Görev Beni Çağırıyor... Seni de...

14 Ekim 2010 Perşembe

Likya Yolu (23.10.2009)

Yağlıboya Resimler,Yağlıboya, Resimler, en, güzel, deniz, manzara, sahil, kaya, kız, yelkenli, mabi,

Akşam ped almak için merkeze gitmeye gönüllü olmuştum. Ülker Hanım pedi bana verdiğinde merkeze gitmeme gerek kalmamıştı ancak ortada yapacağım dediğim bir söz vardı. Bunu yerine getirmeliydim. Sabah erkenden uyandım ancak kalkmak istemiyordum. Karnım ağrıyor, kendimi halsiz, yorgun, bitkin, gergin, su ile doldurulmuş balon gibi hissediyordum. Söz namustu!! Kalk Haccecan. Kalkıp, giyindim. Çadırımdan çıkıp tesisin lavabosunda elimi yüzümü yıkayıp kendime biraz şekil verdikten sonra yürümeye koyuldum. Yokuşu çıkarken arkamdan bir adam geldiğini farkettim. Kim di bu? Sabahın bu erken saatinde yolda yürüdüğüm için beni orta malı sanıp taciz ederse hazırlıklı olmalıydım. Ya bana tecavüz etmeye çalışırsa ya sesimi kimseye duyuramasaydım!! Bu tenha, hiç bilmediğim yollarda kime sesimi duyarabilirim ki? Tecavüzcü arkamdan sinsice yaklaşıp ağzımı burnumu kapatıp beni çalılıklara sürükleyebilirdi. Biraz yavaş yürüyeyim de adam önüme geçsin bari. Gözümün önünde durması daha iyi. Cebimde ki çakıyı sıkı sıkı tuttum. Bana bir şey yapmaya çalışırsa hiç açımadan onu delik deşik edebilmeliydim. Yazdığım bu senaryoyla korkudan kalbim güm güm atıyor, iyi niyetle selam bile verse çığlık çığlığa "imdattttt, imdattttt Karadenizzzzzz!!!" diye bağırabilirdim. Adam sabah işine giden ekmeğinin peşinde olan garibin tekiydi. Başka yola sapıp gözden kaybolduğunda rahatlamış, kimsenin olmadığı bu yollarda her an tetikte olacak şekilde yürümeye devam etmiştim. Az gittim, uz gittim, dere tepe düz gittim. Büyükçakıl'a geldiğimiz yolları hatırlamaya çalışarak merkeze ulaşmaya çalışıyordum. Pansiyon ve otellerle doluydu her yer.  Sabah okuluna gitmek için yollara düşmüş öğrencilere bankamatiğin yerini sordum. Tarif etttikleri yollarda dolana dolana nihayet bankamatiği bulmuş, para çekmiştim. Şimdi bir market bulmalıydım. Yürürken kaldırıma teşhir amaçlı konulmuş üzerinde o yörenin isminin yazılı olduğu buzdolabı süslerini gördüğümde gözlerim ışıldadı. Karadeniz'de yoktu. Rahat rahat bakıp alabilirdim. Yanlarına gidip incelemeye başladım. Şunu mu alsaydım, bunu mu alsaydım? Yok o çok kaba... Yok bunu da beğenmedim. O kadar buzdolabı süsünün içinde nihayet iki tanesini seçtim ve almak için dükkana yöneldiğimde dükkan sahibini bulamadım. Dükkanın sağına soluna baktım, ilgilenecek kimseyi bulamadığımdan süsleri yerine koyup yoluna devam ettim. Buzdolabı süsü alamadan koca tatili bitirdim. Hiç adetim değildi böyle bir şey... Nasıl böyle oldu anlamadım!!!
