Görev Beni Çağırıyor... Seni de...

3 Ekim 2010 Pazar

Likya Yolu (20 Ekim 2009)


Bugün pansiyondan ayrılıp yürümeye tekrar başlayacağımız için erken kaltık. Boynum düne nazaran daha iyi gibi ancak yine biraz ağrıyor...Akşam ki duşta saçlarım zeytinyağından arınmadığı ve bu duş fırsatını kim bilir daha ne zaman bulacağımı bilmediğimden tekrar duşa girdim. Bu ard arda yaptığım duşların etkisini depolama gibi bir şansım olsaydı keşke. Develerin hörgücü gibi sırtımda bir kamburluk olsa ve oraya yeterli sıcaklıkta suyu depolabilseydim. Sırtımda ki bu kamburluktan duştaki fıskıye gibi bir boru çıksa ve istediğim zaman duş alabilseydim. Ay ne hoş olurdu!! Sonra sırtımda zaten eşşek ölüsü kadar bir çanta olduğu aklıma geliyor ve bu hayalimden vazgeçiyorum. Kafamdaki bu zeytinyağından arınsam yeter!!!
 Kahvaltıya indiğimde pansiyoncu anne kahvaltı tabaklarımızı mutfakta yeni hazırlamaya başlamıştı. Sabahın erken saatleri... Sokaklar bomboş... Biz yürüyeceğiz ey ahali, siz neden hala uyuyorsunuz? Kalkın çabuk!... Pansiyoncu annenin hazırladıklarını masaya getiriyorum. Karadenizin karalığı yine üstünde. Herşey yolunda yani... Karalık onun normal halimi yoksa özellikle mi böyle davranıyor bilmiyorum...  Allah ne verdiyse yemeli karnımı iyice doyurmalıyım. Kim bilir nasıl yollarda gideceğiz, hangi dağları yürüyüp, hangi olaylarla karşılaşacağız? Enerjimin iyi olması gerek. Dün malak gibi gün boyu sahilde yattığım için iyice dinlenmiştim, enerjim üst düzeyde!
Kahvaltıdan sonra Pansiyoncu anneye borcumuzu sordum. Artık cebimde para vardı. Hesapları ben ödeyebilirdim! Pansiyoncu anne hesabın ödendiğini söyledi. Karadeniz benden önce davranmıştı. İki gece için 100 Tl çamaşırlarımızıda yıkadıkları için 20 Tl  toplamda 120 tl vermişti. Beyaz çamaşırları Pansumancı kız asıp, kurutmuş ve odamıza bırakmıştı. Elleri dert görmesin.
Kahvaltı yaptıktan sonra pansiyonun önünde biraz oyalandık. Pansiyoncu anne ile fotoğraf çekindikten sonra onunla vedalaştık. Ailenin diğer üyeleri hala uyuyorlardı. 
Tekrar çantaları sırtladık. Boynuma özel muamele gösteriyordum. İnşallah daha kötü olmazdı. Pansiyona inen merdivenleri usul usul çıktıktan sonra çarşıda yürümüş, bir marketten su aldıktan sonra Kaş'a giden yola çıktık. Kalkan'ın manzara fotoğrafını çektikten sonra Kaş'a  27 Km, Antalya' ya 214 Km olduğunu gösteren levhanın önünde ayrı ayrı fotoğraf çekindik. Kaş'a kadar yürümeyi planlıyorduk. Bu sefer antik Likya Yolundan değil Kalkan-Kaş arası araç yolunun kenarından yürüyecektik. Dinlenmiş olduğumuzdan hızlı ilerliyorduk. Aralıksız 3-4 saat yürüdük. Kendimi çok iyi hissediyordum. Likya yolu boyunca en rahat yürüdüğüm yollardan birisinin bu olduğunu düşünüyordum. Yürüdükçe terlediğimden ve vücudum ısındığından boynumda gevşemiz ve ağrı hafiflemişti.  