O gece Karadenizin yanında korkusuzca mışıl mışıl uyumuştum. Gölgesine sığındığın ulu ağaç seni Ağustos sıcağından korur ya, Karadeniz'de öyle kayayı tepeden aşağıya yuvarlayanlara karşı beni korumuştu. Kahramanım benim....
Sabah gözümü açtığımda Karadeniz'in yanımda put gibi yattığını gördüm. Gözleri kapalıydı. Uykusunda bile kaşlarını çatmış, kendini kasmıştı. Çadırın içinde havada uçuşan küçücük bir sineği "şerefsizzzz!" diyerek elimle öldürdükten sonra Karadeniz'e baktım. Gülüyordu. Demek ki uyanık!!! Çadırın sinekliği olduğu halde nereden girdiğini anlamadığım sinekler çadırın içinde uçuşup duruyordu. Karadeniz çadırına misafir gittiğimde mum ışığında bu sinekleri eliyle "şak şak!!" öldürüyor, öldürürkende "şerefsizzzzz!!" diyordu. Şimdi onu taklit ederek bende sinek öldürmüştüm. Güldüğünü farketmeyeyim diye kafasını diğer tarafa çevirmişti. Nasıl bir zırhın, nasıl bir kabuğun var senin Karadeniz? Biraz zaman sonra "aşağıya yuvarlanan bir kayadan çok korktun!!!" deyip korkaklığımı yüzüme vurmaya çalıştığında "Korkmadım, gece biz uyurken birileri bize saldırmaya çalışırsa bir arada bulunalım istedim. Çadırıma saldırırlarsa kimsenin olmadığını anlayana kadar biz çoktan onları nakavt ederiz diye çadırına geldim" dedim. "Tabi tabi eminim öyledir! İşiniz gücünüz hep dalevera" deyip çadırdan bir hışımla çıktı. Onun durmadığı yerde ben ne duracağım! Çadırından çıkıp uyku tulumumu, matımı alıp çadırıma koydum. Demek ki Kalkan'da çift kişilik yatakta yatmanın kendisi için sorun olmayacağını söylerken palavra atıyordu! Gece onun yanında yatarak Karadeniz'in gözünde ki asi, kendini bilen, kendini koruyan, ahlâklı, nâmuslu Haccecan gitmiş, korkmuş numarası yaparak kendini başkasınının kollarına teslim eden, basit, avam, orta malı Haccecan olup çıkmıştım. Film sahnelerinde olurya, kadınla erkek geceyi birlikte sevişerek geçirdikleri ertesi sabah erkek; kadını yatakta uyurken bırakıp sessiz sedasız çekip gitmiştir. Kadın kendini erkeğin şehvet duygularını köreltmek için (tek kullanımlık mendil gibi) kullanılıp kenara atıldığını düşünüp salya sümük ağlamaya başlamıştır. Karadeniz çadırdan çıkarken kendimi tek kullanımlık mendil gibi hissettim. Onun yanında masumca uyuduğum halde ırzına geçmişim, kendimi kullandırmışım gibi davranıyordu. Likya yolu yürüyüşü boyunca kabuklu, sert, kasıntı, odun dediğim Karadeniz'e kurban olayım. Meğer o Karadeniz melekmiş melek!! Ortaya gıcıkmı gıcık, asabi mi asabi, aksi mi aksi bir Karadeniz çıkmıştı. Kahvaltı için bir şeyler atıştırıyorken bu başladı söylenmeye. O kadar çok söylendi ki artık dayanamayıp; "Yol boyunca bütün erzakları ben taşıdım" dediğinde "Bundan sonra yiyecek poşetlerini ben taşırım!" diyerek kalktım ve poşetleri sırt çantamın yanına koydum. Yine bir rest çekmiştim. Bakalım bu rest tutacak mı? "Öylemi? O zaman suyuda al sen taşı!! diyerek 2,5 litrelik suyuda gözümün önüne koymuştu. Bu hareketinden sonra öfkeden kudurdum. Taşırım ne olacak! Ettiği lafların altında ezilecek değilim. Yaptığı fedakârlıkları böyle kafama vura vura sert bir ifade ile dile getirip laflarıyla beni ezmesine razı olacağıma eşşek gibi taşırım daha iyi!!! Senin sivri dilinin altında ezilmektense eşşek olmayı tercih ederim!! Biz inatlaşıp, çekişip dururken Karadeniz'in neden böyle davrandığına bir türlü anlam veremiyor, etkisine tepki gösteriyordum.