Ana cadde üzerinde alış veriş yapabileceğim açık bir market bulup içeri girmiştim. Küçük hazır paketlerde bulunan kahvaltılık peynir, yağ, reçel ile  elma, nar, hazır konserve, bisküvi, meyve suyu, süt derken iki kocaman poşet taşımak için yük çıkarmıştım. Poşetleri aldıktan sonra marketten çıkıp bir pastaneden sabah kahvaltısı için börek de aldıktan sonra anneme kontör gönderebilmek için bir telefoncuya doğru yöneldim. Önümden geçen arabanın içinde ki bir kadının bana el salladığını fark ettim. İki gündür bikiniyle gördüğüm Rus kadınını kıyafetleriyle bir arabanın içinde gördüğümde onu tanıyamamıştım ancak bana el sallayan bu kadına el sallamakta sakınca görmemiştim. Araba önümden gittikten sonra onun kim olduğunu hatırlayabilmiştim.  Telefoncudayım. Güler yüzlü, konuşkan, ilgili bir adamdı telefoncu. Aramızda geçen diyalogları hatırlamıyorum ancak Karadenize bu adamı anlattığımda adamın ilgili tavırlarından hoşlanmadığını hissettirmiş, ona karşı daha mesafeli olmam gerektiğine dair sözler söylediğini hatırlıyorum.
İhtiyacımız olabilecek her şeyi aldıktan sonra Büyükçakıl'a doğru tekrar yürümeye başladım. Gün iyice aydınlanmış, herkes sokağa çıkmıştı. Büyükçakıla doğru tekrar yola koyuldum. Sabahki korkularım kafamın içinde ki ücra, tenha yerlerine geri çekilmişti. Poşetler yürüdükçe ağırlaşıyordu, mens olduğum için yorgunluğumu daha fazla hissediyor, içten içe öfkeleniyor, yürüdükçe artan vücut sıcaklığım ve ter beni bunaltıyordu. 
Büyükkçakıl'a vardığımda Karadeniz yanıma gelerek beni karşılamiş, elimde ki poşetleri almıştı. Hiç konuşmamıştık. Çadırını çoktan toplamış, aldığım erzakları çantasına yerleştirmeye uğraşıyordu. İki poşet malzeme çantaya kolay sığacak gibi değildi. Fazla alış veriş yaptığımı düşünüp pişman olmuştum. Çadırımı toplamak içimden gelmiyor, bugün sırtımda o eşşek ölüsü ağırlığında ki çantayla yürümek istemiyordum. Merkeze gidip geldiğim için zaten çok yorulmuştum. Kıvrılıp yatmak, sıcak şeyler içip, uyumak istiyordum.  Karadeniz bütün her şeyi toparlamış, şezlonga uzanmıştı. Yanında ki boş şezlonga uzanıp, "bugün hiç yürümek istemiyorum, kendimi yorgun hissediyorum" dediğimde "yooo tembellik yok, bugün yürüyeceğiz" dediğinde yürümekten başka bir şeçeneğimin olmadığını düşünüp istemeye istemeye çadırımı toplamaya başlamıştım. Cesaretimi toplayarak özel günüm de olduğumu söyleyip anlayışlı davranmasını isteyebilirdim ancak bu konu yüzünden bana ayrıcalık göstermesini istemiyordum. Adet olmak biz kadınların kaderiydi. Vücudumuzdan oluk oluk kan akması karşısında halsiz olmamız, yorgun düşmemiz, bu dönemde hormonlarımızın alt-üst olması nedeniyle gergin, sinirli olup, intihara daha meyilli bir ruh haline girdiğimizi erkekler bilse ne olurdu ki? Nasıl olsa hiç anlamayacaklardı... Onlar için hep mız mızcı, dır dırcı, zayıf, korkak ve duygusal varlıklardık!! Bu hali ancak yaşayan bilebilirdi. Hem bu özel durum yüzünden bana hiç ayrıcalık tanınmamış, ayrıcalık tanınmasınıda zayıflığım yüzünden acıyor diye algılayacaktım. Ergenliğe adım attığım zamandan beri utanılacak, saklanılacak bir hal olarak öğretilmişti bize.  Kimse görmemeli, duymamalıydı... Dizime kadar çamurun içinde ağrıdan, acıdan kıvranırken tarlada bamya toplayarak geçimini sağlayan ırgattım bir zamanlar. Okuyup elime ekmeğimi alıp maaşımla Likya Yolunu yürümeye başladıysam bir zamanlar ırgat olduğumu unutacak değildim!!! 
