Görev Beni Çağırıyor... Seni de...

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Daha neler!!!!


Geçen hafta öğle arası evden çıkmış işe gidiyordum. Yolda bir bey yanıma yaklaşıp selam verdi. Bende selam verip "Pardon tanışıyormuyuz?" diye sordum. "Geçenlerde otobüste karşılaşmıştık, siz bana yardım etmiştiniz ya" dedi ve kız kardeşimin çalıştığı iş yerini söyleyip, "orada bana yardım etmiştiniz" dediğinde kızkardeşime benzeterek benimle konuştuğunu anladım. Bozuntuya vermeden, "beni kız kardeşimle karıştırdınız sanırım" dedim. Nerede çalıştığımı sordu ve birbirimize ne kadarda benzediğimizi söyleyip iyi günler dileyerek yanımdan ayrıldı. Bu durumla çok karşılaştığım için pek ciddiye almadım. Yolda ben diye kızkardeşime çok kişi selam vermiş, kızkardeşim de selamları veren insanları tanımadığı için verilen selamları almamış, "yolda sana selam verdim ama selamımı almadın, bozuldum" diye çok kişinin sitemli sözleriyle karşılaşmıştım. Açıklamayı yapıp, kızkardeşime selam verdiklerini söylediğimde olay açıklığa kavuşuyordu. O beyefendiye perşembe sabah işe giderken tekrar yolda rastladım. Selam verdi ve sohbet etmeye çalıştı. Beş dakika kadar yanımda yürüdü. Kız kardeşimin çok iyi ve güler yüzlü bir insan olduğunu söylüyor, iyi olup olmadığımı soruyor, yor yor... konuşmaya çalıştı. Gereğinden fazla samimiyet gösterdiği, çok soru sorduğu ve aşırı güleryüzlü davrandığı için adam bana çok itici geldi. Sohbeti kısa kesmeye çalışıp, sorularına kestirme cevaplar verdim, sonra yanımdan ayrılıp gitti zaten. Yanımdan ayrıldığında içimden bir "oh be!!" dedim... İki saat kadar sonra odamda çalışıyorken kapım çaldı ve kapıda tekrar bu adam belirdiğinde çok şaşırdım. Yine gereğinden fazla nazik ve güleryüzlü konuşarak;
-"İki saattir sizi arıyorum." dedi ve odadan içeri girdi, masamın karşısında ki koltuğa oturdu. Ben:
-"Hayırdır? Buyrun." dedim. Adam:
-"Cuma günü vermek koşuluyla bana 50 TL verebilirmisiniz?" diye sordu. Şaşkınlığım yüzümden okunuyordu. Ben sesimi çıkartamadım, adam suskunluğum yüzünden açıklama gereği duydu.
-Acil lazım oldu, aslında kızkardeşinizden isteyecektim ama şu an ona ulaşmam imkansız biliyorsunuz" dedi. Ben;
-"Gelecek ay düğün yapacağız ve bu ay yüklü bir ödeme yaptım, bu ay bende sıkışığım, param yok, üzgünüm" dedim. Adam;
-"Yok yok, sorun değil. Böyle para istedim diye kusura bakmıyorsunuz değil mi?" dedi. Ben:
-"Yok estafurullah, sorun değil" dedim. Adam sonra "iyi günler" deyip çıkıp gitti odadan. Hemen kız kardeşimi aradım, böyle bir adam geldi ve benden para istediğini söylediğimde kızkardeşimde şaşırdı. Parayı sakın vermemi, onunla selamlaşmak dışında bir yakınlığının olmadığını , adamın kendisine de itici geldiğini söyledi.