Yol asvalt ve çakıl karışımından yapılmış çift şeritli yoldu. Bazı araçlar geçerken kornayla selam verdiğinde ellerimizde ki batonu havaya kaldırarak selamlarına karşılık veriyorduk. Millet araçla biz yaya!! Onların gözlerine çok tuhaf görünüyor olmalıydık? Kendimize bu işkenceyi neden yapıyorduk ki? Yol kenarında ki kurumuş ot ve dikenler bacağıma dalıyordu. Ya yolun dışında yürüyüp dikenlerin batmasını göze alacaktık, ya da yolun asvaltlı kısmında yürüyüp aracın çarpma riskini göze alacaktık! Yol uzundu... Yolun durumuna göre bazen dikenlerin batmasını, bazen araçların çarpmasını göze alarak yürüyorduk. Yürürken arada Karadeniz  arada ben arkada kalıyordum. Yolun kenarında ki bariyerin sağından mı yoksa solundan mı yürümek konusunda kararsız kaldığımda Karadeniz'e dönüp soruyordum. Bariyerin solunda ki dikensiz yolları tercih ediyordu. Yolun sağında Akdeniz tüm ihtişamıyla görünüyordu. Bir kaç kulaç atsan ulaşabileceğin Yunan adalarını görebiliyordum. Öğle saatlerinde yolun tam karşısında görünen bir kebabçıda mola verdik. Yol ordan keskin virajla sola dönüyordu. Karadeniz toprağın üzerine oturup çantasını çıkarmıştı, ben tesisin merdivenlerinde çantamı çıkartmıştım. Sırtımdaki çantayla bir anda yere oturmakta zorlandığım için ikinci basamağa oturup çantamı çıkartmak daha kolay oluyordu. Soğuk içecek almak için tesise girdiğimde meraklı bakışlarla karşılaştım. Kimdim? Nereden geliyor, nereye gidiyordum? Bekarmı, evlimiydim? Bekarım dediğimde bekar bir oğlunun olduğundan bahsetti. Kadını kaynana olarak gözüm tutmadığından aldığım içeceklerin parasını verip oradan ayrıldım. Lokantasına gelen her bekarı oğluna eş olarak alan bu kadından ne hayır gelir ayol!!! Karadenizle konuşmak için bir malzeme olmuştu bu kadın. İçerde bekar oğluna eş arayan bir kadın beni gözüne kestirdi dediğim Karadeniz "hadi gözün aydın koca buldun" diyerek beni orada bırakıp gitmeye hevesliymiş gibi konuştu. "Aman sağol, bu kadından ve oğlundan bana hayır gelmez" diye cevap verdim. Karadenizi yoklamak için açtığım konuyu uzatmasın diye hemencecik kapattım. Hemen karşımızda duran adada ev yapıp yaşama hayalleri kurmaya başlamıştı. Keçide besleyecekti. Kurduğu hayallerine benide ortak edip etmediğini anlayamıyordum. Hayallerini söylerken bana bakıyordu ancak tek başına yaşayacağını söylüyordu. Hayallerinde olmamı ister gibiydi. Hayallerine benide ortak etmesini istediğim için mi yoksa hayallerinde olmamı istediği için bunu düşündüğümü kimbilir? Her beğendiği yerde ev yapıp yeni bir hayata başlama hayalleri kuran Karadenizi, kendisini ifade ettiği gibi hayal bile kurmayan, hayatını mantık ve plan çerçevesinde yaşamaya çalışan bir insan olarak göremiyordum. Yaşamak zorunda olduğu istemediği bir hayatı yaşadığı, kurduğu hayallerle herkesten ve herşeyden uzak bir hayatı düşlüyor izlenimi veriyordu.
Motorsikletleriyle gelen bir bayan ve bir erkek ile kısa bir sohbet yaptık. Bu çiftimizde Likya yolunu yürümeyi denemişlerdi ancak aynı gün çok zorlandıklarından dolayı vazgeçmişlerdi. Bir haftadan fazladır yürüdüğümüzü söylediğimizde şaşırmışlar, bu ağır çantalarla nasıl bu kadar yolu yürüdüğüme hayret etmişlerdi. Çantaları gören herkes aynı tepkiyi veriyordu. Şu an aynı tepkiyi verip bende şaşıyorum. Nasıl taşıdım ben o kadar yükü günlerce? Onlarla ayrıldıktan sonra Karadeniz; "bir gün yürümüş ve vazgeçmişler!! Biz kaçgündür yollardayız" diye övünüyordu.