Biz kadınların en büyük eksiği işte buydu... Acılarımızı, sıkıntılarımızı anlayabilecek kadar hassas erkek çocukları yetiştirmiyor, her acıyı, sıkıntıyı şikayet etmeden, neler hissedip düşündüğümüzü belli etmeden şikayet etmeden yaşayıp, ölüyorduk.
Çadırımı topladıktan sonra eşyalarımı ve aldığım nar ile elmaları çantama yerleştirmiştim.  Ülker ve Bayram çiftiyle birlikte aldığım börekleri yiyerek kahvaltımızı yapmıştık. Bilgisayardan yürüyeceğimiz yolun uydu görüntülerine bakıp, gideceğimiz yolları öğreniyorduk. Fotoğraf makinamla tesislerinin, çevrenin fotoğraflarını çekmiştim. Ülker ve Bayram çifti Karadeniz'le benim aramızda ki ilişkinin boyutunu tam olarak anlayabilmiş değildi. Sevgili olsaydık aynı çadırda kalırdık, arkadaş olsaydık bu kadar mesafeli ve ölçülü olmazdık. Karadenizle benim aramızda ne olduğuna biz bile anlam ve isim veremiyorken onların anlam verememesine şaşırmamalıydı. Karadeniz'e göre ayrı çadırlarda yatıyor olmamız arkadaş olduğumuzun kanıtıydı.
Ülker Hanım, Bayram Bey ve Büyükçakıl'la vedalaştıktan sonra iki günün ardından tekrar yollara düşüyoruz. Yürürken Bayram Beyin üst katına lojman yapılmasından dert yandığı caminin önünden geçiyoruz. İki gün önce su toplamış ayağımı kasdederek "ayağın nasıl?" diye soruyor Karadeniz. "İyi, senin ayağın nasıl?" diye soruyorum. Oda "iyi" yanıtını veriyor. Karadeniz iki gündür ayağımla yakından ilgilenmişti. Merkeze gidip Silverdin alıp gelmiş, kremi ayağıma sürüp sürmediğimi sorup durmuştu. Bir keresinde ayağıma kremi kendisi bile sürmüştü. Ayağıma kremi sürdükten sonra "bende senin ayağına süreyim" diyerek bende onun ayağına krem sürmüştüm. Çok iyi arkadaşlar arasında olağan şeyler bunlar... Kimse gocunmasın!!! Su toplamış yaraların kenarlarından iğneyle delik açıp su baloncuğunun içindeki suları boşaltıyor, krem sürerek ayaklarımıza bakım yapıyorduk. Suyu boşalmış deriyi kopartmak, altından yeni bir derinin oluşmasını sağlamak için ayak derimize fırsat vermemiz gerekiyordu. Karadeniz içi boşalmış, buruş buruş olmuş bütün derileri tırnak makasıyla kesip atmıştı. Benimkinide kesmek istediğinde yürüyüşte ayakkabının içinde hava almayan yaranın kabuk bağlaması zor olacağından ayağım daha kötü olur düşüncesiyle izin vermemiştim. Şu an keşke kesmesine izin verseymişim diyorum. Şu an ayağımın altında ki su toplamış derilerin hepsi nasır şeklinde sert bir kabuk görünümündeler. Manavgat'a gitmemi söyleyip duran Karadeniz çektiğim restten sonra "özgür bir insan olduğumu, kendi kararımı kendim verip aldığım kararın sorumluluğunu taşıyabileceğimi" söylemeye başlamış, artık yürüyüş boyunca Manavgata gitmelisin demeyecekti. Restim işe yaramıştı. Hah şöyle hizaya gel...