Çadırlarımızı toplamaya başlamıştık. Karadeniz'in yüzüne bile bakmıyordum. Naparsa yapsın!!! Ben çadırımı toplamakla uğraşırken, göz ucuyla şöyle bir Karadeniz'e bakayım dedim. Sırtına aldığı çantasıyla yürümeye başlamıştı bile. Arkasından bakakaldım. Aman Allah'ım beni burda bırakıp gidiyordu! Dünya başıma yıkıldı sandım o anda. Beni bu dağ başında bırakıp gidiyordu işte. Gözlerimden yaşlar akmaya başladı. Peşinden koştum. "Gitmeeeee, beni burada bırakıp nereye gidiyorsun?" diye söyleyecekken gururum galip geldi. Bir kaç adım koştuktan sonra geri döndüm. Beni bırakıp gidenle işim olmaz. Defolup gitsin! Ben başımın çaresine bakarım. Hırs, öfke, kin, nefret duyguları ile sarılıp sarmalanmıştım. Gözlerimden yaşlar aka aka eşyalarımı çantama yerleştirmeye başladım. Alçak Karadeniz! Yiyecek poşetleri çantanın içine sığmadığından çantanın dışına kancalı lastikle bağlamaya çalıştım. Bıraktığı 2,5 litrelik suyu da elime aldım ancak çantanın hiç bir yerine sığacak veya bağlanacak gibi değildi. Hem zaten bu suyu taşımayı ben istememiş, taşımam için o önüme bırakmıştı. Su burda kalsın! Yanımda ki su bana yeter! Bu işlerle uğraşırken ne yapacağımı kara kara düşünmeye başlamıştım. Karadeniz'e güvenip yola çıkmak hayatımın hatasıydı. Ama ne olursa olsun bu yürüyüşü tamamlayacaktım. Hayatımda her daim Karadeniz yoktu; şimdiden sonra da olmasa hiç bir şey kaybetmem. Bana kalan yine ben olacaktım. Bunun da üstesinden gelirsin sen Haccecan. Çantamı sırtlayıp yürümeye başladım. Doğru yolu bulup bulamayacağımı bilmiyordum. Harita, kitap, bilgi, güç, herşey Karadeniz'deydi. Ben sadece koyun gibi onu takip etmiştim. Şimdi onsuz zifiri karanlıkta yürüyor gibiydim. Bütün her konu hakkında ona sınırsız güvenmekle hata etmiştim. Omuzlarıma yiyecek poşetlerinin ağırlığının yanı sıra pişmanlık, öfke, kin, nefret duygularının ağırlığı da binmişti. Deh Haccecan deh...
Daha önce yüründüğü belli olan izleri takip ederek patika yolda ilerliyordum. Yamacında çadır kurduğumuz dağa; çevresinde biraz yürüyüp tırmanmaya başladım. Tırmanma bittiğinde karşımda öfkemin nedenini ve kaynağını ayakta dikilirken gördüm. Karadeniz... Ben Karadeniz'e kin ve öfkeyle gözü yaşlı bakıyorken o " 2,5 litrelik şişedeki suyu almadın mı?" diye sordu. Öfkeli öfkeli bakıp cevap vermeden yanından geçtim. Gözlerimden alevler fışkırıyordu. O alevlerde yanıp kül ol, yok ol Karadeniz!!! Su umrumda bile değildi. Karadeniz hızlanarak yanımdan yürüyüp geçti ve gözden kayboldu. Onun anlam veremediğim davranışlarına anlam vermek için hindi gibi düşünmek istemiyorum artık. Ne yaparsa yapsın, ne hali varsa görsün. Yurt dışından gelip bu yolu yürüyen binlerce turist vardı. Bu ülke benim. Bu topraklar benim. Onlar yürürse bende yürürdüm. Kimse umrumda değildi. Yaptıklarını kafama kakıp duracak birine ihtiyacım yoktu! Tek başına yürüyordum. Dağ yollarından, patika yollardan az gittim uz gittim. Doğru yolda ilerleyip ilerlemediğimi anlayabilmek için arada çevreme bakıp kırmızı-beyaz işaretleri arıyordum. İşareti gördüğümde doğru yolda ilerlediğime emin olup yürümeye devam ediyordum. Likya yolu yürüyüşüne çıkmadan önce internette yaptığım araştırmada bu yolu tek başına yürüyen bir bayanın bloğunu okumuştum. O yürüdüyse bende yürürdüm, yürüyordum da. Bu gücün kendimde olduğunu keşfetmemden sonra benim için Karadeniz'in rehber olarak önemi kalmamıştı. Bir kaç saat yürüdükten sonra Karadeniz'i bir ağacın altına oturmuş mavi not defterine bir şeyler yazarken gördüm. Çantamı yanında çıkartıp hemen wc ihtiyacı için uygun bir yer aramaya