Sabah uyandığımda hava soğumuş, yağmur çiseliyordu. Vücudum ve bacaklarım ağrıyordu ancak bu ağrı o kadar olağan bir hal almıştı ki, ağrıyı normal bir durum gibi algılamaya başlamıştım. Çadırımdan çıkmadan üzerimi değiştirmeli ve çadırımı toplamaya başlamalıydım. Daha sonra da kahvaltımızı yapıp yürümeye başlayabilirdik. Ben bunları düşünüp uğraşırken Karadenizde kalkmış, çadırını toparlamakla uğraşıyordu. Çadırımın dışında dün ki taşıdığım yiyecek poşetlerini geri istediğinde "Eminmisin? Poşetleri taşıdığının lafını bana edersen!" diyerek poşetleri geri vermemek için diretirken "çok uzatma!" der gibi "off!"layarak kolunu çadırımın içine uzattı ve çadırımın kenarında bulunan poşetleri aldı. Ah canım gördün mü, dün bana hayat dersi vermek için poşetleri bana taşıtmış, dersini verdikten sonra poşetleri geri almıştı. O kıyamaz ki bana zaten!!! Giyindikten sonra dışarı çıkıp, çadırımı toplamaya başladım. Sonra, civarın fotoğrafını çektikten sonra tesisin sahibi ve eşinin yanına gittik.
Kamp alanının genç sahibi daha önce market işletiyorken iflas etmişti. Dedesinden miras kalan bu toprakların Likya Yolu güzergahı üzerinde bulunduğunu öğrendikten sonra burada kamp alanı açarak gelip, geçen turistlerin çadır kurabileceği, yemek yiyip, duş alabileceği bu kamp alanını açmıştı. "Henüz kâr elde edemedim ama bir kaç yıl içerisinde kâra geçebileceğimizi umut ediyorum" diyordu. Eşiyle bu ıssız yerde yaşamaya başladıklarından gördükleri insanlar sadece yürüyen Likya yolu sakinleriydi. Alış veriş yapabilmek için şehire kadar botla gidip geliyorlardı.
Kamp alanının genç sahibinin dedesinin dedesine ait 200 yıllık tarihi evin önünde Karadeniz ve genç işletmeciye fotoğraf çektim. "Kahvaltı yapmayacak mısınız?" diye soran işletme sahibine "Hayır teşekkürler" demişti Karadeniz. Ne! Kahvaltı yapmayacak mıyız? Neden ve niçin? Niyeeee? Güzel bir kahvaltı fırsatı bulmuşken neden bu fırsatı tepiyorduk ki? Bu soruların hiç birini Karadeniz'e sormadım, orda kendisine itiraz bile etmedim. Biraz daha kamp alanında oyalandık ve işletme sahipleriyle vedalaştıktan sonra yola koyuluyoruz. Düz, dümdüz, düpedüz ve de gündüz yollarda yürüyoruz. Hava bulutlu. "Yağacağım, hazırlıklı olun" diyordu gökyüzü. Yürümeye devam ederek "Yağarsan yağ, bize engel olamazsın" diye cevap vermiş, kapalı havaya aldırmadan yürüyorduk. Kainatın ortasında iki zerre kadardık, herşeyden ve herkesten bağımsız yürüyorduk. Arada aç olduğum ve karnımın sırtına yapıştığı aklıma geliyor, Karadeniz'e öfke duymaya başlıyordum. Ancak Karadeniz bana yine ders vermek istiyor ve yahut beni açlıkla imtihan ediyor diye açlık üstüne tek kelime bile etmiyordum. Bu sefer ki imtihandan puanımı kırması için ona fırsat vermeyecek, 100 puan almak için elimden gelen her şeyi yapacaktım.
Yer yer Karadeniz'in yanında, yer yer arkasından onu takip ederek yürüyordum. Çok farklı ve güzel bir coğrafyası vardı yürüdüğümüz yolların. Bakmaya doyulacak gibi değildi. Sırt çantası omuzlarımı acıtmış ve çok yorulmuştum. "İlerde ki ağacın altında biraz oturalım mı?" diyerek Karadeniz' den yanıt gelmesini beklemeden ağacın altına doğru yürümeye başladığımda beni takip etti. Çantamı çıkartmadan uygun bir kayanın üzerine oturdum. Ulu, büyük ağaçlar kim bilir nelere şahit oldular? Kimler gelip kimler geçti bu yollardan? O gün içimde tarif edilemez bir hüzün vardı, tıpkı şimdi olduğu gibi. Açlıktan mı acaba! O zaman da açtım, şimdi de açım. Açlığın insanı mahsunlaştırdığı bir gerçek! Hüzün arada gelip üzerime örtünür. Her duyguyu olduğu gibi hüznü de doyasıya yaşıyorum.
