Görev Beni Çağırıyor... Seni de...

8 Ekim 2010 Cuma

Likya Yolu (21.10.2009)


Hep şu balerinler gibi parmak ucunda yürüyebilmek istemişimdir.

Bütün gece boyunca  olup bitenleri düşünmüş, Karadenizin beni Büyük Çakıl'da bırakıp gideceği fikrine kendimi inandırmıştım. Giderse gitsin!!! Sabah çadırımı toplar, merkeze doğru yürürüm. Biraz gezer tozar sonra arabaya binip giderim.  En başından beri böyle olsun istiyordu zaten. Ona göre ben o dağ yollarında yürüyecek kadar güçlü değildim. Bir kaç gün yürüyüp bu yollarda yürümenin ne zor olduğunu, bu yürüyüşün bana göre olmadığını anlayacak, ona "eyvallah!!" deyip istediğim gibi bir tatil yapmak için ondan ayrılacağımı düşünmüştü. Bunu düşünmüş ve öylesine benimsemişti ki benim gitmek isteyip istemediğimi bile sorma zahmetine girmiyordu. Ben güneş, deniz, kum üçlüsünün ortasında keyif sürerken o derviş misâli yollarda yürümeye devam edecekti. Bu yolların cefasını çekmeye gönüllü derviş Karadeniz bu cefanın içinde sefasını sürecek, benide gitmeye mecbur bıraktığı sefanın içinde cefa çekmemi sağlayacaktı. Bu yolu yürümeyi başaramayan beceriksiz ben olacaktım!!! O ise planını gerçekleştirmiş bu zorlukları başarmış bir kahraman olacaktı!!!  En başından beri kafasında planladığı buydu işte!!! Ama istediği gibi olmamış bütün zorluklara, ağrılara, engellere, inişlere, yokuşlara, çıkışlara rağmen onu bırakmamış, "eyvallah!!" dememiştim. 10 gündür birlikteydik. Sandığı kadar güçsüz, zavallı olmadığımı oda görmüştü. Benim için asıl engeller dağlar, yokuşlar değil, Karadenizin benimle arasına koyduğu uçurumlardı. O uçurumları kendi çabamla ve isteğimle aşmam mümkün değildi. Ben zoru seviyordum, kolay lokma olabilecek biri değildim ve kolay lokma olabilecek insanlardan hoşlanmıyordum. Çevremde ki insanlarda da güç, otorite, doğruluk arıyordum. Karadeniz çok zor birisiydi. Bu zorluğu ise gözümde onu daha çekici ve cazip hale getiriyordu.
Sabahın erken saatlerinde gözlerimi açtım ve çadırımdan çıktım, hava bulutluydu. Karadenizin çadırının  fermuarı açıktı. Uyku tulumunu çadırının üzerine havalandırmak için çıkarmıştı. Çadırının yanına gidip içeriye baktım. Karadeniz yoktu. Beni bırakıp gitmişti işte!!! Beni bırakıp gittiyse, eşyalarını neden burada bırakmıştı ki? Çevreme bakınmaya başladım. Birisi şezlonga uzanmış yatıyordu. Bu Karadeniz olabilirmiydi? Yok olamazdı. Evet olabilirdi. Oraya kadar gittiğimde o yatan kişinin Karadeniz olduğunu anladım. Gitmemişti, gitmeyecekti. Ben bırakıp gidene kadarda bırakmazdı beni. İlgisiz, vurdumduymaz ve tavırlıydı. Yanında ki şezlonga bende uzandım. Gözleri kapalıydı. Uyuyormuydu yoksa uyuyor numarası mı yapıyordu bilmiyorum. Bu şekilde saatler geçmişti.  Konuşmam ve konuşturma çabalarımda sonuç vermiyordu. Konuştuğumda havlusunu yüzünün üstüne örtüp konuşma çabalarımı da sonlandırıyor ben yokmuşum gibi davranıyordu. Havlunun üzerinden burnunu sıkıyorum yine ses seda yok.  Dün akşam "Yarın çadırını toplayıp sen yoluna devam edersin. Ben başımın çaresine bakarım" deyip rest çekmem sonuç vermişti ancak karşılığında tavır almıştı.  Ne halin varsa gör!!! Fazla naz aşık usandırır. Benden bu kadar. Ondan bir hayır gelmeyeceğini anladığımda esen rüzgara kendimi teslim ettim. Rüzgar tenimin üstünden esip gidiyor, yaşadığımı bana hissettiriyordu. Güneş ile rüzgar birbirine düşman gibiydi. Güneşin yeryüzüne gönderdiği ısıları rüzgar bana ulaşmadan alıp götürüyor, için için titrememe neden oluyordu. Üşümüştüm. Kapşonumu çadırımdan alıp giyindim. Tekrar Karadenizin yanında ki sezlonga uzandım. Yürürken çektiğim zahmetlerin hiçbirini çekmediğimden şikayet edecek hiç bir şeyim yoktu. Varsın Karadenizin ilgisi, sevgisi de olmasın, bırakıp gitmememişti ya! Yanımda odun gibi yatmasıyla avunacaktım. 