başladım. Sabah ki o hengamede wc'ye gidememiş, pedimide değiştirememiştim. Bunun içinde Karadeniz'e daha fazla kızıyordum. Wc ihtiyacından geri döner dönmez Karadeniz çantasını sırtlayıp yürümeye başlamış ve gözden kaybolmuştu. Yürümeye devam ediyordum. Sırt çantamın dışına bağladığım çadır sola doğru kayıp duruyordu. Ağırlık sol tarafa bindiğinden rahatsız olmuştum. Çantamı çıkartıp çengelli lastikle yükleri tekrar bağladığım halde bir fayda etmemiş, sol tarafıma kayıp beni rahatsız etmeye devam etmişti. Yeter birde seninle uğraşamam çanta!!! Keçiboynuzu ağaçlarının altından yürüyerek ilerledim. Dozerle yeni açıldığı belli olan araç yoluna çıktım. Etrafa bakıp Likya yolunun nereden ilerlediğine baktım. Yolda bir araç parketmiş, ilerde bir yerlerde insanların sesini duyabiliyordum. O tarafa doğru biraz yürüyüp işaret aradım ancak göremedim. Bu yol değil demek ki. Dozerle yeni açılmış yolda yokuş yukarı yürümeye başladım. Yolun kenarında kırmızı-beyaz işaretler doğru yolda olduğumu söylüyordu. Kıvrımlı yolda ilerledim. Yolun zirvesine vardığımda kenarda park edilmiş bir araba ve yanında ayakta bekleyen bir adam gördüm. Yürümeye devam ettim. Adamın bir gözü sağa, bir gözü sola bakıyordu. Şişman, göbekli, kelli felli bir adamdı. Bu ıssız yollarda adamlarla karşılaşmak kadar korkunç ne olabilirdi ki!! Yanından geçip gitmeyi planlıyordum. Adam; kim olduğumu, nereden gelip, nereye gittiğimi sordu. Kendim hakkında fazla bilgi verip yalnız olduğumu anlamasını istemiyordum "Likya yolunu eşimle birlikte yürüyorum ancak eşimi kaybettim." dedim. Mesafeli ve soğuktum. Ağaçların ardından bir kaç kişi daha çıkıp beni arabaya bindirip kaçırabilirler, arabadan uzak durmalıyım. Sabahtan beri içinde bulunduğum ruh hali yüzünden mantıklı düşünüp, davranamıyordum. "Eşinin adı ne?" diye sorduğunda "Karadeniz" dedim. Esas Likya yolu aşağıda ki patika yoldan devam ediyor, sen araç yolundan yürümüşsün dedi. Dağın zirvesinden aşağı doğru "Karadenizzzzzzzz" diye bağırmaya başlamıştı adam. Yanıt yoktu. Adamla birlikte bende "Karadenizzzzzzzzz" diye bağırmaya başladım. Yer, gök Karadeniz ismiyle çalkalanmaya başlamıştı. Sesimi duyupta gelsin, anlam veremediğim şu davranışına son vermesini istiyordum. Gel be Karadeniz. Elin adamı senden daha insaflı çıktı, seni bulmam için çabalıyor bak! Baya bağırdıktan sonra aşağıdan bir ıslık sesi duyuldu. "Eşin bizi duydu, ıslıkla yanıt verdi" dedi adam. Ben tekrar son çırpınışla "Karadenizzzzzzzzzzzzzzzzzzzzzz" diye bağırdığımda tekrar ıslık sesi gelmişti. "Eşin geliyor, sırtında ki ağır yükle ayakta durma, oturda bekle" demişti adam. Yolun kenarında ki kayanın üstüne oturup beklemeye başladım. Adamın merakından hakkımda ki sorduğu sorulara kısa ve öz cevaplar verip konuşmak istemediğimi belli etmeye çalışıyordum. Nihayet yolun aşağısında Karadeniz görünmüştü. Koşarak geliyordu. Soluk soluğa kan ter içinde kalmıştı. Adama kendisini eşim olarak tanıttığımı anlasın diye gelir gelmez "Eşim Karadeniz" diye adamla tanıştırmıştım. Ondan sonra ikisi konuşmaya başlamıştı. 2 km uzaklıkta adamın köyü vardı. Arabasıyla bizi köye götürüp evinde ağırlayabileceklerini, bize su verebileceklerini söylemişti. Karadeniz bana dönüp "ne dersin arabayla köye gidelim mi?" diye sorduğunda "sen bilirsin!!" demiştim. Beni sap gibi dağın başında bırakıp yürüyen o değilmiş gibi "köye gidelim mi?" diye bana soruyordu!! Sanki yapılan her şeyi bana soruyor da!!! Sormuş olmak için soruyordu işte. Arada fikrimi sormasını lütûf olarak görüp ona karşı minnet duymamı mı bekliyordu?