Yanıbaşımızda ki yıkık ev hakkında konuşmaya başlıyoruz. Taşları eskiden nasıl üst üste koyup yıkılmamasını sağlıyorlardı ki? Günümüzde çimento kullanılıyordu, eskiden harçta ne kullanmışlardı? Kimler yaşamıştı bu evde? Bir zamanlar yaşamış vakti gelince göçüp giden insanların yaşadıkları yerle bağlantılarının hiç bitmediğine inanırım. Onlar çoktan ölüp gitmiş olsada sizi bir his, bir duygu çepe çevre sarıp sarmalar, "bende bir zamanlar burada yaşadım!" diyen sesleri kulağınıza fısıldar sanki. Ama kulağım ağır işitir ki benim. Cep telefonumda konuşurken yanımdaki insanın kolaylıkla duyabileceği sesi bile duymakta zorlanan ben yüzyıllar önceden gelen fısıltıları nasıl duyayım? Sizi duyamasamda hissediyorum. Yaşadınız, güldünüz, ağladınız, sevdiniz, sevildiniz, seviştiniz, nefret ettiniz, savaştınız, barıştınız, mağdur oldunuz, zalim oldunuz, tecavüze uğradınız, tecavüz ettiniz, ektiniz, bitçiniz, yediniz, yediğinizi çıkardıktan sonra benim gibi keyif duydunuz, hastalandınız, öldünüz, ölenin arkasından ağladınız, gidenleri kalbinizde taşıdınız... Hayat denen bu kervanı geçmişten alıp geleceğe taşıdınız. Ama geçmişte yaşadınız ve orada kalmalısınız. Geçmişi ve geçmişte yaşayan insanları düşündüm, yaşadıkları üzücü olayları düşünüp üzüldüm, elimden bir şey gelmeyeceği aklıma geldiğinde üzülmeyi bıraktım. Çok geçmiş zaman değil; dedemin babası bile Haccecan diye birisinin kendi soyundan geleceğini bilmiyordu ve de hiç bilmeyecekti. Geçmişte kimse beni bilmedi, benim için üzülmedi, sevinmedi. Gelecekte de kimse "bir zamanlar Haccecan diye birisi yaşamıştı" diyerek beni düşünmeyecekti. Oturduğum kayanın üzerine oturup "kimler geldi, kimler geçti!" diye düşünen insanlar fısıltılarımı duyar gibi olacak ancak fısıltıya bir anlam veremeden düşüncelerini "şimdi ne yesem acaba?" diye değiştirecekler; tıpkı benim gibi... Hepimiz içinde yaşadığımız zamana aidiz ve saniyelik düşünce değeri kadarız.
Su sarnıcının yanında dururken taş merdivenlerde elinde testisiyle inen antik genç bir kızı ve kalbinde taşıdığı yavuklusunu hayal ediyordum. Sevdiği adam savaşa gitmiş ve dönmemiştir. İçime bir sızı oturuyor. Orada gerçekten savaşta ölen sevgilisinin yasını tutan bir kız yaşadı mı bilmiyorum. Bilmediğim halde orada neden öyle düşünüp, böyle bir hayal kurdum onu da bilmiyorum. Yoksa kulağıma fısıldananlar bunlar mıydı? Off Haccecan, bırak şimdi onları sen kendi haline üzül. Yanında ki Karadeniz seni sabahtan beri aç aç yürütüyor. Yiyecek poşetlerinide karnını doyurabilecek bir şey bulamaman için taşıyacağım diye aldı. Şimdi hapı yuttun işte!!!
Bedenen dinlenmek için oturduğum yerden zihnen yorularak kalkıyor ve tekrar aç karnına yürümeye devam ediyoru(m)z. Yağmur ufak ufak yağmaya başladığından yağmurluğumu giyiniyorum. Karadeniz kızkardeşinin ödünç verdiği askeri pançoyu çantamın üzerine geçirdikten ve kendi çantasını da yağmura karşı pançosunu geçirdikten sonra yürümeye devam ediyoruz. Karadeniz ıslak kayaların üzerine basarken kayıp düşmemem için dikkatli olmam için beni uyarıyor. Kayıp düşmem ama inşallah açlıktan bayılırımda sende vijdan azabından ölürsün!!! Biraz daha yürüdükten sonra elma yiyip yemediğimi sorduğunda masum ve mazlum bir bakışla birlikte yerim anlamında başımı salladım. Elinde ki elmayı ikiye koparıp yarısını bana verdi. "Aç karnına elma ile doyulur mu?" diye düşünme okuyucu. Yiyecek yoksa doyulur, doyulurmuş, doymuş gibi sanılırmış... Yarım elma gönül alma... Çabuk biten diğer bütün güzel şeyler gibi yarım elmada çabucak bitmişti. Elmanın verdiği enerjiyle daha saatlerce yürüyecektim.
Yağmur şiddetini arttırdı. Ayaklarım ıslanmıştı. Ayakkabıma yapışan çamurlar yüzünden yürümekte zorlanıyordum. Likya yolu işaretlerini de kaybettik. Doğru yolun nereden devam ettiğini anlayabilmek için kırmızı beyaz işareti arayıp duruyoruz. Karadeniz doğru yolu bulduğunda bana seslendi, sesin geldiği yöne doğru gidip Karadeniz'in peşinden yürümeye devam ediyorum. Düz yollar bitip dağ yollarında yürümeye başlıyoruz. Karşımıza bir erkek bir bayan turist ve birde rehberden oluşan bir ekip çıkmıştı. Amerikalı turistler İstanbulda yaşayan rehberlerinin eşliğinde yolu yürüyorlardı. Sırtlarında ufacık, tefecik çanta vardı. Yükleri çok hafifti. Onları kıskanmamak ne mümkün!! Ayak üstü biraz sohbet ettikten sonra yürümeye devam ediyoruz.