Adamın davranışına çok şaşırdım ve sinirlendim. Yalnızca iki kere ayak üstü selamlaştığım ve negatif elektrik aldığım bir adamın benden para isteyebilme cesaretine hayran kaldım!!! "Yok estafurullah, sorun değil" dedim ama içimden öyle demedim. Büyük bir sorun kardeşim, hemde büyük bir sorun...
.......
3-4 sene önce burdan çok sevdiğim bir tanıdığımın oğlu, bir gün kapıma kadar gelip, zor durumda kaldığını, kendisine miktarını hatırlayamadığım bir tutarda borç para verip veremeyeceğimi sorduğunda, (benden neden ve nasıl para isteyebileceğini sorgulamadan) istediği parayı ona vermiştim. Evli ve şu an iki çocuk babası olan bu adama "abi" diye hitap ediyorum. Benden aldığı bu borcu vermeden, borç 2-3 sene boyunca farklı günlerde başka paralarda istedi benden. Bende her seferinde vermiştim. Şu an ki aklım olsa asla vermezdim. Ama hayır demeyi, sapla samanı birbirinden ayırmayı daha yeni öğrendim desem yeridir. Zorda kalan insana yardım etmek; sevap!! ve Allah tarafından sevilen bir davranıştı. Böyle yetiştirilmiş ve büyütülmüştüm. Şimdi beni böyle yetiştirdikleri için çok kızıyorum, bir çok konuda o kadar aptal ve cahil hissediyorum ki kendimi... Daha yeni yeni doğru ile yanlışı ayırt edebiliyorum, her gün yeni yeni şeyler öğreniyorum. Abi diye hitap ettiğim adam geçen ay yine kapıma gelip "hamile eşini doktora götüreceğini parası olmadığını, borç para verip veremeyeceğimi?" sordu. Benimde maddi açıdan zorluk çektiğimi, erkek kardeşimi Kıbrıs'a göndermek için bir sürü masraf yaptığımı, yakındada kızkardeşimi evlendireceğimizi söyleyip, param yok" dedim ama "geri getireceğim, borç istiyorum" dediğinde, önceki borç! alıp vermediği 200 TL tutarında ki parayı imâ edip, "evet bilirim önceki borçlarını verdiğin gibi bunuda borç alarak alacaksın!" dedim ve "iyi akşamlar" deyip gönderdim onu kapımdan. Borç isteyebileceği ailesi, akrabaları, abisi, ablası varken bula bula benim gibi saf birinden para istemesinin nedeni belli ama bunu bile bile ona hiç "hayır" demedim. Vefakarlık, iyilik, cömertlik; kıymet bilene, hak edene yapıldığında değer kazanıyor ve güzel oluyor. Hak edene yapılan iyilikten bir haz alınıyor-muş. Hak etmeyene yapılan her iyilik enayi gibi görülmekten başka bir işe yaramıyor... Bunu öğrenmek baya bir zamanımı aldı ama artık öğrendim. Hayır diyemeyen bu aptal yanımı öldürdüm artık. Sözünü tutmayan, borcuna sadık olmayan, duygu sömürüsü yapan, her lafına sözüne Allah'ın ismini katan insanlardan nefret ediyorum desem yeridir. Uzak durun benden...