Arabaya binip adamın köyüne doğru yol almaya başlamıştık. Sabah ki hotdiri zot Karadeniz gitmiş iletişimci, sosyal Karadeniz ortaya çıkmıştı. Adamın evine nihayet varıyoruz. Durumlarının iyi olduğu evlerinin her halinden belli oluyordu. İki katlı yeni ve güzel bir evleri vardı. Adam her gün arabasıyla Likya yolu güzergahının olduğu o yolda bekleyip isteyen turistleri evine getiriyor; yatacak yer, yemek ve su veriyordu. Evini pansiyon olarak hizmete açmıştı. Evin kadını bizi güler yüzüyle karşılamış, aç olduğumuzdan masayı hazırlamaya başlamıştı. Mutfakta onunla sohbet ediyordum. "Karadenizle çocuğumuzun olup olmadığını" sorduğunda "hayır" cevabını verdikten sonra "eee zamanı gelince oda olur!!" demişti. Pancar gibi kıpkırmızı olup lafı hemen değiştirdim. Kadının hazırladığı masada Karadenizle yemek yedikten sonra yer minderlerinin üzerine oturup ev ahalisiyle sohbet etmeye başladık. Daha doğrusu Karadeniz konuşuyordu, ben kırgın kırgın oturuyordum. Evin askerden yeni dönen oğlunun adıda Karadeniz'di. Bizi evine getiren adam bizimle vedalaşıp o yolda beklemek üzere evden ayrılmıştı. Karadenizle tek kelime etmiyor, göz göze gelmemek için çaba sarfediyordum. Evin kadınına saçlarımı yıkayıp yıkayamayacağımı sorduğumda duş bile alabilirsin demişti. Güneş enerjisi olan evde sürekli sıcak su akıyordu. "Neyse vazgeçtim, saçımı yıkamak için çok vakit harcarım" diyerek duvarda asılı saate bakmıştım. Karadenizden birde saçlarımı yıkamakla uğraşırken çok vakit harcadığım için laf işitmek istemiyordum. Gerçi şimdi karşımda ki güleryüzlü ve konuşkan Karadenizdi ancak ne zaman değişip ne zaman beni fırçalayacağı belli olmazdı. Sabah ki davranışına da bir anlam veremiyordum zaten. Karadeniz saçlarımı yıkamam için onay verdiğinde evin kadınıyla banyoya geçtik. Duş alsam çok iyi olacaktı, mağara adamları gibi kokuyordum. Ancak yabancı bu evde duş almak istemediğimden saçlarımı yıkayıp çıktım. Mutfakta olan evin kadınının yanına gittim. "Bizi evinizde konuk ettiğiniz için kaç lira verirsem uygun olur?" diye sorarken Karadeniz mutfağa gelip "hesabı kendisinin ödeyeceğini" söylemişti. Kendimizi karı-koca olarak tanıttığımızdan, Karadez"in bu atağı kadın tarafından garip karşılanmıştı. "Hayır ben ödeyeceğim" diye inatlaşıp kadının karşısında daha da tuhaf duruma düşmemek için Karadeniz'e itiraz etmedim.
Arabaya binip adamın köyüne doğru yol almaya başlamıştık. Sabah ki hotdiri zot Karadeniz gitmiş iletişimci, sosyal Karadeniz ortaya çıkmıştı. Adamın evine nihayet varıyoruz. Durumlarının iyi olduğu evlerinin her halinden belli oluyordu. İki katlı yeni ve güzel bir evleri vardı. Adam her gün arabasıyla Likya yolu güzergahının olduğu o yolda bekleyip isteyen turistleri evine getiriyor; yatacak yer, yemek ve su veriyordu. Evini pansiyon olarak hizmete açmıştı. Evin kadını bizi güler yüzüyle karşılamış, aç olduğumuzdan masayı hazırlamaya başlamıştı. Mutfakta onunla sohbet ediyordum. "Karadenizle çocuğumuzun olup olmadığını" sorduğunda "hayır" cevabını verdikten sonra "eee zamanı gelince oda olur!!" demişti. Pancar gibi kıpkırmızı olup lafı hemen değiştirdim. Kadının hazırladığı masada Karadenizle yemek yedikten sonra yer minderlerinin üzerine oturup ev ahalisiyle sohbet etmeye başladık. Daha doğrusu Karadeniz konuşuyordu, ben kırgın kırgın oturuyordum. Evin askerden yeni dönen oğlunun adıda Karadeniz'di. Bizi evine getiren adam bizimle vedalaşıp o yolda beklemek üzere evden ayrılmıştı. Karadenizle