Tatlı su kaynağının deniz ile buluştuğu yerde küçük bir gölet oluşmuştu. Karadeniz göletin içinde yıkanmak istediğini söyledikten sonra bana bakıp bu düşüncesinden vazgeçmişti. Ben kirli iken yıkanmak istemediğinden ve yahut benim yanımda yıkanmaktan çekindiğinden bu fikrinden caymış olmalıydı. Biraz daha yürüdükten sonra biraz mola vermek için çantalarımızı çıkarttık. Ayağımda ki çamurları temizlemek için büyükçe bir kayanın üzerine çıktım. Her fırsatta bulunduğum ortamın en yüksek yerine çıkma huyum burada da nüksetmişti. Karadeniz biraz sonra "orada ne işin var? neden çıktın?" diye sorduğunda "seni gözetlemek için çıktım!!" diye yanıt verdim. Kayanın üzerinden inip çantamın yanına gittiğimde bir şeylerin ters gittiğini anladım. Her tarafta ıslak mendil ve tuvalet kağıdı atığı vardı. Havayı biraz kokladıktan sonra çantamı koyduğum bu mekanın insanlar tarafından tuvalet olarak kullanıldığını anladım. "Olamaz ya!!! Şu koskaca alanda bula bula burayı bulup çantamı çıkartmışım. Şansımın ta dibine tüküreyim!" diye söylenmeye başlayarak çantamı oradan almaya çalıştığımda Karadeniz de gülerek yanıma gelmiş ve çantamı tuvalet olarak kullanılan mekandan almama yardımcı olmuştu. Çantama ilk bir saat dokunurken içim kalktı. Tiksindim o çantadan. Sırtımda taşırken zaten canıma okuyordu. Çok canımı sıkmaya devam ederse atarım onu denize. Hiç acımam!.. Yolun ortasını tuvalet olarak kullanan bu insanlarıda esefle kınıyorum. Turistlerin bu konularda fazlasıyla rahat olduğunu duymuştum zaten. Başkalarının olup olmadığına aldırış etmeden yolun ortasına tuvalet ihtiyaçları için oturabiliyor, kabak gibi görünmekten rahatsızlık duymuyorlardı. Ulan ben wc ihtiyacı için dakikalarca yürüyüp yol kenarından uzaklaşıyor, nerede kuytu, çalılık gibi görünmemi engelleyecek yer varsa oraları tercih ediyordum. Biraz örnek alın beni. Cık cık!!
Biraz daha yürüdükten sonra mola vermek için bir yerde konaklıyoruz. Ayakkabımı ve ıslak çoraplarımı çıkarttım. Etraftan topladığımız çalılarla ateş yakıp su kaynatıp ballı çay içtik. Matımı yere serip üzerine yayıldım. Bu molayı aç karnına yürüyerek sonuna kadar hak etmiştim. Yayıl Haccecan yayıl! Yağmur çiselemeye başlamıştı. "Allah'ım lütfen yağmur yağmasın, ne olur" diye dua etmeye başladığımda Karadeniz yine iğneleyici ve aşağılayıcı ifadesiyle "Yağmuru Allah' mı yağdırıyor ki?" demişti. Onu duymamış gibi yaparak "Allah'ım lütfen yağmur yağmasın" diye dua etmeye devam ettim. Bu sefer duam kabul olmamış, yağmur şiddetini arttırmıştı. Yağmurun yağmasına isyan edip, offlamak yerine matımın üzerine uzanıp, başımı ellerimin arasına aldım. Sudan rahatsız olmamı gerektirecek ortada bir durum mu vardı? Yooo. Yağmur damlaları beni kağıt gibi eritemeyeceğine ve güçlü, süper Haccecan'ı bir kaç yağmur damlası yıldıramayacağına göre... Öyleyse tadını çıkar Haccecan. Yağmur damlaları tenime değdiğinde ürperiyor, içimi gıdıklayan bir duygu sarıyordu beni. Böyle bir kaç dakika yağdıktan sonra yağmur kesilmişti.
Herkesin algı düzeyi, düşünme kapasitesi, hissedebilme düzeyi, önsezileri, gördüğünü algılaması, duyduğunu yorumlayabilmesi farklı farklıydı. Herkesin mavi diye gördüğü, renk körü olan bir insan için yeşildi. Bir çok insanın çirkin olarak değerlendirdiği bir bebek annesi için dünyalar güzeliydi. Sorgusuz sualsiz, hesapsız çıkarsız Karadeniz'in peşinden yürümemi sağlayan duyguları yana yana hissedipte neden ve nasıl böyle hissettiğime bir anlam veremiyorsam şeklini şemalini bilmediğim duymadığım, görmediğim bir Yaratıcının olduğunu da kalbimde hissediyor ancak bu duygulara bir anlam veremiyordum. Karadeniz kendi duygularıda dahil herkesin duygu ve düşüncelerine karşı duyarsız ve ilgisiz davranan bir insandı. Duygularını ve hislerini yok sayan birisinin sadece mantığını ön plana çıkartarak hareket etmesi onu taşlaştırmış ve davranışlarında çelişkilere neden olmuştu. İçimde yana yana hissettiğim duyguları yok sayıp, görmezden gelmem benim de yaşayan zombi haline dönüşmemi sağlayacaktı. Yok valla onun gibi taşlaşacağıma, akılsız ama duygulu kalmayı tercih ederim. Ancak her şey zıttıyla vardı. İyinin olması için kötüye, "var"ın algılanması için "yok"luğa ihtiyaç vardı. Var olarak algıladığımı yok olarak algılayan Karadeniz'i yadırgayamam hiç bir zaman. Varlıkta, yoklukta, herşey O'nu gösteriyordu.