Öğle saatlerinden sonra daha sık mola veriyoruz. Sabah ki enerjimiz yavaş yavaş yerini yorgunluğa bırakıyordu. Yol kenarında bodur bir ağacın gölgesinde mola verdik. Toprağın üstüne oturmuştum ki Karadeniz beni kaldırıp kendi matını açıp altımıza sermişti. Bunu ilk defa yapmıştı. Daha önce neden yapmadığını, bugün matını açmayı neden gerek gördüğünü bilmiyorum. Karadeniz çantasından yiyecek bir şeyler çıkarmış onları atıştırmıştık. Hava rüzgarlıydı. Üzerimde ki uzun kollu gri kollu tişört ter içindeydi. Üşümeye başlamıştım. Hasta olmamak için tişörtümü değiştirmem gerekiyordu. Karadenize "arkanı dön tişörtümü değiştireceğim" dedim. Kaç gündür plajlarda mayolu, bikinili kadınlara aşina olan Karadeniz; "tişörtünün altında sutyen yok mu? Değiştirsen ne olacak?" dedi. "Olmaz dön arkanı" dedim. Arkasını döner dönmez üzerimdekini çıkartıp yeni tişörtü giymiştim ki arkamızdan korna çalarak bir transit geçti. "Aha bak!! Araçtakiler seni gördü" dedi Karadeniz. "Hayır görmediler ben çoktan değiştirdim" dedim. "Gördüler" diye direttiğinde "Sen görmedin ya senin dışında herkes görebilir" cevabını verdim. Araçtakilerinde Karadenizinde  beni görmediğinden emindim. Benim kıllı, tüylü, yağ bağlamış çıplak vücudumun başkaları tarafından görünme derdide nedir Allahaşkına? Vücud benim vücudum, kimsenin görmesini istemiyorsam kimsede bakmamalıydı. Ardından sözü, bestesi ve müziği kendine ait yani kendi çalıp kendi söylediği, cep telefonuna kayıt ettiği bir parçayı bana dinlettiyordu. Şarkı çalarken Karadeniz denize bakıyor, yanlış anlamamam için özellikle uğraşıyordu. Yanlış anlayacağımı düşünüyorsa neden şarkıyı dinlettiriyordu ki? Parçanın güzel olup olmadığını sorduğunda "güzel olmuş" demiştim.
İyice dinlendikten sonra toparlanıp çantaları sırtladık ve yürümeye devam ettik. Virajı döndükten sonra gördüğüm manzara karşısında resmen yıkılmıştım. Altın sarısı incecik kumlardan oluşmuş harika bir plaj!! Bir saatten fazla küçücük bir ağacın altında mola verip vaktimizi orada geçirmek yerine burada çok daha güzel vakit geçirebilirdik. Çok değil 10 dakika kadar yürüsek Kaputaj plajına varacakmışız. Ama şimdi daha fazla vakit kaybetmemek için bu plaja uzaktan bakıp geçip gitmemiz gerekiyordu. Çocuk gibi mızmızlanıp, batonu yere vurmuştum. Dönüp tepkisini görmek için Karadenize bakmış;  hareketime güldüğünü gördüğümde tekrar istediğini alamamış çocuk gibi mızmızlanmıştım. Karadeniz tekrar gülmüştü. Turist dolu bir yat plaja yakın bir uzaklıkta demir atmış, turistler yüzüp güneşleniyorlardı.  Burada durup mola veremeyeceksek de fotoğrafını çekmeyecek değildim. Bir kaç kare fotoğraf çekip yürümeye devam ediyoruz. Kaş'a 13 km olduğunu gösteren tabelanın yanından geçerken Karadeniz'e fotoğraf çektim. Sabahtan beri 14 km yol yürümüştük. 
