının toplum içindeki yeri, toplumun düzenini belirleyen ekonomik-üretim ilişkileri, kültürel-inançsal yapılanmalarından bağımsız değildir. Bütün etmenleri bir bütün içinde tek tek ele alıp düşününce ve erkek veya kadın sunulan öğretileri-dayatmaları sorgulayınca başlar aslında yolculuk. Dış ses’ de biri ev kadını, diğeri iş kadını iki kadın, onlara çocukluklarından beri yüklenen “öğretilerin” içinde, günlük rutinlerini yaşarlarken, bir gün farklı bir boyutta uyanırlar. İkisi de kabinlerin içindedir. Dışardan gelen bir ses onları yargılar ve sonsuza kadar buraya hapseder. Şaşkınlık ve panik halinde çıkış yolları arayan kadınlar, önce yalnız olmadıklarını, sonra da aslında kendilerini, kabini ve yargılayan sesi sorgularlar. Aslında zaten hep kabinlerin, kutuların içinde yaşadıklarının farkına varırlar. Bize dayatılan kurgular ve kalıplardan kurtulmanın, ezberleri bozmanın, kabinden çıkmanın bir yolu var mıdır? Oyunun sonunda kadınlar birbirine sorarlar çıkış var mıdır, “becerebilir miyiz” diye. Hep beraber becermek, bize sunulan kutuları, kabinleri itelemek, sorgulamak, aslında çok da basit olan çıkış yolunu birlikte bulmak umuduyla…. " Konusu benim ilgi alanıma girdiği için iki elim kanda da olsa gitme kararı almıştım bir kaç gün önceden. Birde kadın haklarından sorumlu olarak da görevlendirilmiştimya bu görevimle ilgili tiyatroya gelen halkın arasına bir karışayım, insanlar kadın hakkı deyince ne anlıyor ne düşünüyor bir nabız yoklayayım diye gitmek istedim.

Tam işyerinden çıkarken kızkardeşim bayıldığı gün bizi hastaneye götüren abide (bay marifet) arabasıyla önümüzde durdu. Bizi tiyatroya götürmek için Allah tarafından gönderilmişti, bu fırsat kaçırılmazdı. Ne hikmetse hep kendimi darda hissettiğimde bay marifet yanımda beliriyordu, yanımda yoksa arayıp sorup yanıma gelsin diye haber gönderiyordum.... Atladım arabasına "bizi tiyatroya götürürmüsün?" dedim. Başka seçenek bırakmadığım için bizi tiyatroya (tiyatro dediğime bakmayın, Türkiyede belli başlı kaç tane tiyatro salonu var ki? Helede Anadoluda... Düğün salonu o gün tiyatro salonu görevini yaptı) götürmek zorunda kaldı. Burdaki bir çok erkek gibi bay marifet kadınlara yönelik bir oyun diye salona girmek istemedi ve bizi salonun kapısına bırakıp gitti.
Kapıda bizi tiyatro oyuncuları bekliyordu. Sanki gelmemizi dört gözle bekliyorlardı. İçeri girdiğimde ise neden kapıda dört gözle beklediklerini anladım. Düğünde göbek atılıp, dans edilen alana sandalye konulmuş, düğün sanatçılarının çaldığı sahne ise iki tane kafes konmuş, bir tiyatro salonu yapılmaya çalışılmıştı. Sıralanan 15-20 sıra kadar sandalyenin ise ancak ilk iki sırası dolmuştu. O kadar az izleyicinin gelmesinden dolayı acayip mahçup oldum. Düğün olduğunu duysalardı emin olun salon tıklım tıklım dolar, adım atacak yer kalmazdı. Tabi saat 15:00'de başlayacak olan tiyatro, izleyeci gelir umuduyla yarım saat -kırkbeş dakika arası geçikmeyle başladı.

Hergünü birbirinin aynı olan iki kadının, aslında bir kafeste olduklarının farkına varmalarını konu alan bir oyundu ve çok güzeldi. Oyunda dikkat çektiğim bir nokta ise tekdüzelik evli ve çocuklu, her bakımdan kocalarına bağımlı kadınların hayatlarının tek düzeliği değildi. Çalışan ve evli-bekar kadınlarda tekdüze bir hayat yaşıyordu. İş dışında sinemaya gitmek ve arkadaşlarıyla vakit geçirmek, işte daha iyi mevkiye gelebilmek için patronuyla kırıştırmak dışında yaptığı farklı bir şey yoktu. Tekdüzelik, toplumun doğru deyip belirlediği kalıpların içinde bir hayat evli, bekar, kadın, erkek tüm insanların sorunuydu aslında.