Mola yerinde yatıp yuvarlandıktan, yiyip içtikten sonra toparlanıp tekrar yürümeye başlıyoruz. Deniz seviyesinde su kenarından yürüyorduk. Yolu şaşırmış, dikenliklerin içerisine girmiştik. Karadeniz duvarın üzerinden atlayıp gözden kaybolmuştu. Etraftan havlayan köpeklerin sesi geliyordu. Duvarın üzerine çıkmış, inmeyi başaramamıştım. Ha atladım, ha atlayacağım derken oradan inmeyi başarmış, normal yola çıkmıştım. Üçağız limanına vardığımızda Likya yolu tabelasının altında fotoğraf çekinip, Üç ağız köyünün içinde yürümeye başlıyoruz. Köylü kadınları yaptıkları takıları ve topladıkları şifalı bitkileri sokakta açtıkları tezgahlarda satıyorlardı. Turistler otobüslerle kafile halinde gelip köyü ve civarında ki tarihi mezarları geziyorlardı. Köyde yeni yapı yapmak ve evlerine bir çivi çakılması bile yasak. Köyün içinde yürürken önümüzde yürüyen insanlara ait bir köpek; sırtımızda ki çantalarla gözüne garip göründüğümüzden olsa gerek bize havlamaya başlamıştı. Havlamayı kesip biraz yürüyor sonra geri dönüp tekrar bize havlıyordu. O havlamaya başladığında ben yerimde duruyor tedirgin tedirgin köpeğe bakıyordum. Karadeniz köpeğe sakinleştirici sözler söyleyerek düşman değil dost olduğumuzu anlatmaya çalışmıştı ama nafile. Köpek bir kere düşman bellemişti bizi.
Kemer'e gidecek yolcu otobüsü o saatte bulmamız mümkün olmadığından aracıyla bizi şehire götürebilecek birisini aramaya başladık. Ahmet adında köyde yaşayan birisi bizi aracıyla Kemer'e kadar götürüp bırakacaktı. Akşam saat 5 civarı çantalarımızı araca yerleştirdikten sonra Karadeniz şoförün yanına, ben ise arkada oturup Kemer'e doğru hareket ediyoruz. Likya yolunu, yürüyüş boyunca karşılaştığımız insanları, yaşadığımız güzel günleri geride bırakmanın hüznü çökmüştü bana. Gönlüm, aklım oralarda kalmıştı. Kemer'e vardığımızda Antalya giden yarım otobüse binip yola devam ettik. Kaç gündür duş almadığımızdan çok kötü kokuyorduk. İnşallah otobüs ahalisine de kötü kokmuyoruzdur!!! Yolda giderken çok şiddetli bir yağmur yağmaya başlamıştı. Yürüyüşümüzü tam zamanında sonlandırdığımızı düşünüyorduk. Antalya'ya terminaline vardığımızda tuvalete gidip kendimize biraz şekil verip temizleniyoruz. Manavgat otobüsüne binip tekrar yola devam ediyoruz.
Otobüste giderken kamp alanında yakışıklı turist ile Karadeniz'in yaptığı sohbet üstüne konuşmaya başlamıştık. Yakışıklı turistin iyi ilişki yaşadığı sevdiği bir kız arkadaşı vardı. Yakışıklı turist dünyayı dolaşarak Likya yolu gibi parkurlarda keşif yürüyüşü yapıyordu. Nerede konaklanır, nerelerde yürünür bunları tespit edip ülkesine dönüyor bu parkurları yürümek isteyen insanları ülkemize getirmeyi planlıyordu. Kız arkadaşına çok vakit ayıramadığından ilişkileri çatırdamaya başlamıştı. Kız en sonunda "ya işin ya ben!" diye resti çektiğinde yakışıklı turist işini seçmiş, ilişkilerini bitirmişlerdi. O gün bu gündür sap gibi geziyordu yakışıklı turist. Karadeniz ilişkisini bitirmesinin doğru bir karar olduğunu, gezmeyi seven yakışıklı turist kızı tercih etmiş olsaydı bile ilerde ilişkisini bitireceğini söylüyordu. Ben ise sevginin kolay bulunamayacağını severek ayrıldıklarını, eğer gerçekten birbirlerini seviyorlarsa işlerine saygı göstermeleri gerektiğini söylüyordum. Bazı gezilere birlikte çıkabilir, bazı gezilerini tek başına yapabilirdi. Beraber vakit geçirmek için vakit oluşturabilirlerdi. Karadeniz ise görüşünde doğru olduğunu savunmaya devam ediyordu. Bu Karadeniz akıllanmaz!! Duygularını açıklamaya çalışan sevdiği kıza "git evlen!" demiş, kızda başkasıyla evlenip kendisine bir hayat kurmuştu. O günden beride hayata küsmüş, kapı ve pencerelerini aşka kapatmıştı. "Şimdiki aklım olsa sevdiğim kızı asla bırakmaz, yanımdan ayırmaz, onunla birlikte bir ömür sürerdim" diyen kendisi değil miydi? O yakışıklı turistde, Karadeniz de bir odundu. Bunlar sevgiden, aşktan ne anlar!!!