Cep telefonumla annemle görüşüyordum. Annem telefonda burada bahsettiğim tefeci olayını anlatıyordu.  Babam ölmeden önce tefeciden borç para almış, babamın ölümü üstüne borç verdiği parayı tahsil edebilmek için kendisi hapishanede iken karısını ve kızını bizim eve gönderip annemden parayı istemişti. Bu can sıkıcı konuşmayı yapıyorken rampa çıkıyordum. Nefes almakta zorlanıyordum. Anneme hiç bir para vermemesini, bayramda geldiğimde konuyla ilgileneceğimi söyledikten sonra telefonu kapattım. Karadeniz, "bu borcu ispat edecek bir belgesi yoksa borcu ödemeyin" demişti.  Ardından o zaman beraber çalıştığımız Hüthüt'le telefonla konuşmuştum. Gün boyu defalarca aramıştı, telefonum kapalı olduğundan görüşememiş, telefonumu açtığımdan annemden sonra onunla görüşmüştüm. Önemli bir konu olmuş olmalıydı. İzne ayrılan sorunlu bir personelin sorunu hakkında ne yapması gerektiğini soruyordu. Aptal kadın! Aptal kadın! Bu kadın her işi problemli olmak zorundamıydı?! Annemle yaptığım görüşmeden sonra moralim bozulmuştu, problemli iş arkadaşımın yine problem çıkartması ise üstüne gelmişti. Gerekeni söyledikten sonra telefonu kapatmıştım.  
Yürümeye devam ediyoruz. Kısa bir mola verdiğimizde yol kenarında aşağısı kayalık olan taştan ördükleri sur şeklinde ki duvarların üzerine oturmaya çalıştım. Duvarın üstüne sığmamış, rahat oturamamıştım. Çanta arkaya ağırlık yaptığından aşağıya düşeceğim korkusuyla rahat oturup dinlenememiş halde kalkıp yürümeye devam ettik. Bir süre sonra tekrar dinlenmek için sur duvarların arasına yere oturmuştum. Karadeniz ise tam karşımdaki duvara yaslanmıştı. Aramızdaki mesafe çok kısaydı, dizlerimiz birbirine değdiğinde kendimi biraz geri çektim. Karadeniz'e "daha önce mola verdiğimizde duvarın üstünde rahat oturamadım, popom sığmadı dedim" gülerek. Oda gülerek tepki verdi. Bana bu kadar yakın neden oturdu anlamadım. Sanki bir şeyler söylemek istiyor gibiydi. 
Tekrar yürümeye başladık. Ayaklarım acımaya başlamıştı. Düz yolda yürümek rahat gibi görünsede ayak sağlığı açısından hiç iyi değildi. Düz yolda yürürken ayakta aynı noktalara basınç ve sürtünme etkisi uygulanıyorken engebeli dağ yollarında üzerine bastığın değişik boyutlarda ki taşlar ayağın farklı noktalarına basınç uygulandığından ayakkabının vurması ve ayağın su toplaması riski en aza iniyordu. Kolay olarak gördüğüm düz yollar ayağımın canına okumuştu ancak belli etmemeye çalışıyordum. İlerleyen vakitlerde ayağımın tabanında ki acıyı azaltmak için yan yan basmaya başlamıştım. Karadeniz bu durumu farkettiğinde "önemli değil!" deyip yürümeye devam ettim.