tek kelime etmiyor, göz göze gelmemek için çaba sarfediyordum. Evin kadınına saçlarımı yıkayıp yıkayamayacağımı sorduğumda duş bile alabilirsin demişti. Güneş enerjisi olan evde sürekli sıcak su akıyordu. "Neyse vazgeçtim, saçımı yıkamak için çok vakit harcarım" diyerek duvarda asılı saate bakmıştım. Karadenizden birde saçlarımı yıkamakla uğraşırken çok vakit harcadığım için laf işitmek istemiyordum. Gerçi şimdi karşımda ki güleryüzlü ve konuşkan Karadenizdi ancak ne zaman değişip ne zaman beni fırçalayacağı belli olmazdı. Sabah ki davranışına da bir anlam veremiyordum zaten. Karadeniz saçlarımı yıkamam için onay verdiğinde evin kadınıyla banyoya geçtik. Duş alsam çok iyi olacaktı, mağara adamları gibi kokuyordum. Ancak yabancı bu evde duş almak istemediğimden saçlarımı yıkayıp çıktım. Mutfakta olan evin kadınının yanına gittim. "Bizi evinizde konuk ettiğiniz için kaç lira verirsem uygun olur?" diye sorarken Karadeniz mutfağa gelip "hesabı kendisinin ödeyeceğini" söylemişti. Kendimizi karı-koca olarak tanıttığımızdan, Karadez"in bu atağı kadın tarafından garip karşılanmıştı. "Hayır ben ödeyeceğim" diye inatlaşıp kadının karşısında daha da tuhaf duruma düşmemek için Karadeniz'e itiraz etmedim.
Bu evden de vedalaşma vakti gelmişti. Evin kadını bize elma ve el yapımı ekmek vermişti. Evlerinin önünde fotoğraf çekindikten sonra vedalaşıp yola koyuluyoruz. Karadeniz'e hala kırgınım. İlgilenmiyordum onunla. Köyün içinde çocuk çoban ve koyunlarıyla karşılaşıyoruz. Yürümeye devam ediyoruz. Köyü çok gerilerde bırakmıştık. Karadeniz durup karşımızda ki dağların görüntüsünün çok güzel olduğunu söylemişti. Bende durup bir iki saniye dağlara bakıp yürümeye devam ettim. Beni dağ başında bırakıp giden Karadeniz"le, onun söyledikleriyle ve onun güzel bulduklarıyla ilgilenmiyordum! Yürümeye devam ediyoruz. Sabahtan beri sol tarafıma düşen çantanın üzerine bağladığım çadır tekrar kaymaya başlamıştı. Çadırda umrumda değildi! Hiçkimse, hiç birşey umrumda değildi!!! Karadeniz "çantanı indirde çadırını düzgün bağlayayım" demişti. Sabahki hırçın, asi davranışlarından sonra şu an ki ilgili tavırları beni şaşırtıyordu. Karadeniz çadırı çantama bağlamakla uğraşıyorken "sana bir şey sorabilir miyim? Sabah beni neden öyle bırakıp gittin?" diye sormuştum. "Bunu anlatamam, anlatsamda anlamazsın!" demişti. Ben gerizekalı mıyım be? Anlayamazmışım!!! Ardından o bana bir şey sordu. Sorduğu şeyi hatırlamıyorum ancak verdiğim cevap dün gibi aklımda. "Anlatamam Karadeniz. Anlatsamda anlayamazsın!" cevabını yapıştırdım. Karadeniz bu etkiye tepki cevabıma karşılık "Çabuk anlıyorsun!!" dediğinde "Anlatan olduğunda anlıyorum!!" cevabını verdim. Yürümeye devam ediyoruz. Ukala, bilmiş, kendini beğenmiş, burnundan kıl aldırmayan Karadeniz'e öfkem giderek büyüyordu. Kayaların, taşların üzerinden sekerek hızlı hızlı gidiyordum. Karadeniz artık bana yetişmek için uğraşıyordu. Şimdi önünden yürürken çıkarttığım tozları soluma sırası ondaydı. Gücümün, enerjimin doruklarındaydım. Ispanak yemiş Temel Reis yanımda halt etmiş. Öfke yeri geldiğinde çok iyi enerji kaynağı oluyordu. Keşke bir yere saklanıp, Karadeniz'i merakta koysaydım. Kaçırıldığımı, kaybolduğumu düşünüp vijdan azabından ölseydi!! Ah eşşek kafam!! Öyle bir şey yapmadığım için köpekler gibi pişmanım. Mola verdiğimiz köy evinden çadır kuracağımız kamp alanına kadar yürüdüğümüz yolda yürümekten dolayı çok keyif aldım. Tarihi mezarların ve