Telefonda kendisini arayan annesine; herşeyin yolunda olduğunu söylüyordu. Beni soran annesine ayaklarımın su topladığını söylediğinde "Silverdin alıp ayaklarına sürerseniz iyi gelir" demişti annesi. Ardından benimle konuşmak isteyen annesine telefonda hemen Karadenizi şikayet etmeye başladım. "Karadeniz beni askeri sanıyor teyze. Talim yaptırıyor bana resmen, beni aç, susuz, yorgun yürütüyor, bana komutanımmış gibi davranıyor" dediğimde anneside " ah yavrum Karadeniz böyledir işte" demişti. Yeni tanıdığım Karadenizin bende uyandırdığı  hisleri, düşünceleri annesiyle paylaşıyordum ancak o oğlunun nasıl biri olduğunu zaten biliyordu. Şaşkınlığımı, şikayetlerimi  anlayıp hak veriyor, Karadenizin davranışlarını kabullenmemi sağlayacak sözler söylüyordu. Bütün konuşmalar Karadenizin yanında olup bittiği halde hiç tepki vermiyor, gayet olağan bir konuşmaymış gibi dinliyordu.
Bu telefon görüşmesinden sonra tesiste kahvaltımızı yapmıştık. Kahvaltının ardından Karadeniz merkeze eczaneye Silverdin almaya gitmişti, çadırları beklemek görevi yine bana düşmüştü. Ayaklarım bu haldeyken yürümek işime gelmediğinden bu duruma hiç kızmamış, şezlonga uzanıp bu zor görevi yerine getirmiştim.Ortalama bir saat sonra silverdini alıp gelmişti. O kadar yolu su toplamış ayaklarım için yürümüştü. Kahramanım benim.... 
 Deniz yüzülemeyecek kadar dalgalı, hava rüzgarlı olduğundan şezlonglara kıyafetlerimizle uzanmıştık. Dalgaların deniz kenarına getirmiş olduğu oltayı denizden çıkartıp kontrol eden Karadeniz oltayı tesisi işleten Bayram'a  vermişti. İlerimizde ki şezlongta Rus bir kadın ve 4-5 yaşlarında ki küçük kızı güneşleniyordu. Dünyalar tatlısı küçük kız plajda ordan oraya koşturuyor, orada bulanan ördeklere ekmek atıyordu. Bu küçük kızla yakınlaşma çabalarım sonuç vermemiş, bana soğuk davranmıştı.
Karadeniz; plajın diğer yanında bikini giymiş hoş kızları kast ederek "ceylanları görüyor musun? Şimdi onların yanında olmak vardı" dediğinde bir şey dememiştim. Biraz sonra " o güzel kızların orda olup olmamasının kendisi için bir önemi olmadığını" söylemişti. Önümüzde ki şezlonglara uzanmış uzun saçlarını bağlayarak başının üstünde toplamış erkekle beni (yanında bir kız olmasına rağmen) birbirimize yakıştıracak sözler söylemişti. Beni ve kendisini başka insanlarla yakıştıran sözlerle tepkimi ölçmeye çalışıyordu. Kıskanıp, kıskanmadığımı, başka bir erkeği oltanın ucunda yem olarak bana attığında bu yemi yiyip yemediğimi anlamaya çalışıyordu. Konuşurken bana bazen "kardeşim" bazen "arkadaşım" diyerek hitap ediyor ismimle hitap etmemeye özel gayret sarfediyordu. Benim gözümde onun yerini anlamaya çalışıyordu. Karadeniz benim için neydi? Kardeş mi, abi mi, arkadaş mı? Aşık olma ihtimalini bile göz önüne almıyor, öyle bir ihtimal varsa da görmezden geliyor, aramızda aşkın oluşmaması içinde kardeşim, arkadaşım diyerek araya mesafe koyuyordu. Bu konuşmalarına ve davranışlarına hiç bir anlam veremediğimden ve söyleyecek bir şey bulamadığımdan susuyordum.  