Karadeniz askerde iken, kısa bir süreliğine jandarma karakolunun komutanlığını yapmak için görevlendirilmiş komutanı er olarak görev yapan askere "5 günlük operasyon boyunca ne yaptınız?" diye sorduğunda er asker kendine ait şive ile şu cevabı vermişti: " Bir şey yapmadık gomutanım. Yimek yidik yürüdük, yürüdük, yimek yedik, uyuduk" deyip herkesi güldürmüştü. Karadenizi yıllar öncesinde güldüren bu olay Likya yolu yürüşü boyunca "Yimek yidik, yürüdük, yürüdük, yimek yedik, uyuduk" sözlerini söyleyip yüzümüzde tebessüm oluşmasını sağlıyordu. Yaptığımızın askerlikten bir farkı yoktu zaten. Vatan görevini yerine getiriyordum.
 Sert dallı maki ormanlarının olduğu dağ yollarından ilerliyerek devam ediyorduk. Karnım ağrıyor, gergin bir halde, içten içe öfkelenerek, kendimi zorluyarak yürümeye devam ediyordum. Tarihi taştan bir mezarın yanında Karadeniz fotoğraf çekinmek istediğinde onun fotoğrafını çektim ve tekrar yürümeye devam ettik. Ayağımızın altında ki kayaların üzerindeki kırmızı beyaz likya yolu işaretlerini takip ederek ilerliyorduk. Bacak boyunda ki taş basamaklardan kah batonumdan destek alarak kah ellerimle kayalardan tutarak aşağı iniyordum. Bacağımı bu kadar açmaktan rahatsız olmuştum. "Ped kayarda kan dışarı taşarsa! birde çamaşır yıkamakla mı uğraşacaktım. Zaten kıyafetlerimin bir çoğu kirliydi, temiz çamaşırları idareli kullanmalıydım!" Karadeniz ceylan gibi sekerek gidiyorken ben peşinden yerlerde sürünen tosba gibi ilerliyordum. 10-20 metre aşağısı kayalık olan ince patika bir yolun bazı yerleride kopmuştu. Duvardaki güvenli görenmeyen halata tutunarak bu dar taş yoldan geçmek gerekiyordu. Karadeniz bir çırpıda geçmiş, sırtımda ki çantayla oradan geçemeyeceğimi anladığında çantamı almak için geri dönmüştü. Çantamıda almıştı ancak burdan geçme cesaretini gösterebilmemi sağlayacak  testosteron hormonu mens döneminde daha fazla salgılanan östrojen ve progestoron  hormonlarının etkisi altında sinip kaldığından bende cesaretten eser yoktu. Burdan düşüp öleceğim!!! Karadenizin yardımlarıyla ölmeden, bir tarafımı kırmadan burayıda geçmiştim. Likya yolu yürüyüşünden sonra burda yaşadığım korku yüzünden benimle uğraşıp duran, dalga geçen Karadenize şunları söyleyebilmek isterdim. Sendeki testosteron hormonunun yarısını benim vücudum salgılasa değil Likya yolu bütün dünyayı yürürdüm ben beee!!!