kalenin olduğu bir koya vardığımızda fotoğraf çekmek için mola verdik. Kaya mezarların bir çoğu talan edilmiş, içleri açılmıştı. Yürümeye devam ediyoruz. Hava iyice kararmaya başlamıştı. Deniz seviyesine indiğimiz zaman çadır kurmak için yapılmış özel bir kamp alanı çıkmıştı karşımıza. Burada çadır kurmaya karar veriyoruz. Yerden bir metre yükseklikte ki tahtadan yapılmış sedirin üzerine çadırımı kurmaya başladım. Karadeniz ise aşağıya toprağın üzerine çadırını kurmuştu. Tesisin genç sahibi akşam yemeği için kocaman bir tabakta pilav ve tavuklu sebze yemeği getirmişti. Yemekleri gördüğümde gözüm doymuştu. Arkamdaki masada çok yakışıklı bir turist oturmuş, akşam yemeğini yiyordu. Allah sahibine bağışlasın, böyle yakışıklı birinin tek başına yollarda ne işi var?!! Seni kapıp yerler dikkat et!! Karadenizle yakışıklı turist sohbet etmeye başlamıştı. Ne konuştuklarını anlayamıyordum. Ardından Karadenizin teyze kızı telefonda onu aramıştı. Beni yerden yere vuran Karadeniz teyze kızıyla o kadar içten ve güzel konuşuyordu ki şaşırmamak elde değil. Bu davranışlarıyla tıpkı babama benziyordu. Evlatlarına sevgisini göstermekte son derece fakir davranan babam başkasının çocuklarını gözümüzün önünde sevmeye, nazlamaya, şımartmaya doyamazdı. Teyze kızıda bu yollarda yürümeyi çok istemişti ama nedense Karadeniz yol arkadaşı olarak onu değil beni seçmişti. Teyze kızı sitemli sitemli telefonda konuşuyorken Karadeniz "bu yollarda seni yürütemem, kıyamam sana!" diyerek teyze kızını nazlıyordu. Gözlerim faltaşı gibi birden açılmış "Ben burda eşşek başı mıyım? Beni yürütüyorsun ya!" demiştim. Bu cevabıma karşılık Karadeniz kahkahalarla gülmüştü. Gıcık Karadeniz! Ondan sonra bende cep telefonumu alıp annemi, kızkardeşimi, arkadaşlarımı telefonla arayıp onlarla konuşmaya başladım. Senin kıyamadıkların, seni sevenlerin varsa benimde var!!! Ben telefonla konuşurken yakışıklı turistle Karadeniz sohbetlerine devam ettiler. Sohbetin ardından dişlerimizi fırçalayıp, elimizi yıkadıktan sonra Karadenizin çadırında oturmuştuk. Karadeniz mavi not defterine bir şeyler yazmaya başlamıştı. Onun yanında var mıydım, yok muydum anlayamıyordum. Ben yokmuşum gibi davranıyordu. Sabah ki davranışının nedeni hala gizliliğini koruyordu. Dayanamayıp tekrar "Sabah neden öyle davrandın? Neden beni orada bırakıp gittin?" diye sordum.
Karadeniz askerdeyken kendisine göre çok daha tecrübesiz askerliğe yeni başlamış birisi ile arkadaş olmuşlardı. Ermeni olan arkadaşı birçoklarına göre daha Türk'tü. Operasyona çıktıklarında Karadeniz arkadaşının çadırını kuruyor, yardım istediği her konuda ona yardımcı oluyordu. Arkadaşı nasıl olsa bana yardımcı oluyor diye Karadeniz'e her konuda güvenmeye başlamış, kendi sorumluluklarını Karadeniz'e yıkmaya bile başlamıştı. Yağmurun bardaktan boşalırcasına yağdığı bir gün Karadeniz uyku tulumumun içine girip yatıp uyumuş, arkadaşının her tarafta kendisini aramasına, bağırıp seslenmesine rağmen cevap vermemişti. Karadeniz'i sorduğu diğer askerler ise "görmedik, bilmiyoruz" diyorlardı. Bulamayacağını anlayan arkadaşı ise o gün başının çaresine bakmış ertesi gün Karadenize tavır alıp onunla konuşmamıştı. Karadenizin kendine ihanet ettiğini düşünüyordu. Karadeniz ise kimseye bağımlı yaşamaması gerektiği, her koyunun kendi bacağından asılacağı dersini arkadaşına vermek istemişti. Çok zaman sonra arkadaşı Karadeniz'e gelip "o gün ne yapmak istediğini anladım" deyip teşekkür etmişti.
