İnsanlık, eski sürüm işletim sistemi yüklü bilgisayar gibi. Bu bilgisayarda o kadar çok virüs var ki. Hackerlar da sürekli iş başında. Bilgisayar sürekli hata veriyor. Çalışmıyor. Topyekûn format atıp yepyeni bir işletim sistemi yüklememiz gerek. İsteyen istediği gibi programı yükleyip kendi hayatını istediği gibi yaşasın. Mümkün mü? Mümkün. Her şeyi sil baştan yazmalıyız. Her şeyi ama her şeyi… İnsanlığın sıkıntılarının baş nedeni batıl yani güncelliğini kaybetmiş virüs yüklü işletim sistemi. Bu bilgiler her alanda ama her alanda var. Batıl bilgiler görevini tamamladı. Onları geri dönüşüm kutusuna değil direkt ∞ 'luğa göndermemiz gerek. İnsanlığın bilgileri eski sürüm olduğu için karşılaştığımız olaylar hep aynı. Kurban rolünü üstlenmiş insanlarla aynı kötü senaryoyu yaşayıp duruyorduk. Hakikat bilgilerine ihtiyaç vardı. İnsanlığı her alanda ama her alanda hazırlayacak, güncelleyecek bir işletim sistemi var mı? Cevap. Var. Nerede mi? Cevap o kitap.
Erciş depreminden sonra bir
arkadaşımın aracılığıyla telefonla birisi aramıştı beni. Tanışmak için. Aynı
meslekten birisi. Hayatımda duyduğum en sönük, durgun, anlaşılması zor sese
sahipti karşıda ki. Sesi o kadar derinden
geliyordu ki. Anlamak için "efendim anlamadım" diye tekrar tekrar soruyordum. Biraz
konuşup kapattık. Senin de hiç şansın yoktu!!!
Artık cılız sesli olduğu için kimseyi red etmeye
gücümde yoktu halimde… Ruhsal olarak o kadar açtım ki… Aradığım sadece huzur ve
sevgi… Çok şey mi istiyorum? Bir yudum sevgiye o kadar muhtaç haldeydim ki…
Birisi gelip o yangını söndürsün ne olur? Fırtınalardan, kendimle savaşmaktan
yorulmuştum. Ön yargılı olmamaya kararlıydım. Artık akışa bırakacaktım. Yüz
yüze görüşme fırsatı verecektim ona.
Bir restoranda aracı arkadaş ve Karşıdaki ile oturduk. Karşıda ki hiç konuşmadı. Utangaçlığından mı konuşamadı? Biz hep aracı arkadaşla konuşuyorduk. Aracı arkadaşın da çenesi maşallah. Susmak bilmiyor. Sadece yemek yiyerek kalktık. Yüz yüze verdiğim ilk fırsat fırsata dönüşemedi. Ne oldu şimdi? Ne konuştuk ne bi şey… Aç karnımızı doyurmuştuk. Ama ben ruhum aç olarak masadan kalktım. O güne ait hatırladığım bana hiç itici gelmediği, çekici de gelmemişti.
Bir akşam yine telefonla aramıştı Karşıda ki. İş çıkışı ertesi gün yemeğe davet ediyordu beni. İtici gelmediyse
ikinci şansı da vereyim bari. Herkesi itekleyen, red eden Haccecan’ı susturmaya
kararlıydım. Yüz yüze ikinci fırsat mı bu? Vay be… Bu bir devrim…
Ertesi gün iş çıkışı akşam benim Kaf Dağının tepesinde ki evimin oraya arabayla gelip beni almıştı. Aynı restorana yine gitmiştik. İtici gelmiyordu karşıda ki. Sessiz, uyumlu, ağır bir mizacı vardı. Çekimserdi. Bütün karşıma çıkanları rakip olarak görürken onu görmemiştim. İçimde ki mücadeleci Haccecan’ı ortaya çıkartan tek kelime bile etmemişti. Etseydi hatırlardım. Ömür boyunca da yüzüne vururdum. Öyle pis bir huyum var. O akşamdan hatırladığım şey; koca tabakta ki salatanın suyunu “şifalı bu su” diyerek kafama dikip içmiştim. Şu an asla yapmam, o ana kadar da hiç öyle bir şey yapmamıştım. O su gerçekten de şifalıydı da ondan mı içmiştim acep? Bu su sihirli bir iksir miydi? Karşıdaki çok sonra bu davranışımın çok hoşuna gittiğini söyleyecekti.
Devam edecek...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumlarınızı Bekliyorum