Görev Beni Çağırıyor... Seni de...

19 Ekim 2010 Salı

Likya Yolu (24 Ekim 2009)


Uyandığımda gün çoktan aydınlanmıştı. Gökyüzüne doğru yükselen güneş;  çadırımın içini hamam gibi sıcacık yapmıştı. Sırılsıklam terlediğimi farkedip üzerimde ki kapşonu çıkartmış, çadırımın dış tentesinin fermuarını açmıştım. Mis gibi ılık ve temiz hava içeriye girmiş, biraz olsun serinlememi sağlamıştı. Karadeniz hala çadırındaydı. Ben çadırımdan çıkmadanda dışarı çıkmayacağı aşikardı. Dinlenmem için beni kendi halime bırakmıştı. Güneş bu kadar yükseldiğine göre saat sabah 09:00-10:00 arasında olmalıydı. Çadırın içinde uyanık halde biraz daha yattıktan sonra dışarı çıkmıştım. Wc ihtiyacı için yine uygun bir aramak için dolanmaya başladım. Gün ışığında görünmemek için çok daha fazla yol alıp dolaşmam gerekiyordu. Kamp alanımızın çok uzağında, karşı kıyıda tek başına bir adamın balık tuttuğunu farkedip görünebilirim ihtimaline karşılık farklı bir yer aramaya koyuldum. Uygun bir yer bulup wc ihtiyacından sonra kamp alanına döndüm. Karadeniz denizde eline yüzünü ve kirlenmiş pantalonunu yıkamıştı. İçme suyumuzun çok azaldığını, bugün yürürken su sıkıntısı çekeceğimizi söylediğinde "karşı kıyıda bir adamı balık tutarken gördüm, içmek için su bulup bulamayacağımızı bize söyleyebilir ve yahut yanında fazladan su varsa belki bize verebilir" demiştim. Karadeniz deniz kıyısında ki kayaların üzerinden atlayarak adamın yanına gittiğinde bende onları izliyordum. Ne konuştuklarını duymuyordum.  Bu adam kimdi? Güvenilir birimiydi? Karadenizle ikimizin yalnız olduğunu öğrendiğinde bize bir kötülüğü dokunurmuydu?  Belkide Karadeniz'e balık tutan adamı gördüğümü hiç söylememeliydim. Adam hakkında kafamda senaryoları yazıp tek kişilik kafa içi sahnesinde oynarken, Karadeniz geri dönmüştü. Civarda  su bulabileceğimiz yerde yoktu, adamda  suda yoktu. Başımızın çaresine bakacaktık. Kaş'tan aldığım kahvaltılıkları ekmekle birlikte yedikten sonra çadırlarımızı toplamaya başladık. Karadeniz çok az yemişti. O az yediği için bende "çok mu yiyorum acaba!" düşüncesiyle birlikte yemeye devam ettim. Yemeğin ardından Karadeniz çabucak çadırını toplayıp ilerde bir kayanın üzerinde beni beklemeye başladı. Onu bekletmemek için acele etmeye başlamış, çadırımı toplayıp, çantamı hazırladım ve tekrar yürümeye başladık. Sert maki ormanlarının arasından yokuş tırmanarak yürüyorduk. Karadeniz özel günüm nedeniyle dinlenmem için geç kalkıp yola düştüğümüzü söylüyordu. "Kaç gün sürüyor?" diye sorduğunda "değiştiğini bazen 5 gün, bazen 6 gün, bazen 7 gün sürdüğünü" söyledim. "İşiniz zor!!" demişti. Yürüdükçe içten içte öfkeleniyor, sırtımda ki çanta gittikçe ağır gelmeye başlamıştı. "Ya işimiz zor, sen bunlardan bi haber yaşamaya devam et! Bu mızmızcı, dırdırcı Haccecan'ın neler hissettiğini neler yaşadığını bilmeden yaşadın ve yaşamaya devam edeceksin. Hormonlarımın biri yerle bir olurken biri tavan yapmaya devam edecek ve bu gitgeller arasında  bocalayıp duran ben olacağım. Tepemde güneş, altımda vıcık vıcık bir ped, bu işkenceye neden katlanıyorum ki ben!!"  
İçimdeki seslerin hepsi ayaklanmış, bu ayaklanmaya bende ortak olmuştum. Öfkeden çıldırıyordum. Az gidip, uz gitmeye ise devam ediyorduk. Karadeniz almış başını gidiyordu. Ara ara oturup beni bekliyordu, aramızda ki mesafe kapandığı zaman bazen  dinlenmem için bana zaman tanıyordu bazen ise dinlenemeden yürümeye devam ediyorduk. " Ohhh beni bekleyeceğim ayağıyla o oturup dinleniyor, ben dinlenemiyorum. Adâlet mi, hâk mı bu? Onun kocaman bacaklarıyla attığı bir adım benim iki adımıma denkti. Üstelik şimdi ped kayacak korkusuyla Osmanlı yürüyüşü gibi iki adım ileri atıyor, bir adım geri geliyordum. Pozitif bir ayrımcılığı hak ediyorum ben. Anayasa'da özel günler için kadınlara ayrımcılık tanınsın!"
Yürüdükçe ağzım-boğazım kurumuştu. Yudum yudum su içip kısıtlı suyumuzu idareli kullanmaya çalışıyordum. Karadeniz buradaki yazdığım yazıyı kasderek; " bu yaşadığımız  gerçek  susuzluğa örnektir. Şişenin dibinde ki suyu içtikten sonra su bulup bulamayacağını bilmeden yürümeye devam edeceksin. Baş başa kaldığın susuzluk ve  su bulamamanın yaşatacağı çaresizlik hisleriyle başedip edemeyeceğini şimdi öğreneceksin.  Akşama kadar aç dolaşıp ezan okunduktan sonra masada hazırlanmış yemeklerle tıka basa karnını doyurmakla (oruç tutmakla), su veya yiyeceği bulup bulamayacağını bilmeden her an bitebilir korkusuyla yemenin-içmenin arasında büyük bir fark vardır" dedi.