İç ses: Kolay kolay bir şey istemem, isteme cesaretini bulabildiğim insanlar kendim gibi gördüğüm nadir insanlardır. Rahat istememeyi, kimseye boyun eğmemeyi, gerekirse aç dolaş ama gururu asla ayaklar altına almamayı öğrendim ben. Ben böyle öğrenmişken insanların bu rahatlığı olacak iş değil. Cık cık!!!

27 Mayıs 2009 Çarşamba

Yüzleşme


Bunu kendime nasıl itiraf ettiğimi bilmiyorum. Aslında itiraf edeli çok oldu da burada yazdığıma inanamıyorum. Belkide yazdıktan sonra yayınlamam...
Ben aşığım... Gerçek hayatta kendime yakın bulduğum bir arkadaşıma itiraf edeli aylar oldu bu durumu... Arkadaşım; "Kimdir, necidir?" diye sorduğunda "ne önemi var, ben seviyorum ya yeter" demiştim. Şimdi ise "yetmezmiş" diyorum kendime...
Son zamanlarda her gece rüyamda onu görüyorum. Geceleri her zorluğu beraber aştığımız, maceradan maceraya koştuğumuz, duygulu anlar yaşadığımız, bir an bile ayrılmadığım adam gündüzleri fersah fersah uzaklara gidiyor, varlığından şüphe edecek hale geliyorum. Ama beynimde onun hayaliyle konuşmaya, kavga etmeye, hayali için üzülmeye devam ediyorum. "Beynim benimle yine oyun oynuyor, benimle dalga geçiyor işte" diye düşünüyorum. İçimde iyi olan ne varsa bir hayale yüklüyorum. "Tamam işte o da bana vurgun" dediğimin günün ardındaki başka gün ise buz gibi soğuk ve uzak oluyor. Yada aslında hiç olmadığını fark ediyorum.
Aşk ile sevgiyi birbirinden ayırt etmeye başladım. Aşkın bendeki tanımı acı çekmek, üzülmek, gelmeyeceğini bile bile beklemek, gelmediğini gördüğümde üzülmek, kendimi olmayan hayallere daldırmak, olmayan hayallerin gerçekleşmediğini gördüğümde yine üzülmek.... Boş olan dünyayı daha boş hale getirip üzülüyorum, üzülüyorum, üzülüyorum... İşte benim meselem bu... Bütün duyguları doruklarında yaşıyorum. Buda beni çok yoruyor ve üzüyor...
Cılız ışık zerresini ona hitaben yazmıştım. "Gözlerinin kamaşması için, Beslemen gerek ışığı..." demiştim. Cılız ışık zerresini ben gördüm, içimde ben büyüttüm, şimdi cılız ışık koca bir ateş oldu cayır cayır yanıyorum. Ama ben artık yanmak istemiyorum. Aşk; fırtınalı bir deniz, sevgi ise; huzurlu, güvenli bir liman. Ben fırtınalı denizden kaçıp kurtulmak, güvenli, huzurlu limana sığınmayı istiyorum.
Bunları yirmi dört saat düşünüyorum. Düşünmekten yoruluyorum ama yinede hiç birşey olmamış gibi, çok güçlüymüşüm gibi davranmaya devam ediyorum. Kendimle çelişiyorum yani. Beni asıl yıkan ise bu çelişki...
Ben artık yıkılmak istemiyorum.
Fırtınalı denize bile bile atlamayı tercih ediyor bir yanım. Biliyorum ki, zoru seven ben, zorlukla baş edemediğimde yine veryansın etmeye başlayıp, başaramayacağım. Güvenli limana sığınmayı ise fırtınalı denizle boğuşmaktan daha fazla istiyorum. Şuda var ki böyle bir tercih yapma şansım yok. Aşk yakacağı zavallıyı onun haberi olmadan ele geçiriyor, "seni yakmamı istermisin?" diye sorduğu görülmüş mü?
Kızkardeşim evlilik kararını aldıktan sonra sevginin güvenli kalesi hergün gözümün önüne gelir oldu. Kızkardeşim ve beni üzen ortak konularda o fırtınalardan kaçıp hemen limanına sığınıyor, hiç bir sorun yokmuş gibi hayatına devam edebiliyordu. Çok güçlü bir silahı var artık; her bir parçası sevgiden oluşmuş güvenli bir limanı... Bu limanı bulmak içinde büyük fırtınalar atlatması da gerekmedi. Ben ise hala fırtınanın içinde çırpınmaya devam ediyorum. Kardeşimi kıskandığımı sanmayın sakın. Onun mutluluğuyla mutluyum fakat "kendi mutluluğumu hiç göremeyecek miyim?" diyede sitemkarım.
En kötüsüde bu hayal için hayatımla ilgili kararlar almam... Arkadaşların tanıştırmak istediği beyefendiyle bir olumsuzluk yüzünden tanışamadık diye mutlu oldum. Tanışsaydım kafamda ki hayâle ihanet edecektim çünkü!!! İhanet etmediğim için mutlu oldum peki ya sonrası? İşte sonrası yok....Fırtınanın içinde çırpınmaya devam ediyorum.
Yaşadığım gerçek bir aşk mı, yoksa bu da benim beynimin bana bir oyunumu ona da emin değilim aslında.
Beni böyle hayallerle yaşamaya kim mahkum ettiyse artık ona isyan ediyorum!!!...
Gerçek hayatta beni tanıyan dostlarım ne oluyor ne bitiyor diye sormasın lütfen... Ne düşünüyorsam, ne hissediyorsam onu yapar onu söylerim bilirsiniz.
Limana sığınmadan yaşadığım bu fırtına da geçecek elbet... Umarım çok hasar görmem...