Birisi ilerdeki kayalıkları tırmanmış gözden kaybolmuş geride dönmemişti. Kayalıkların arkasında ne vardı acaba? Akşam üzeri terliklerimi giyip oraya doğru yürüdüm. Kayalıkların üzerinden atlayarak biraz ilerledim. Dalgalar kayalıklara çarpıp ayağımda ki terlikleri ıslatmıştı. Ayağım kaydığından kayalıklıkların üzerinde hareket edemez bir şekilde kalmıştım.Yosun bağlamış kayalar kayak pistini andırıyordu. Kayıp düşsem ya kafamı bir yere çarpıp parçalar, yada bir tarafımı kırardım.   Ben bu korkularla boğuşup dururken hemen arkamda Karadenizin durduğunu farkettim. Kayalıklarda ayağımın kayıp düşebileceğimi farketmiş yanıma gelmişti. Elimden tutarak kayalıklardan geçmemi sağlamış, beni kıyıya çıkarmıştı.
Akşam yemeğini yemek üzere tekrar tesise gittik. Bu tesisi Ülker, Bayram adında karı koca bir çift işletiyordu. Yemeğin ardından hep birlikte oturup sohbet ettik, bilgisayarda video izledik. Ülker ve Bayram Fidel isminde ki kızlarını anlatıyorlardı. Başarılı ve çalışkan bir öğrenciydi. Bayram bir çok sıkıntı çekerek büyümüş, sağ-sol olaylarının yaşandığı yıllarda bir çok zorluk çektiğinden bahsediyordu. Mahallelerinde yapılan caminin üst katında cami imamının kalacağı bir lojman yapılmasına karşı olduğunu anlatıyordu. "Ben cahil bir adamım ancak camide namaz kılarken üst katımızda birilerinin aile hayatını yaşamasını, wc kullanılmasını doğru olmadığını düşünüyorum" diyordu. Ülker ve Bayram çifti tesisi işletiyor tesisin asıl sahibine ise kira veriyorlardı. Yurt dışında yaşayan, yazları Türkiyeye gelen tesis sahibi o akşam kirayı almaya gelmişti. Kirayı verdikten sonra Ülker ve Bayram evlerinde bekleyen kızlarının yanına gitmişlerdi. Tesisin asıl sahibi bir şişe rakı ile demleniyorken Karadeniz ve ben karşısında ki sandalyelerde oturuyorduk. Alkol alan insanlarla aynı ortamda bulunmaktan  normalde hiç hazetmem. Alkol alan insanın ne zaman kendini kaybedeceği, ne zaman ne  yapacağı hiç belli olmadığından, alkollü insana asla güvenemem. Üsttelik tanımadığım bu adam alkol aldığında kim bilir nasıl bir hale gelecekti bilmiyordum. Kalkıp çadırıma gitmeyi düşünsemde bunu yapmadım. Adam kontrollü içiciydi. Aklı başında içtiğinden orada bulunmaktan rahatsız olmadım. Yurttan, yurt dışından bir çok konudan sohbet ediyorduk. Karadenizle zıtlaştığımız konular olsada o ortamda tartışabilmek güzeldi vesselam. Gece geç saat olduğunda tesis sahibide vedalaşıp ayrıldıktan sonra çadırlarımıza uyumak için geldik. 

3 yorum:

  1. Okurken ne düşündüm biliyormusunuz..? Şimdi Karadeniz ile görüşüp görüşmediğinizi bilmiyorum ama siz evlenseniz sizin evliliğiniz bence Likya Yolu tadında geçer,ne aşağısı ne yukarısı :)) Bunu düşünüp okuyorum günlerdir.İki gündür yazı bekliyoruz birde...

    YanıtlaSil
  2. :) Yazmaya devam ettikçe Karadenizle neler olup bittiğini öğreneceksiniz... Sonucu şimdi yazmayayım...

    YanıtlaSil
  3. geçen bende silverdin aldırmak zorunda kaldım..ya çok geç işe yaradı ya da benim acım fazlaydı..bilemedim:)

    rest işe yaramış gördüğüm kadarıyla:P

    YanıtlaSil

Yorumlarınızı Bekliyorum