Burdaki dar yolu geçtikten sonra mavi tişörtlü, beyaz şapkalı bir turist yanımıza gelmişti. Tek başına Likya yolunu yürüyordu. Dış işlerinden sorumlu Karadeniz turistle İngilizce konuşmaya başlamış; Turist adam Karadenizde ki kitap ve haritayı inceleyerek suyun olmadığı yerler hakkında bizi uyararak,  bizimle vedalaşıp yanımızdan ayrılmıştı. Dağın koyuklarında ki tarihi mağaralarda ateş yakılmış, mağara duvarları is içindeydi. Alemci ve mangalcılar buralarıda katletmişlerdi. Tarihe verdiğimiz bu önemi görünce duygu seline kapılıyorum. Karadenize orda çektiğim bir fotoğrafını çok beğeniyorum. Gökyüzünü fon olarak kullandığım bu fotoğrafta Karadenizin arkasında mavi gökyüzü ve deniz, alaca dağlar ve beyaz bulutlar varken eliyle belinde ki kemerini tutmuş, başındaki şapkası yüzünün bir bölümünde gölge oluşturmuş, bu gölge ona gizem sağlamıştı. Harika bir fotoğraf... Ben çektim onu... Çok güzel çekmişim... Maşallah bana...
Koyda ki tesise vardığımızda etrafa şöyle bir göz gezdirip yürümeye devam ettik. İndiğimiz mesafe kadar tırmandıktan sonra nispeten daha düz patika yollardan ilerliyorduk. Bir zaman sonra mola vermek için  gölge bir yerde durmuş çantalarımızı çıkartıp yaslanmıştık. Karadeniz ile yanyanaydık. O anda o yerde ve yanyana olduğumuz için mutlu olduğunu gözlerinden okuyabiliyordum. 
 Dağları tırmanarak ilerlemeye devam ediyoruz.  İyiden iyiye enerjimin bittiğini hisderek, sızlanmadan yürümeye devam ediyordum. Dağ yamaçlarından kayaların üstünden yürüyerek, yer yer atlayarak, yer yer tutunarak ilerliyordum. İlk günlere nazaran yürümekte çok zorlanmıyordum ancak mens olduğum için kendime duyduğum güven ve enerjim azalmış, yorgun, halsiz,  hareket yeteneğim kısıtlanmış olduğundan yürümekte epeyce zorlanıyordum. 
Nihayet bir koya varıyoruz. Karadenizle aramızda hiç bir diyalog geçmediği halde ortak hareket ediyorduk. O bana söylemeden ne yapacağımızı, nerede duracağımızı, nerede mola vereceğimizi anlıyordum. Koy; dalgaların getirmiş olduğu çöplerle doluydu. Alabildiğine naylon poşet,  kola,su, meyve suyu, boya, yağ kutuları, araba lastiği, odun parçaları..... Ortalık plastik ve teneke  cehennemini andırıyordu. Karadenizin yaktığı ateşe yanabilecek bütün çöpleri getirip atıyorduk. Ortalığı yanan ateşten çıkan kapkara duman kaplamıştı. Koyu temizleyelim derken havayı kirletiyorduk. Çöplerin bu şekilde durması mı daha iyiydi yoksa yanması mı daha iyiydi karar veremedim. İçi hava dolu plastik şişeler ateşte yanarken patlıyor etrafa ateş sıçratıyordu. Bir saatten fazla uğraştığımız halde çöplerin çeyreğini bile imha edememiştik. Karadeniz denizin hemen kenarına oturmuş, bana "çöp yakma işini artık bırak" diyordu. Gelip Karadenizin yanına oturduğumda üzerine oturduğumuz tahta parçası sallanmaya başlamıştı. Beni kaldırıp sallanan tahta parçasının altına taş koyarak zemini sağlam bir hale getirmişti. Ayakkabılarımızı ve çoraplarımızı çıkartıp ayağımızı denize sokmuştuk.  İkimizde gülüyorduk. Gülmemiz için bir ortada bir sebep yoktu ancak 32 dişimizde görünüyordu. İyice açıkmış ve yorulmuştum. Ordan kalkıp çantamın yanına gitmiş, meyve suyu ve bisküvi alıp geri dönmüştüm. Bu atıştırmadan sonra hava iyice kararmadan çadırlarımızı kurmaya başlamıştık. Civarlarda yerleşim yeri yoktu. Likya yolunu yürüyenlerin mola verdiği ve kamp kurduğu belli olan bir alanda çadırlarımızı kurmuştuk. İklimin, beslenme alışkanlığımın, bütün hayatımın birden değişmesi ve sürekli katı gıdalar yemem nedeniyle 8 gündür büyük abdestimi yapamıyordum. Ciddi bir kabızlık problemi yaşıyordum. Üstüne üstük birde mens olmuş, şişlik nedeniyle patlamak üzere olduğumu hissediyordum. Birisi bana bir iğne batırsa balon gibi pıssss diye hava inecek gibiydim. Kamp alanından baya uzaklaşıp, beni kimselerin göremeyeceği bir yer aramak için dolanıp durdum. İşte burası!! Kuytu bir yere girdim. Her gün evde veya iş yerinde hazır, bol suyu olan tuvaletlerde wc ihtiyacını görmenin önemini anla ey okuyucu!!! Yarım saat ıkınıp durdum. O kadar ıkınmaya bir çocuk bile doğurabilirdim desem abartmam. Neyse ki sonunda mutlu sona kavuşmuş, rahatlamış, mutlu mesut kamp alanına geri dönmüştüm.