Oyunu izlerken bir ara hüthütle gülme krizine girdik. Hüthüt'e ıslanmasın diye verdiğim kime ait olduğunu bilmediğim şemşiye oyun sırasında durduk yere açılmış, japon şemyiyesi gibi dümdüz olmuş, telleri çıkmış yarım yamalak duruyordu. Biraz argo bir tabir olacak ama "yırtık dondan fırlar gibi" birden açılmış inat etmiş kapanmıyordu da. Hüthüt tamam yanımda böyle dursun bari diyerekten şemşiyeyi yanına koydu. Bu arada biz lüks tiyatro salonunun! en ön sırasında oturuyoz. Arka sıradaki şirin mi şirin, şarısın, saçları iki kuyruk yapılmış 2,5-3 yaşlarındaki kız çocuğunun dikkatini bu kırık şemşiye çekmiş olacak ki, gözüyle onu incelemeye aldı ve birazdan dikkatini çeken o olağanüstü şeye dokunmak için şemşiyenin yanında belirdi. Şemsiyenin kırık telleri gözüne batar tehlikesiyle karşı karşıya kaldığında hüthüt şemşiyeyi yanımızdan uzaktırmak için ayağa kalktı ve salonun diğer köşesine kadar gidip oraya bıraktı. Bu sefer şemşiye herkesin görüş alanındaydı. Sahnede kadınların acınası durumu için oyuncular bağırır çağırırken ben ve hüthüt şemsiyeye bakıp gülme krizlerine giriyorduk. Gülmemek için kendimizi zorladıkça daha fazla gülme isteğiyle karşılaşıyorduk. Sessizce gülerken hüthütün gülmemek için kendini tutarken titremesini hissettikçe bende daha fazla gülmeye başlıyordum. Bir kaç sandalye yanımızda ise kaymakam bey oturuyordu. Dış baskı, otorite baskısı derken kendimi frenlemeye çalışıyorum ama ne mümkün, o kırık şemşiyeyi gördükçe içimden kahkaha volkanları patlıyordu, benim güldüğümü hissettikçe hüthütde gülmeye devam ediyordu. Gülme ve ağlama krizleri engellenip bastırılırsa sonuç nasıl olur tahmin ederseniz. Patladık resmen... Uzun süredir (maksimum 1 ay çok uzun bir süre çok...)böyle güldüğümü yani gülmemek için kendimi frenlemek zorunda kaldığımı hatırlamıyorum. Kırık bir şemsiyenin beni böyle güldürebileceği aklımın ucundan geçmezdi. Bu hengame arasında soğuktan donduğumun ve üşüdüğümün farkına varmadım bile. Salon çok soğuktu. Gülme krizi bittiğinde üşüme krizi baş gösterdi bende. Nasıl titriyorum, üşüyorum, burnum contası bozulmuş musluk gibi akıyor, gözlerim yaşarıyor, vücudum zangır zangır titriyordu. Bu benim iyi halimmiş meğersem. Tiyatro bitip, herkes dağıldıktan sonra tiyatro oyuncularıyla bir kaç kadın baş başa kaldık ve biraz düşünce alışverişi yaptık. Çocuğunu toplumun dayatmalarıyla değil özgür yetiştirmeyi amaç edinen çalışan bir bayan şunu söyledi: "Çocuğum farklı yetişsin diye uğraşıyorum ama çocuğum ev dışında okulda, arkadaşları ve akrabalar arasında toplumun dayatmalarını ve öğretilerini öğreniyor ve öğrendiği benim istemediğim davranışları sergiliyor" dedi. Ben o cümleden şunu anladım; doğurduğum zaman çocuğumun akrabalarına, okuluna, çevresine, arkadaşlarına herşeyine dikkat etmem gerekiyor.

Eve geldiğimde ise zar zor ayakta duruyordum, sobayı zorla yakıp başına oturdum ama ısınamıyorum. İçimde kuzey kutbundaki fırtına yaşanıyodu sanki. Artık kımıldamayacak hale geldim. Kardeşlerim gelsinde beni nazlasınlar diye yattım aşağıya. Uzun süredir kendimi böyle güçsüz, çaresiz, halsiz, dermansız, bitkin, yorgun hissetmemiştim, çok kötü oldum. Erkek kardeşim evimde kaldığı son gecesini bana eliyle su içirerek, ballı-limon yaparak, üstümü örterek bu arada kendi bavulunu hazırlayarak, çamaşırlarını katlayarak, gömleklerini ütüleyerek geçirdi. Erkek kardeşimin hep olumsuz yönlerini yazdım şimdiye kadar bunları okuyunca dudağınız uçuklayacak ve banada hain -nankör abla gözüyle bakacaksınız biliyorum ama ben onun standart bir Türk erkeği değil örnek bir Türk erkeği olmasını istediğimden böyle davranıyordum. Hala umudum var! Odunum, mükemmel olmasada standartların üstünde bir erkek olması bile bana yeterde artar bile. Ertesi gün ise ayağa kalkabilecek kadar olunca işe gittim, odunumun evraklarıyla ve işlerle ilgilendim zaten.

2 yorum:

  1. Oyuna az ilginin olması çok üzücüydü..Oyunu sergilemek için gösterdikleri medeni cesaret ve fedakarlık için arkadaşları samimiyetle kutlarım..İyi ki varsınız..

    Sevgili Hatice lütfen sen de kendine dikkat et. Şimdiden büyük geçmiş olsun..

    Kadınların sorunlarını zaten biliyoruz. Sürekli söylediğimiz gibi kadın sadece neslin devamını sağlamaz kültüründe aktarılmasında ön saflarda yer alır..Onun kadınlar özgürleşmeden bir toplum asla özgürleşemez...

    Birkez daha geçmiş olsun.

    YanıtlaSil
  2. geçmiş olsun arkadaşım,insan hiç anlamadan düşüveriyor yatağa bu aralar sanki,birde bu tiyatro oyunu içinde üzüldüm biras bende(az katılım sebebiyle)inş. tiyatronun kıymeti daha iyi bir şekilde anlaşılır birgün,a.e.ol canım,,

    YanıtlaSil

Yorumlarınızı Bekliyorum