Kendisine kızmam için elime bir gerekçe daha vermişti. Bloğuma yazdığım olaylar bana özeldi. O an öyle düşünmüş, öyle hissetmiş ve yazmışım. Ordan okuduğu satırlarla bana ders vermeye çalışması, yazdıklarımı bana koz olarak kullanması hoşuma gitmemişti. Benim o yazıda dert yandığım esas konu aç olmam değil yalnızlıktı. Bende yoklukla, zorlukla büyümüştüm. Açlığı da bilirim, yokluğu da.  Ha orucun faydalarını bilerek ve inanarak çok mu bilinçli tutuyorum, orucun bana kazardırması gereken değerleri kazanıyor muyum? Tartışılır... Orucu amacının dışında tutan yüz binlerce insan olabilir, orucu tutmadığı halde tutuşuyormuş gibi davranan ve yahut orucu tutmadığı halde tutanlara saygı göstermeyen, oruç tutanları küçük görenler olabilir,  sözde esnaf ramazan ayını fırsat bilip zam üstüne zam yapabilir,  dini bayramları tatil bayramı olarak gören insanlar olabilir ancak bu amaç dışı davranan insanlar orucun farz kılınma nedenine zerre kadar zarar veremez. Niyetinde ve amelinde sahih olanlar amacına ulaşıyor zaten.  Milyarlarca insanı likya yolu gibi yollara düşürüp susuz ve aç bırakamayacağımıza göre nefis terbiyesini aynı anda milyarlarca insana uygulamanın başka bir yolu olduğunu söyleyen varsa ortaya çıksın... 
Deniz kenarında ki dağların kenarından yürümeye devam ediyorduk. Aşağıda bir yat demir atmış, yatın etrafında insanlar yüzüyordu. Yürüyerek koya indik. Karşımızda yatı görebiliyorduk. Karadeniz tarihi su sarnıcının içine ipin ucuna bağlanmış kutuyu sarkıtıp su çıkartmış, suyun içilemeyeceğine kanaat getirmişti. Su kirli görünüyordu. Susuzluk büyük problem olmaya başlamıştı. Yürürken vücudumuz büyük oranda ter olarak su kaybediyordu. Kaybettiğimiz suyu takviye etmezsek hastalanabilirdik. Yattan yüzerek kıyıya gelip güneşlenen adamlara bize su verip veremeyeceklerini sormuştu Karadeniz. Yatta su olduğunu, bize verebileceklerini söylediler. Lazım olur diye yanımda taşıdığım ayakkabı bağını Karadeniz'e vermiştim. Su karşılığında vereceği parayı poşetin içine sarmıştı. Yata yüzerek gidecek, verdikleri suyu kendine bağlayıp, yüzerek geri dönecekti.
Karadeniz yata en kısa mesafeye kadar yürümüş ve yüzmeye başlamıştı. İnşallah başına bir şey gelmeden gidip gelir. Yatı gözlüyordum. Karadeniz yanımda yokken biri bana saldırırsa diye çakımı elimde tutuyordum.  Dalgıçlık eğitimi almaya gelen bu adamlar, denize dalmak için uygun buldukları bu koyda demir atmışlardı. Karadeniz suyu alıp kıyıya doğru yüzmeye başladığında onun yanına doğru yürümeye başlamıştım. Oraya doğru giderken yükleri olmayan bir erkek ve bir kadın turiste rastladım. Yıkık evin önünde oturuyorlardı. Karadeniz elinde 500 gr'lık 6 adet pet şişeyle geri dönmüştü. Koli halinde olan pet şişelerle birlikte su sarnıcının yanına gelmiştik. 3 litre suyumuz olmuştu. Yüzümüz gülmeye başlamıştı. Küçük pet şişelerdeki suyu yanımızda ki 1,5 litrelik pet şişelere doldurmuştuk. Erkek ve kadın turist birazdan selam vererek oradan ayrılıp yürümeye başladılar. Ellerinde içmek için su bile olmayan turistlerin orada bulunma amaçlarını anlayamamıştım. Su sorunu da çözmüştük. Yatın o gün orada o saatte olması ve onlara rastlamamız büyük bir talihti. Şükürler olsun! Karadeniz "yürüyelim" diyecek miydi acaba!!! Yürümek istemiyordum. Taşların üzerine oturmuş, içten içe titriyordum. Göz kapaklarımın üzerine büyük bir ağırlık çöktü. Taşların üzerine uzanmış, başımın altına kapşonumu alıp gözlerimi kapatmıştım. Uyuyakalmışım. Yatak konforunun taşların üzerinde yatarkende yaşanabileceğini öğreniyorum. Uyanıp etrafıma bakındım.  Gözlerimle Karadenizi aradım. Ortalıkta görünmüyordu. Nereye kaybolmuştu ki? Aman Haccecan boşver uyumaya devam et. Sana gidiyorum demediyse merak etmeye gerek yok demektir. Gözlerim kapalı ancak uyuyamıyordum. Nerede ki bu Karadeniz? Kalkıp oturdum. Beklemeye başladım. Nihayet görünmüştü. Karşıda ki dağların arasından yürüyerek geliyordu. Başına buyruk, hesap vermeyen, kendi halinde takılan bir yanı vardı.