26 Mayıs 2009 Salı

Yaşamın Mucizesi Kadında Saklıdır !


Bir kadının içinde neler saklıdır? Dünya var olduğu günden beri cevabı bulunamayan soruların başında kadın gelir. Her hücresinde farklı kodlar olan, yeryüzünün en çözülemeyen bilmecesidir. Yaşamın Mucizesi Kadında Saklıdır!

Henüz kadın bile kendini tam olarak anlayamamış ve kendi bilinmezliğinde boğuşurken, tıp, psikoloji, mistizm dahil hiçbir branş insan doğasının %100’ünü çözememişken; kadına kendini anlatmak çok zor.
Hemcinslerimle konuşurken, ben bile çoğu zaman anlamakta zorlanırım. Öyle büyük bir denizin dalgalarıyız ki; öyle derin uçurumlarımız var ve öylesine karışık görünen ama çok kolay, basit metotlarla yönetilebiliyoruz ki; karşı tarafı çıkmaza götüren bu olmalı.
Bir kadın, ruhunda büyük güçler taşır. Anne olsun ya da olmasın, yaratıcılık özelliğinden
dolayı üstünlüğü vardır. İnsan eşitliği gibi bir durumdan bahsetmiyorum. Orada zaten hemfikiriz. Anlatmaya çalıştığım, kadının alt beyninde küçük bir Tanrı’nın yaşadığıdır. Bu kadını Yaradan’a yakınlaştırır.
Tüm yaratıcı niteliklerini içinde barındıran kadın, sosyal hayatın karmaşasında bu özelliklerini unutur. Aslında unutmaz ancak yaşam sorumluluğu öyle büyük bir yük olur, biner ki omuzlarına, kendi keyfine varmaya fırsatı kalmaz. Zamanla yaşamın her durağı değişime uğratır kadını, zarafetini, ruhunu, bedenini, beynini yavaş yavaş değiştirir. Öğrenip kirlendikçe, insanın vahşi yanına daha çok yaklaşır. Oysa kadın, sonsuz evrendeki en asil yaradılış formudur. Burada olması sadece dünyaya daha güzel bir yaşam biçimi, vizyon, hassasiyet sunmak içindir. Kadın görevli bir melektir. Erkeğin kaba ve avcı yanını törpülemek, bulunduğu yere zevk ve mutluluk vermek için gelmiştir. Kadın demek, değişim demektir.
Peki, sonra ne olur? Düzen, kadının asli görevi olan değişim çabasının üstüne basar ve asıl değişim kadında oluşur. Önce şaşırır kadın, kötülüğe, acıya maruz kalınca, kendi kendini sorgulamaya başlar. İnanamaz, bu kırılganlık ve zarafete sahip bir varlığa nasıl bu denli acımasız davranıldığını sorar. Canı acıyan her canlı gibi, zamanla güvenlik kalkanları oluşturmaya başlar. Gittikçe sertleşir, içine acımasızlık tohumları eker, gerçi ekse ne olacak? Büyütemez ki! Gücü yetmez, her şeye rağmen gönlü elvermez. İçindeki peri kızı
engeller. Ama kalınlaşır duvarları, zamanla çevresindekilere benzemeye başlar. Susar çoğunlukla, gözyaşlarını kan olur içine akıtır. Nefes aldıkça büyür, kirlenir, dirense de, hangi beyaz siyaha karşı durabilmiştir? Saklayabildiği, kaçırabildiği kadarını temiz tutar. Fırtınalarla, savaşlarla uğraşırken, kırılır kanatları. Uçmayı, gitmeyi, kaçmayı istese de kalır. Yalnız ve hüzünlü gecelerde tek başına ağlar ama artık acizliğini göstermemek için taktığı bir çok maskesi vardır.
Her kadın yaşamının bir yerinde bu noktaya, en azından yakınına gelir. Bazıları uzak kalmıştır çatışmalardan, onlar kadınlığını diğerlerine oranla daha çok korur. Hangi çerçeveye koymuş olursa olsun resmini, gün gelir sararır gülüşler. Eskiyen ama dokusunu koruyan bir fotoğrafta gizli kalır kadın.
Bir kadın, sadece sevgi ve güveni bulduğu ancak gerçekten inandığı yerde özüne döner. Çıkarır kanatlarını, yaralarını sarar, yüreğinin üstündeki kirleri temizler. İşte, o zaman görür erkekler gerçek kadını. Sihirli elleri değer sevdiğinin yaşamına, değiştirir dokunuşuyla, zevkiyle, sevgisiyle etrafını. Bir erkeğin hiç görmediği kapılar açar, harikalar dünyasına uzanan. Her kadın özünde bir melektir. Yaşamınıza mucizeler istiyorsanız, kadınınızı sevin, güvende hissettirin ve hayatınızda renk renk çiçeklerin açmasını izleyin!
Ayfer İPEKLİOĞLU