Kaş karşımızdaydı ancak daha çok yol yürümemiz gerekiyordu. Güneş günbatımına doğru yavaş yavaş dönüyordu. Karadeniz burada bir araca binip yolun geri kalanını araçla gidelim dediğinden çantalarımızı indirmiş Kaş'a giden bir aracın durup bizi almasını beklemeye başladık. Kaş merkezine gittiğimizde vizyona yeni giren Nefes filmine gidip izleyelim dediğinde sevinmiştim. Asker filmi olduğundan tam Karadeniz'e göre bir film olduğunu düşünüyordum. Orada Karadeniz'den bir kaç kare fotoğraf çekmesini istedim. "Aşağıya benim hizama eğilip, karşıki dağlarıda kadraja alırsan daha iyi olur" diyerek yön vermeye çalıştım. Bekleyeli çok olmuştu ancak hala bir araç gelmemişti. Yürümeye devam edelim dediğinde oralı olmadım, ayaklarım acıyor ve yürüyecek gücüm kalmamıştı. Nihayet bir araç gelmişti. Çantalarımızı koyup, araçla Kaş merkezine kadar gittik. Arabaya binmekle doğru şeyi yapmıştık, hava kararana kadar yürüsekte merkeze varamazdık. Araç terminalinde indiğimizde şehir içinde yürümeye başladık. Deniz kenarına doğru yürüyüp, kamp yapabileceğimiz uygun bir alanın olup olmadığını sorduk. Büyük Çakıl'da yapabileceğimizi söylediler. Karadeniz çantasını bırakıp markete alış veriş yapmaya gitmişti. Bir kedicik gelip bana sırnaşmaya ve mırnaşmaya başlamıştı. Onu sevip, okşuyorken; çevredeki bana karşı meraklı bakışları hissedebiliyordum. Karadeniz gözlerinde sevgi dolu bakışlar, elinde erzak dolu iki poşetle gelmişti. Yolda ki bir amca bize Büyük Çakıl'ı tarif ediyordu. Biraz ilerideydi! Sorduğumuz başka birileri bir saatlik uzakta olduğunu söylemişti. Mesafe kavramı herkese göre ne kadar farklı ve değişkendi. Acıyan ayaklarla biraz ilerdeki mesafe çok uzak görünmüştü gözüme. Arkamızdan ingilizce konuşan bir çocuk seslendiğinde durup onu beklemiştik. Sohbeti Karadeniz yapıyordu. Yürürken batonumu yanlış tuttuğumu görmüş ve beni uyarmak istemişti. Çantanın ağırlığı yüzünden acıyan omuzlarımın acısını azaltmak için ellerimi çantanın askısı ile omuzumun arasına koyarak acıyı azaltmaya çalışıyordum. O an batonu doğru tutmayı değil, omzumda ki acıyı azaltmayı düşündüğümden batonu doğru tutup tutmadığım umrumda değildi. Yinede iyiliğim için konuşan bu çocuğa teşekkür etmek için araya girip çocuğa Türkçe bir şeyler söylediğimde çocuk yüzüme anlamsız bir ifade ile baktı. Çocukla iletişim kuramayacağımı anladığımda Karadenizle konuşmaya devam etmesi için  "sen devam et!" dediğim çocuk yine yüzüme anlamsız bakmıştı. Onunla vedalaştıktan sonra yürümeye devam ettik. Türkçe bilmeyen çocuğa "sen devam et!" dediğim için Karadeniz bana gülmüştü. Karadenizin elindeki poşetlerden birini taşımak için ben almıştım. Karadeniz elimdeki poşeti almak istedi ancak ben vermek istememiştim. İkimizin yiyeceğini neden o taşısın ki!! Tekrar ısrar ettiğini hatırlıyorum ancak benden poşeti alıp alamadığını hatırlayamıyorum. 30-45 dakika yürüdükten sonra Büyük Çakıl'a nihayet varmıştık. Hava iyice kararmıştı. Çadır kurmak için izin aldıktan sonra çadırlarımızı kurmuş ve ayakkabılarımızı çıkartıp denizde yürümeye başlamıştık. İnce kumlar ve sert taşlar yürümekten hassaslaşan ayaklarıma balyoz gibi vuruş etkisi yapıyordu. Canım çok yanmış, denize girdiğime bin pişman olmuştum. Akşam yemeği için oradaki tesise gidip masaya oturduk. Ayaklarımı başka bir sandalyeye uzatmıştım. Ayaklarımın tabanları 2 cm çapında su toplamıştı. Ayağımı gören tesis sahipleri majosist olduğumuzu söylüyordu. Bu kadar yükle, bu kadar yolu neden yürüdüğümüzü soruyorlar, benim bundan sonra yürümemem gerektiğini söylüyorlardı. Yemeğimizi yedikten sonra çadırlarımıza gittik. Ahşap şezlongların üzerindeki mavi minderlerin bir tanesini alıp matımın altına koymuştum. Rahat bir yatağım olmuştu böylelikle...   

1 yorum:

  1. senin-sizin için ne büyük deneyim..sabrın,acının,mücadelenin ve birçok şeyin birden ölçüldüğü bir yolculuk..

    YanıtlaSil

Yorumlarınızı Bekliyorum