Çantalarımızı sırtlayıp tekrar yürümeye koyulduk. Patika dağ yollarından yürüye yürüye terkedilmiş evlerin bulunduğu bir mezraya geldik. Karadeniz evde kimsenin olup olmadığını anlamak için çantasını bırakmış, burada beklememi söyleyip eve doğru yürümeye başlamıştı. Evde kimse yoktu. Evin yanında bulunan su sarnıcından boş şişeye su doldurmak için geri dönmüş suyu süzmek için şalımı alıp geri dönmüştü. Süzerek doldurduğu şişedeki su temiz görünmesede mecbur kalırsak kullanabilmemiz için yanına almıştı. Karadeniz'in tedbirli ve işini sağlama alan bir yapısı vardı. Keskinci Karadeniz, suyu doldurmakla uğraşırken çikolata kaplı bir bisküviyi yemeye başlamıştım. Karadeniz'in yemek molası vermeye niyeti yoktu. Başımın çaresine bakmalıydım. Bir kaç bisküvide ona ayırmıştım ancak yememişti. Oradan ayrılıp yürümeye devam ediyoruz. Geç saatte yürümeye başlamış ve uzun bir mola vermiştik. Bugün çok yol kat edemedik. Çadır kurduğumuz kamp alanına kadar yürüdüğümüz yolları ve konuşup konuşmadığımızı hatırlayamıyorum. Bu arada beni kızdıracak veya dikkatimi çekecek bir şey söylememiş olmalı... Kızdırsaydı yazacak bir kaç kelime bulur onu burada yerden yere vurabilirdim. Hele kızdırsaydı varya iç sesimden cevapları alırdı. 
Güneşin batmasına yakın daha önce kamp kurulduğu belli olan ormanlık bir alanda çadırlarımızı kurmaya başladık. İlk önce gidip pedi değiştirmeliyim. Sabahtan beri bezini doldurmuş bebekler gibi yürümüş, pişik olmama ramak kalmıştı. Uygun bir yer arama-bulma-ped değiştirme eylemlerinden sonra kamp alanına tekrar döndüm. Karadeniz çadırını kurduğu halde yağmur yağmış gibi varsayıp, çadırın içine su girmemesi için yapılması gerekenleri anlatmaya başlamıştı. Çadırının etrafında ayağıyla suların geçmesi için oluk açıyor, eğiminde yardımıyla suyun bu kanalcıklardan akıp gideceğini söylüyordu. Çadırın dış tentesinin çivilerini ayrı ayrı takmış, yağdığı varsayılan yağmur suyunun iç tenteye uzak kalmasını sağlıyordu. Çadırını yağmura karşı kale gibi hazırlamıştı. En iyi eğitim görsel eğitimdi. Bunları ne kadar anlatırsa anlatsın göstererek anlatmak gibisi olamazdı. Kamp ateşimizi yakıp ateş başında ki yerimizi almıştık. Üzerine oturmamız için iki tahtanın altına taş koymuş, tahtaların üzerine oturmuştuk. Tahtanın üzerinde rahat edemediğim için yere diz çöküp oturmuştum. Patlıcan kızartması konservesini ateşte ısıttıktan sonra afiyetle yemiş, kaynattığımız su da ballı çaylarımızı yudumluyorduk.  Hırçın, asabi, dokunmayın yakarımlı Karadeniz gece karanlığıyla ortaya çıkmıştı. Benden yüksekte oturan Karadenizin yanında ateşte sinip oturuyordum. ( Bir şeyler konuştuk ancak hatırlamıyorum.  Kendimi hep zavallı görüp etrafa mazlum, masum, zayıf, zavallı gibi görünmeye çalışan bir yanımda var sanırım. Yazının başından beri Karadenizi kara beni ak yapıp durdum... ) Ateşi söndürüp çadırlarımıza çekildik. Bir gün daha böylece bitti...
Yok daha bitmedi. Kandırdım seni okuyucu... Çadırımda uyku tulumumun içine binbir zahmetle girmiş, uyumakla uyanıklık arasında gidip geliyorken yamacında çadır kurduğumuz tepeden paldır küldür bir ses gelmişti. "Karadenizzzzz sesi duydun mu?" diye sorduğumda "duydum" deyip çadırından çıkmıştı. Çadırından çıktığını duyduğumda bende çadırımdan çıktım.  Elinde ki el fenerini sesin geldiği yere doğru tutmuştu. Karanlığı delip geçen ışığın istikametine baktığımızda görünürde hiç bir şey göremedik. Karadeniz "bir şey yok, yabani bir hayvan geçerken kayayı aşağıya yuvarlamış olmalı" deyip çadırına doğru yöneldi.  Çığlık çığlığa öten baykuş sesini duyduğumda da ürkmüştüm ancak baykuş olduğunu öğrendikten sonra korkmayı bırakmıştım. Baykuştan bir zarar gelmezdi nasılsa! Bu kayayı yukardan aşağıya kim yada kimler düşürmüştü?  Yabani bir hayvansa, yanımızdaki yiyeceklerin kokusunu almış vede gelmişse; biz uyurken saldırırsa! Yok yabani hayvan değilde kötü niyetli adamlar kaya yuvarlamışsa ve bize zarar vermeye kalkarsa! Ya bana tecavüz ederlerse! Aman Allah'ım... "Karadeniz bu akşam yanında yatacağım bekle beni" dedim. Matımı ve uyku tulumumu alıp çadırımın fermuarını kapattım ve Karadenizin çadırına yerleşmeye başlamıştım. "Şuna bak ciddi ciddi gelip yerleşiyor çadırıma"  demişti. Konuşup dursun. Kapıdan kovsa, bacadan girerdim çadırının içine.  Uyku tulumumun içine girdim, götümü de Karadenize dönüp rahat rahat uykuya dalmıştım. Hep şu mens yüzünden. Korkak, pısırık, zavallı Haccecan ortaya çıkmıştı. Testestoron hormonunun salgılanıp herkese kabadayılık yaptığım, palazlandığım, horozlandığım günler çok geride kalmıştı. Yoksa yuvarlanan taşla korkacak biri değildim ben!!!
Kalkan'da ki pansiyonda çift kişilik yatağı olan odayı vermeye kalktıklarında tepkime karşılık, "biz kendimizi biliyoruz, çift kişilik yatak olsada sorun olmaz" diyerek yan yana yatmayı olağan karşılayan Karadeniz için küçücük çadırda yan yana yatmamızın sorun olup olmayacağını şimdi görecektim. 