Aslında sana bu olayı anlatmamam gerekiyordu. Bugün ki davranışımın nedenini kendin düşünüp bulman gerekiyordu demişti Karadeniz. Bana hayat dersi vermek için böyle davranmıştı demek!!!
İlk okul veyahut ortaokula gidiyorduk. Saatler gece yarısını gösteriyordu. Babam, abimi ve beni sıcacık yatağımızdan kaldırıp, kocaman bir tarlanın ucunda bulunan evimizin yanına götürmüştü. Ben babamın yanında duruyorken abime "tarlanın diğer ucuna kadar koşarak gideceksin ve ordan eline bir kesek alıp koşarak geri döneceksin" demişti babam. Abim biraz düşündükten sonra babam tarafından verilen bu görevi yerine getirmek için koşmaya başlamış karanlıkta gözden kaybolmuştu. Bir zaman sonra yürüyerek elinde bir kesekle geri dönmüştü. Sıra bendeydi. Çok aşina olduğum bu tarlada ayağımda terliklerle karanlıkta koşmaya başlamıştım. Bize neden gece yarısı böyle bir şey yaptırdığını sorgulayamacak ve gözümüzde mutlak otorite sahibi bir tanrı gibi gördüğümüz babamıza itiraz edemeyecek kadar küçüktük. 10-20 metre kadar uzaklaşmıştım ki "Haccecan kızım tamam geri dönebilirsin" demişti. Cinsiyetimden ve yaşımdan dolayı bana ayrıcalık tanımış, tarlanın diğer ucuna kadar koşmama gerek kalmamıştı. Babama göre bu cesaret sınavından başarı ile geçmiştim. Abim ile beni kıyasladığında, abime göre daha cesaretli, atak ve gözü kara olduğum kararına varmıştı. Babam, cesaret sınavına tabi tuttuğu, bize hayat dersi verdiği o geceden övgüyle bahsetti yıllarca. Ben ise o geceyi tekrar tekrar hatırlattığı ve bunu birde marifetmiş gibi anlattığı için babama, hayata, herkese ve herşeye karşı öfke duyuyordum.
Karadeniz kimseye güvenmemem gerektiğini bana öğretmek için beni dağın başında öylece bırakıp gitmişti. Bunu öğrendikten sonra bütün öfkemle Karediniz'e vurmaya başlamış bir yandan da "bak hele Allah'ın odunu gelmiş bana hayat dersi veriyor!" diyordum. Odun!!! Odun!!! Odun!!! Rastgele vuruyordum Karadeniz'e. Öfkem dinmek bilmiyordu. Karadeniz ise hiç tepki vermiyor, bu tepkisizliği ve vurdumduymazlığı beni daha çok çileden çıkarıyordu. Benim attığım yumruklara karşılık vermediği için kendisininin kontrollü ve şiddeti sevmeyen birisi olarak tanımlamıştı üstelik. "Sen beni tanımıyor musun? Seni öylece bırakıp gidebilir miyim?" diyordu.
Tanımıyorum, tanıyamıyorum seni Karadeniz. Sürekli değişen ve anlam veremediğim bir ruh halin var. Gerçek karakterinin ne olduğunu hiç anlayamadım ve sanırım anlayamayacağım. Kimseye güvenmemem gerektiğini bana öğretmek için beni öyle bırakmıştı ha!! Issız yollarda karşılaştığı bütün adamlara tecavüzcü Coşkun muamelesi yapan, gece çadırında yatarken ve yalnız kaldığı her an yanından çakısını ayırmayan, herkese karşı kuşku ve şüphe ile yaklaşan, her an birilerinin kendisine zarar verebileceği şüphesini aklının bir köşesinde sürekli bulunduran Haccecan'a kimseye güvenmemesi için bir hayat dersi verilmişti. Haccecan'ın ihtiyaç duyduğuda tam da böyle bir hayat dersiydi işte!!! Haccecan'ın sevmeye, sevilmeye, güvenmeye, güvenilmeye ihtiyacı vardı seni koca aptal!!! Sana koşulsuz şartsız güvendiyse güvenini kaybetmemen için çabalaman gerekiyordu. Beni bırakıp giderken içimde yaşadığım hayal kırıklığı, terkedilmişlik, yalnızlık, çaresizlik hisselerini unutabilmem mümkün değil. Kimseye güvenmemeyi bana öğretmek için yaptıkları kalbime ve beynime "seni her an terkedebilir, seni her an yarı yolda bırakabilir, seni hayat dersi verilmesi gereken birisi olarak görüyor, sana ders vermek için canının ne kadar çok yanıp yanmayacağını düşünmeden her şeyi yapabilir, Karadeniz'e bile güvenmemelisin!" olarak yazılmıştı. Öyle ya! Kimseye güvenmemelisin diyen insana bile güvenilmeyecek bir dünyada yaşıyorduk. Aşık olmak; güvenmek için yeterli değildi.