Gece 09:00-10:00 sularında Manavgat'a vardığımızda yapay şelâlenin orada iniyoruz. Geçen senede Manavgat'a tatile geldiğim için arkadaşımın evine yürüyerek gitmeyi düşünüyor, bizi karşılamak için zahmet etmelerini istemiyordum. Karadeniz ise evlerini bulamayacağımı düşündüğünden "arkadaşlarını ara!" deyip diyordu. Karadeniz"in isteğiyle arkadaşımı aradım; biraz sonra arabalarıyla bizi almaya geldiler. Karadeniz kendisine yabancı olan kız arkadaşlarımla karşılaşacağı için tedirgin olduğunu hissediyordum. Kızların bizi nasıl karşılacağını, Karadeniz'le bu yolu neden yürüdüğümüzü açıklayacak bir cevabım olmadığından bende tedirgindim. Evlerine vardığımızda bizi sıcak karşıladılar. Dağlarda yaşadığım günlere şaşırıp, "iyi cesaret etmişsin!" diyorlardı. Karadenizi onlara arkadaşım olarak tanıtmıştım. Duş alıp, yemeğimizi yedikten sonra yatmak için hazırlanıyoruz. Yürek (arkadaşımın takma adı yürek olsun) yanıma gelip "Karadenizle aynı odada yatmamızın sorun olup olmayacağını" sorduğunda "hayır olmaz" cevabını verdim. Yürek iki kız kardeşiyle birlikte bir evde kalıyordu. Karadeniz"in yatması için bir oda vermesi durumunda bir kişiye yatacak yer kalmıyordu. Karadeniz'le ben nasılsa daha önce aynı odada kalmıştık. Şimdi "hayır aynı odada kalamayız!" demem onlara karşı saf kızı oynamaktan farkı kalmayacaktı. Yatma vakti geldiğinde Karadeniz'e "hadi yatalım, kızlar sabah işe gitmek için erken kalkacaklar" dediğimde yerinden kımıldamamıştı. Kolundan tutup çekmeye, yerinden kaldırmaya çalıştıkça inatlaşıp oturduğu koltuğa gömülüyordu. Kalkmayacağını anladığımda kendi haline bıraktım. İnatlaşarak ona bir iş yaptırmak mümkün değildi. Biraz sonra kalkıp yatacağımız odaya kendisi geldi. Tek kişilik iki yatak olan odada o gece rahat bir yatakta uyumanın keyfini çıkartarak güzel bir uykuya gözlerimizi kapattık.
Likya yolu yürüyüşümüzün sonuna geldik okuyucu. 15 gün boyunca yaşadığımız maceraları kaleme alıp yazmam neredeyse iki ayımı aldı. Likya yolunu yürüyüşümüzün üzerinden bir yıl geçtikten sonra kaleme almaya çalıştığımdan unuttuğum veya yanlış yazdığım konular olabilir. Bu konuda affınıza sığınıyorum.
Yer yer Karadeniz'in yanında, yer yer arkasından onu takip ederek yürüyordum. Çok farklı ve güzel bir coğrafyası vardı yürüdüğümüz yolların. Bakmaya doyulacak gibi değildi. Sırt çantası omuzlarımı acıtmış ve çok yorulmuştum. "İlerde ki ağacın altında biraz oturalım mı?" diyerek Karadeniz' den yanıt gelmesini beklemeden ağacın altına doğru yürümeye başladığımda beni takip etti. Çantamı çıkartmadan uygun bir kayanın üzerine oturdum. Ulu, büyük ağaçlar kim bilir nelere şahit oldular? Kimler gelip kimler geçti bu yollardan? O gün içimde tarif edilemez bir hüzün vardı, tıpkı şimdi olduğu gibi. Açlıktan mı acaba! O zaman da açtım, şimdi de açım. Açlığın insanı mahsunlaştırdığı bir gerçek! Hüzün arada gelip üzerime örtünür. Her duyguyu olduğu gibi hüznü de doyasıya yaşıyorum.
Yanıbaşımızda ki yıkık ev hakkında konuşmaya başlıyoruz. Taşları eskiden nasıl üst üste koyup yıkılmamasını sağlıyorlardı ki? Günümüzde çimento kullanılıyordu, eskiden harçta ne kullanmışlardı? Kimler yaşamıştı bu evde? Bir zamanlar yaşamış vakti gelince göçüp giden insanların yaşadıkları yerle bağlantılarının hiç bitmediğine inanırım. Onlar çoktan ölüp gitmiş olsada sizi bir his, bir duygu çepe çevre sarıp sarmalar, "bende bir zamanlar burada yaşadım!" diyen sesleri kulağınıza fısıldar sanki. Ama kulağım ağır işitir ki benim. Cep telefonumda konuşurken yanımdaki insanın kolaylıkla duyabileceği sesi bile duymakta zorlanan ben yüzyıllar önceden gelen fısıltıları nasıl duyayım? Sizi duyamasamda hissediyorum. Yaşadınız, güldünüz, ağladınız, sevdiniz, sevildiniz, seviştiniz, nefret ettiniz, savaştınız, barıştınız, mağdur oldunuz, zalim oldunuz, tecavüze uğradınız, tecavüz ettiniz, ektiniz, bitçiniz, yediniz, yediğinizi çıkardıktan sonra benim gibi keyif duydunuz, hastalandınız, öldünüz, ölenin arkasından ağladınız, gidenleri kalbinizde taşıdınız... Hayat denen bu kervanı geçmişten alıp geleceğe taşıdınız. Ama geçmişte yaşadınız ve orada kalmalısınız. Geçmişi ve geçmişte yaşayan insanları düşündüm, yaşadıkları üzücü olayları düşünüp üzüldüm, elimden bir şey gelmeyeceği aklıma geldiğinde üzülmeyi bıraktım. Çok geçmiş zaman değil; dedemin babası bile Haccecan diye birisinin kendi soyundan geleceğini bilmiyordu ve de hiç bilmeyecekti. Geçmişte kimse beni bilmedi, benim için üzülmedi, sevinmedi. Gelecekte de kimse "bir zamanlar Haccecan diye birisi yaşamıştı" diyerek beni düşünmeyecekti. Oturduğum kayanın üzerine oturup "kimler geldi, kimler geçti!" diye düşünen insanlar fısıltılarımı duyar gibi olacak ancak fısıltıya bir anlam veremeden düşüncelerini "şimdi ne yesem acaba?" diye değiştirecekler; tıpkı benim gibi... Hepimiz içinde yaşadığımız zamana aidiz ve saniyelik düşünce değeri kadarız.