2 yorum:

  1. Akşama kadar aç dolaşıp ezan okunduktan sonra masada hazırlanmış yemeklerle tıka basa karnını doyurmakla (oruç tutmakla), su veya yiyeceği bulup bulamayacağını bilmeden her an bitebilir korkusuyla yemenin-içmenin arasında büyük bir fark vardır" dedi.

    böyle bir yolculuğa çıkarken geçeceği yerlerde su bulamama düşüncesiyle tedbirli davranıp fazladan su bulundurmamak ile oruç tutup akşamda karnını doyuracak sofrayı hazır bulan insan arasında gerçekten alakasızlık açısından büyük ve komik bir fark var:PP

    kuyulara bişeyler sarkıtmak,şallarla su süzmek,sağdan soldan su bulmak için dil dökmek büyük iş mi yoksa kuru çayda boğulmak mı bu kişiden kişiye,bakış açısına göre değişir..
    mesela ben kuru çayda boğulmak olarak gördüm bunu..

    çok gıcık yorum yapıyorum haa:))ben bile kendime gıcık kapıcam nerdeyse:PP

    YanıtlaSil
  2. Okudum ama çok yoruldum ya. Kendimden biliyorum paragraf yapınca yazı kopmuş gibi oluyor ama bunda öyle olmadı, gayet keyifliydi ama yorucuydu da. Uzunduu :)

    YanıtlaSil

Yorumlarınızı Bekliyorum