Kadın ile erkeğin eşit olduğunu düşünen iki cinsiyet arasında ki fizyolojik farktan başka bir farkın olmadığına inanan Karadeniz erkek arkadaşına ve bana aynı hayat dersini vermişti. Erkek arkadaşı bunun için kendisine teşekkür etmişti ama ben teşekkür etmedim, etmeyi de düşünmüyorum. Orda hissettiklerimi ve hissettiklerimden dolayı içimde oluşan öfkeyi unutabilmem, yok sayabilmem mümkün değil. Erkek arkadaşıyla, ben aynı kişi değildik, Karadenizle olan ilişkimizin boyutu aynı değildi.
Karadeniz'in beni tabi tuttuğu sınavdan başarıyla geçmiştim. Tek eksiğim esas likya yolundan değilde dozerle yeni açılmış araç yolundan yürümeye devam etmemdi. O yol üzerinde de kırmızı-beyaz işaret olduğunu, doğru yolda ilerlediğimi söylememe rağmen, bu gerekçem Karadeniz tarafından dikkate alınmamıştı. 100 puanlık sınavında 10 puanımı kırmıştı.
Karşı cinsle arkadaşlık ve dostluk dışında ilişki kuramayan, karşı cinse yaklaşamayan Karadenize, çadırda yanında yatarak fazlasıyla yaklaşmıştım. Sabah çadırından bir hışımla çıkmış, nasıl davranacağını ne diyeceğini bilemeyen Karadeniz asabileşmiş ve hırçınlaşmış; beni dağ başında bırakarak cezalandırmıştı. Banada hayat dersi vermek için öyle davrandım diyerek asıl davranışını kamufle etmeye çalışmıştı. Bunu o gün anlayamamış, gerçeği anlayabilmek için çok zaman geçmesi gerekiyordu.
Davranışlarıyla bana babamı hatırlatan Karadeniz'e bu düşüncemi söylediğimde bunu nedense hakâret olarak algılamış, kendisine vururken "odun!" dememi kendisine yakıştıramamıştı. İnsanlara kaba ifadelerle hitap etmenin gönülden gönüle giden yolu kapattığını söyleyecekti çok zaman sonra.
O gece yaşananlardan ve kirli çamaşırların ortaya dökülmesinden sonra Karadeniz'in çadırında uyuyakalmıştım. Karadeniz beni uyandırdıktan sonra çadırıma gidip yattım. Bir gün daha böyle bitmişti.
Yazıyı buraya kadar okuyan kıymetli okuyucu. Gözümde çok değerlisin. Yazıyı kısaltmaya çalışıyorum ancak olmuyor. Bir günü ikiye bölüp yayınlarsam yazı anlamsızlaşacak gibime geliyor. Günlük değilde haftalık yazmadığım için şükretmelisin bence :)))
Likya yolu ilgili burada güzel bir yazı var.
kıymetli okuyucu olarak tanımladıklarının arasında umarım bende varımdır:)) tamam biraz gıcıklaşıyorum ama olur o kadarcık:)
YanıtlaSilkimsenin uzun yazılarını okuyacak ne zamanım ne tahammülüm olmaz lakin istisnalar her daim vardır ve ben bu uzun yazılardan muzdarip değilim:)
bende karadenizin sana yaptığının bir benzerini eşimin sayesinde yaşamıştım..o da bana fazlaca nazlı büyütülmüş biri olarak buna benzer bir dersi vermiş ama nazın yerine, hırçınlığın verdiği güçle minnet etmeden dersine karşılık vermiştim..
ee ne demişler çivi çiviyi söker:))
Sen kıymetli okuyucunun yanısıra baş okuyucum ünvanınada sahipsin allımorlu :)))
YanıtlaSilDüşünceni söylemen, itiraz ettiğin konuları dile getirme ihtiyacı hissetmen gıcıklığından değil kişilik sahibi olmandan kaynaklanıyor canım...
yazılarımın sıkı takipçisi olmandan dolayı mutlu ve gururluyum...
Erkeklerin bir çoğu kendilerini kadınların hocası olarak görüyor sanırım :)))
Merhaba, ilk ziyaretim bu blogu ve yazilari okuyabilmek icin daha cooook ziyaret edecegim. Guzel paylasimlarda bulusmak dilegi ile, sevgiler.
YanıtlaSilYazar cok tesekkurler...
YanıtlaSilSelamlar SevalHatice