Su sarnıcının yanında dururken taş merdivenlerde elinde testisiyle inen antik genç bir kızı ve kalbinde taşıdığı yavuklusunu hayal ediyordum. Sevdiği adam savaşa gitmiş ve dönmemiştir. İçime bir sızı oturuyor. Orada gerçekten savaşta ölen sevgilisinin yasını tutan bir kız yaşadı mı bilmiyorum. Bilmediğim halde orada neden öyle düşünüp, böyle bir hayal kurdum onu da bilmiyorum. Yoksa kulağıma fısıldananlar bunlar mıydı? Off Haccecan, bırak şimdi onları sen kendi haline üzül. Yanında ki Karadeniz seni sabahtan beri aç aç yürütüyor. Yiyecek poşetlerinide karnını doyurabilecek bir şey bulamaman için taşıyacağım diye aldı. Şimdi hapı yuttun işte!!!
Bedenen dinlenmek için oturduğum yerden zihnen yorularak kalkıyor ve tekrar aç karnına yürümeye devam ediyoru(m)z. Yağmur ufak ufak yağmaya başladığından yağmurluğumu giyiniyorum. Karadeniz kızkardeşinin ödünç verdiği askeri pançoyu çantamın üzerine geçirdikten ve kendi çantasını da yağmura karşı pançosunu geçirdikten sonra yürümeye devam ediyoruz. Karadeniz ıslak kayaların üzerine basarken kayıp düşmemem için dikkatli olmam için beni uyarıyor. Kayıp düşmem ama inşallah açlıktan bayılırımda sende vijdan azabından ölürsün!!! Biraz daha yürüdükten sonra elma yiyip yemediğimi sorduğunda masum ve mazlum bir bakışla birlikte yerim anlamında başımı salladım. Elinde ki elmayı ikiye koparıp yarısını bana verdi. "Aç karnına elma ile doyulur mu?" diye düşünme okuyucu. Yiyecek yoksa doyulur, doyulurmuş, doymuş gibi sanılırmış... Yarım elma gönül alma... Çabuk biten diğer bütün güzel şeyler gibi yarım elmada çabucak bitmişti. Elmanın verdiği enerjiyle daha saatlerce yürüyecektim.
Yağmur şiddetini arttırdı. Ayaklarım ıslanmıştı. Ayakkabıma yapışan çamurlar yüzünden yürümekte zorlanıyordum. Likya yolu işaretlerini de kaybettik. Doğru yolun nereden devam ettiğini anlayabilmek için kırmızı beyaz işareti arayıp duruyoruz. Karadeniz doğru yolu bulduğunda bana seslendi, sesin geldiği yöne doğru gidip Karadeniz'in peşinden yürümeye devam ediyorum. Düz yollar bitip dağ yollarında yürümeye başlıyoruz. Karşımıza bir erkek bir bayan turist ve birde rehberden oluşan bir ekip çıkmıştı. Amerikalı turistler İstanbulda yaşayan rehberlerinin eşliğinde yolu yürüyorlardı. Sırtlarında ufacık, tefecik çanta vardı. Yükleri çok hafifti. Onları kıskanmamak ne mümkün!! Ayak üstü biraz sohbet ettikten sonra yürümeye devam ediyoruz.
Tatlı su kaynağının deniz ile buluştuğu yerde küçük bir gölet oluşmuştu. Karadeniz göletin içinde yıkanmak istediğini söyledikten sonra bana bakıp bu düşüncesinden vazgeçmişti. Ben kirli iken yıkanmak istemediğinden ve yahut benim yanımda yıkanmaktan çekindiğinden bu fikrinden caymış olmalıydı. Biraz daha yürüdükten sonra biraz mola vermek için çantalarımızı çıkarttık. Ayağımda ki çamurları temizlemek için büyükçe bir kayanın üzerine çıktım. Her fırsatta bulunduğum ortamın en yüksek yerine çıkma huyum burada da nüksetmişti. Karadeniz biraz sonra "orada ne işin var? neden çıktın?" diye sorduğunda "seni gözetlemek için çıktım!!" diye yanıt verdim. Kayanın üzerinden inip çantamın yanına gittiğimde bir şeylerin ters gittiğini anladım. Her tarafta ıslak mendil ve tuvalet kağıdı atığı vardı. Havayı biraz kokladıktan sonra çantamı koyduğum bu mekanın insanlar tarafından tuvalet olarak kullanıldığını anladım. "Olamaz ya!!! Şu koskaca alanda bula bula burayı bulup çantamı çıkartmışım. Şansımın ta dibine tüküreyim!" diye söylenmeye başlayarak çantamı oradan almaya çalıştığımda Karadeniz de gülerek yanıma gelmiş ve çantamı tuvalet olarak kullanılan mekandan almama yardımcı olmuştu. Çantama ilk bir saat dokunurken içim kalktı. Tiksindim o çantadan. Sırtımda taşırken zaten canıma okuyordu. Çok canımı sıkmaya devam ederse atarım onu denize. Hiç acımam!.. Yolun ortasını tuvalet olarak kullanan bu insanlarıda esefle kınıyorum. Turistlerin bu konularda fazlasıyla rahat olduğunu duymuştum zaten. Başkalarının olup olmadığına aldırış etmeden yolun ortasına tuvalet ihtiyaçları için oturabiliyor, kabak gibi görünmekten rahatsızlık duymuyorlardı. Ulan ben wc ihtiyacı için dakikalarca yürüyüp yol kenarından uzaklaşıyor, nerede kuytu, çalılık gibi görünmemi engelleyecek yer varsa oraları tercih ediyordum. Biraz örnek alın beni. Cık cık!!