Kamp için ateş yakıp, bir şeyler atıştırdık. O akşam Karadenizin taşıdığı çikokremi kaşık kaşık ekmeğime sürüp yedim. Sıcak ve şekerli bir şeyler yiyip içmek beni rahatlatmıştı. Ateşin başında oturuyorduk. Karadeniz "Yarın yüzer miyiz?" diye sorduğunda  tekrar "benim için deniz sezonu kapandı" deyip Karadeniz'e baktım. Anlamamış bir ifadeyle susması karşısında "Hala anlamadın mı? Sabahtan beri içim dışıma çıktı" dediğimde nihayet anlamış "hayır olamaz!" sözleri döküldü dudaklarından.  "Ne olamaz?" diye sorduğumda konuyla alakası olmayan başka bir şeyin olmamasından rahatsızlık duyduğunu belirten sözler söyleyip konuyu değiştirmeye çalışıp, anlamazlığa vurmuştu.  Sabah yürümek istemediğimi söylediğimde beni dikkate almayıp mensli iken yürüttüğü için kendisini suçlu hissetmişti ancak bunu kabul edemeyecek kadar gururlu olduğundan konuyu hemen değiştirmişti. Bu gururlu ifadelere ve sözlere o kadar çok aşinaydım ki... Kendini istediği kadar saklasın,  istediği kadar içinde farklı şeyler hissediyorken dilinden sert ve kırıcı sözler dökülsün... Onun ne demek istediğini çok iyi anlıyordum. İstediği kadar kadınlar, aşk, hayat, bilim ve her konu hakkında kitap okusun. İstediği kadar bütün okuduğu kitapları ezberlesin, yalayıp yutsun, istediği kadar yeri geldiğinde söylenebilecek en etkili sözleri söyleme yeteneğine sahip olsun... Okuyan değil,  hisseden ve yaşayan bilirdi. Karadeniz hiç bir kadını yaşamadığından bilemezdi. Hissetme konusunda ondan daha fazla yeteneklerle donatılıp yaratılmıştım. Hissedebilmek; kadınlara her ay mens ile çektiğimiz büyük acıya karşılık mükafat olarak verilmişti.
O gece bir daha konuşmamış, çadırlarımıza girip bir günü daha geride bırakmıştık. 

1 yorum:

  1. keşke yanında anason taşısaydın regl ağrılarına birebir..diğer sorunun içinde sinamekinin iyi geldiğini okumuştum..eğer böyle bir yolculuğa tekrar çıkmayı düşünürsen 2 tarafı kapalı çay süzgeçleri var süzgeç ve bitki taşı bari.yazık yani kolay mı o ağrıya dayanmak!! tarifsiz bir ağrıyı erkeklerin anlaması olanaksız sonuçta..

    YanıtlaSil

Yorumlarınızı Bekliyorum