Biraz daha yürüdükten sonra mola vermek için bir yerde konaklıyoruz. Ayakkabımı ve ıslak çoraplarımı çıkarttım. Etraftan topladığımız çalılarla ateş yakıp su kaynatıp ballı çay içtik. Matımı yere serip üzerine yayıldım. Bu molayı aç karnına yürüyerek sonuna kadar hak etmiştim. Yayıl Haccecan yayıl! Yağmur çiselemeye başlamıştı. "Allah'ım lütfen yağmur yağmasın, ne olur" diye dua etmeye başladığımda Karadeniz yine iğneleyici ve aşağılayıcı ifadesiyle "Yağmuru Allah' mı yağdırıyor ki?" demişti. Onu duymamış gibi yaparak "Allah'ım lütfen yağmur yağmasın" diye dua etmeye devam ettim. Bu sefer duam kabul olmamış, yağmur şiddetini arttırmıştı. Yağmurun yağmasına isyan edip, offlamak yerine matımın üzerine uzanıp, başımı ellerimin arasına aldım. Sudan rahatsız olmamı gerektirecek ortada bir durum mu vardı? Yooo. Yağmur damlaları beni kağıt gibi eritemeyeceğine ve güçlü, süper Haccecan'ı bir kaç yağmur damlası yıldıramayacağına göre... Öyleyse tadını çıkar Haccecan. Yağmur damlaları tenime değdiğinde ürperiyor, içimi gıdıklayan bir duygu sarıyordu beni. Böyle bir kaç dakika yağdıktan sonra yağmur kesilmişti.
Herkesin algı düzeyi, düşünme kapasitesi, hissedebilme düzeyi, önsezileri, gördüğünü algılaması, duyduğunu yorumlayabilmesi farklı farklıydı. Herkesin mavi diye gördüğü, renk körü olan bir insan için yeşildi. Bir çok insanın çirkin olarak değerlendirdiği bir bebek annesi için dünyalar güzeliydi. Sorgusuz sualsiz, hesapsız çıkarsız Karadeniz'in peşinden yürümemi sağlayan duyguları yana yana hissedipte neden ve nasıl böyle hissettiğime bir anlam veremiyorsam şeklini şemalini bilmediğim duymadığım, görmediğim bir Yaratıcının olduğunu da kalbimde hissediyor ancak bu duygulara bir anlam veremiyordum. Karadeniz kendi duygularıda dahil herkesin duygu ve düşüncelerine karşı duyarsız ve ilgisiz davranan bir insandı. Duygularını ve hislerini yok sayan birisinin sadece mantığını ön plana çıkartarak hareket etmesi onu taşlaştırmış ve davranışlarında çelişkilere neden olmuştu. İçimde yana yana hissettiğim duyguları yok sayıp, görmezden gelmem benim de yaşayan zombi haline dönüşmemi sağlayacaktı. Yok valla onun gibi taşlaşacağıma, akılsız ama duygulu kalmayı tercih ederim. Ancak her şey zıttıyla vardı. İyinin olması için kötüye, "var"ın algılanması için "yok"luğa ihtiyaç vardı. Var olarak algıladığımı yok olarak algılayan Karadeniz'i yadırgayamam hiç bir zaman. Varlıkta, yoklukta, herşey O'nu gösteriyordu.
Mola yerinde yatıp yuvarlandıktan, yiyip içtikten sonra toparlanıp tekrar yürümeye başlıyoruz. Deniz seviyesinde su kenarından yürüyorduk. Yolu şaşırmış, dikenliklerin içerisine girmiştik. Karadeniz duvarın üzerinden atlayıp gözden kaybolmuştu. Etraftan havlayan köpeklerin sesi geliyordu. Duvarın üzerine çıkmış, inmeyi başaramamıştım. Ha atladım, ha atlayacağım derken oradan inmeyi başarmış, normal yola çıkmıştım. Üçağız limanına vardığımızda Likya yolu tabelasının altında fotoğraf çekinip, Üç ağız köyünün içinde yürümeye başlıyoruz. Köylü kadınları yaptıkları takıları ve topladıkları şifalı bitkileri sokakta açtıkları tezgahlarda satıyorlardı. Turistler otobüslerle kafile halinde gelip köyü ve civarında ki tarihi mezarları geziyorlardı. Köyde yeni yapı yapmak ve evlerine bir çivi çakılması bile yasak. Köyün içinde yürürken önümüzde yürüyen insanlara ait bir köpek; sırtımızda ki çantalarla gözüne garip göründüğümüzden olsa gerek bize havlamaya başlamıştı. Havlamayı kesip biraz yürüyor sonra geri dönüp tekrar bize havlıyordu. O havlamaya başladığında ben yerimde duruyor tedirgin tedirgin köpeğe bakıyordum. Karadeniz köpeğe sakinleştirici sözler söyleyerek düşman değil dost olduğumuzu anlatmaya çalışmıştı ama nafile. Köpek bir kere düşman bellemişti bizi.
Kemer'e gidecek yolcu otobüsü o saatte bulmamız mümkün olmadığından aracıyla bizi şehire götürebilecek birisini aramaya başladık. Ahmet adında köyde yaşayan birisi bizi aracıyla Kemer'e kadar götürüp bırakacaktı. Akşam saat 5 civarı çantalarımızı araca yerleştirdikten sonra Karadeniz şoförün yanına, ben ise arkada oturup Kemer'e doğru hareket ediyoruz. Likya yolunu, yürüyüş boyunca karşılaştığımız insanları, yaşadığımız güzel günleri geride bırakmanın hüznü çökmüştü bana. Gönlüm, aklım oralarda kalmıştı. Kemer'e vardığımızda Antalya giden yarım otobüse binip yola devam ettik. Kaç gündür duş almadığımızdan çok kötü kokuyorduk. İnşallah otobüs ahalisine de kötü kokmuyoruzdur!!! Yolda giderken çok şiddetli bir yağmur yağmaya başlamıştı. Yürüyüşümüzü tam zamanında sonlandırdığımızı düşünüyorduk. Antalya'ya terminaline vardığımızda tuvalete gidip kendimize biraz şekil verip temizleniyoruz. Manavgat otobüsüne binip tekrar yola devam ediyoruz.
Otobüste giderken kamp alanında yakışıklı turist ile Karadeniz'in yaptığı sohbet üstüne konuşmaya başlamıştık. Yakışıklı turistin iyi ilişki yaşadığı sevdiği bir kız arkadaşı vardı. Yakışıklı turist dünyayı dolaşarak Likya yolu gibi parkurlarda keşif yürüyüşü yapıyordu. Nerede konaklanır, nerelerde yürünür bunları tespit edip ülkesine dönüyor bu parkurları yürümek isteyen insanları ülkemize getirmeyi planlıyordu. Kız arkadaşına çok vakit ayıramadığından ilişkileri çatırdamaya başlamıştı. Kız en sonunda "ya işin ya ben!" diye resti çektiğinde yakışıklı turist işini seçmiş, ilişkilerini bitirmişlerdi. O gün bu gündür sap gibi geziyordu yakışıklı turist. Karadeniz ilişkisini bitirmesinin doğru bir karar olduğunu, gezmeyi seven yakışıklı turist kızı tercih etmiş olsaydı bile ilerde ilişkisini bitireceğini söylüyordu. Ben ise sevginin kolay bulunamayacağını severek ayrıldıklarını, eğer gerçekten birbirlerini seviyorlarsa işlerine saygı göstermeleri gerektiğini söylüyordum. Bazı gezilere birlikte çıkabilir, bazı gezilerini tek başına yapabilirdi. Beraber vakit geçirmek için vakit oluşturabilirlerdi. Karadeniz ise görüşünde doğru olduğunu savunmaya devam ediyordu. Bu Karadeniz akıllanmaz!! Duygularını açıklamaya çalışan sevdiği kıza "git evlen!" demiş, kızda başkasıyla evlenip kendisine bir hayat kurmuştu. O günden beride hayata küsmüş, kapı ve pencerelerini aşka kapatmıştı. "Şimdiki aklım olsa sevdiğim kızı asla bırakmaz, yanımdan ayırmaz, onunla birlikte bir ömür sürerdim" diyen kendisi değil miydi? O yakışıklı turistde, Karadeniz de bir odundu. Bunlar sevgiden, aşktan ne anlar!!!
Gece 09:00-10:00 sularında Manavgat'a vardığımızda yapay şelâlenin orada iniyoruz. Geçen senede Manavgat'a tatile geldiğim için arkadaşımın evine yürüyerek gitmeyi düşünüyor, bizi karşılamak için zahmet etmelerini istemiyordum. Karadeniz ise evlerini bulamayacağımı düşündüğünden "arkadaşlarını ara!" deyip diyordu. Karadeniz"in isteğiyle arkadaşımı aradım; biraz sonra arabalarıyla bizi almaya geldiler. Karadeniz kendisine yabancı olan kız arkadaşlarımla karşılaşacağı için tedirgin olduğunu hissediyordum. Kızların bizi nasıl karşılacağını, Karadeniz'le bu yolu neden yürüdüğümüzü açıklayacak bir cevabım olmadığından bende tedirgindim. Evlerine vardığımızda bizi sıcak karşıladılar. Dağlarda yaşadığım günlere şaşırıp, "iyi cesaret etmişsin!" diyorlardı. Karadenizi onlara arkadaşım olarak tanıtmıştım. Duş alıp, yemeğimizi yedikten sonra yatmak için hazırlanıyoruz. Yürek (arkadaşımın takma adı yürek olsun) yanıma gelip "Karadenizle aynı odada yatmamızın sorun olup olmayacağını" sorduğunda "hayır olmaz" cevabını verdim. Yürek iki kız kardeşiyle birlikte bir evde kalıyordu. Karadeniz"in yatması için bir oda vermesi durumunda bir kişiye yatacak yer kalmıyordu. Karadeniz'le ben nasılsa daha önce aynı odada kalmıştık. Şimdi "hayır aynı odada kalamayız!" demem onlara karşı saf kızı oynamaktan farkı kalmayacaktı. Yatma vakti geldiğinde Karadeniz'e "hadi yatalım, kızlar sabah işe gitmek için erken kalkacaklar" dediğimde yerinden kımıldamamıştı. Kolundan tutup çekmeye, yerinden kaldırmaya çalıştıkça inatlaşıp oturduğu koltuğa gömülüyordu. Kalkmayacağını anladığımda kendi haline bıraktım. İnatlaşarak ona bir iş yaptırmak mümkün değildi. Biraz sonra kalkıp yatacağımız odaya kendisi geldi. Tek kişilik iki yatak olan odada o gece rahat bir yatakta uyumanın keyfini çıkartarak güzel bir uykuya gözlerimizi kapattık.
Likya yolu yürüyüşümüzün sonuna geldik okuyucu. 15 gün boyunca yaşadığımız maceraları kaleme alıp yazmam neredeyse iki ayımı aldı. Likya yolunu yürüyüşümüzün üzerinden bir yıl geçtikten sonra kaleme almaya çalıştığımdan unuttuğum veya yanlış yazdığım konular olabilir. Bu konuda affınıza sığınıyorum.
bitti hee..ne güzeldi be haccecan..bitmeseydi daha okurdum:)
YanıtlaSileline,zihnine sağlık..ne güzel anlattın..
eee bundan sonra susucak mısın?alıştırdın okutmaya, yazmassan her dakka gelir rahatsız ederim ona göre:P