23 Mayıs 2009 Cumartesi

Bir mağdur tüketici hikayesi


Avea, oyun sitesi ve ben 10 Temmuzda mahkemede kozlarımızı paylaşmak üzere buluşuyoruz. Cuma günü tebligat geldi. Bu büyük buluşmaya tüm dostlar davetlidir.

Mahkeme günü belli oldu. Mahkemede ne olacağını bilmiyorum, ne söyleyeceğimi de... Mahkeme tarihinin kızkardeşimin düğün tarihi ile aynı güne denk gelip mahkemeye katılamayacağım için korkuyordum. Çok şükür temmuz ayına gün verilmiş.

2005 yılında buraya tayin olup geldiğimde şu anda oturduğum evi tutmuştum. Eşya namına pek bir şeyim yoktu. Eski ev arkadaşımda bir ev tutmuş, onunla aynı çamaşır makinasını almak istemiştik. Çamaşır makinalarımız aynı olursa bağlarımızın kopmayacağını düşündük galiba!! Şimdi nadir arar, konuşuruz birbirimizi. O aralar her gün arar konuşurduk. Gözden ırak olan, gönüldende ırak oluyor tabi... İkimizinde elinde bir katolog, telefonda hangi makinayı alsak diye konuşmuş ikimizde en iyisi diye gidip son model ve en pahalı çamaşır makinasını beğenmiştik. Burdaki Beko bayisinde istediğim makina olmadığı için, Samsundan siparişini vermek istemişler ancak Samsun'da da olmadığı için İstanbul'daki fabrikadan siparişini vermişler, on gün içerisinde yeni üretilecek olan makinanın geleceğini söylemişlerdi. Makina benim için fabrikada üretildi desem yeridir yani.

Neyse makinam gelmiş, servis elamanlarıda evime monte etmişlerdi. Aylar ayları kovadıkça, her ayın başında gidip makinanın taksitlerini yatırıyordum. Taksitler bitmeden benim son model, kaliteli makinama! bir haller oldu. Durulama sırasında suyu tahlil edemediğinden, dışarı veriyor, her taraf su altında kalıyordu. İlk defa dışarı su verdiğinde çok önemsemedim ama bir, iki, üç.... derken arızanın ardı arkası gelmemeye başladığında servise haber verdim. Servis elemanları evime gelip makinanın altına üstüne baktılar, sorunun ne olduğunu onlarda anlamadılar. O gün öyle çıkıp gitmişlerdi. Tekrar suyu dışarı verdiğinde, tekrar geldiler, makinanın üst kısmında hafızasıyla ilgili alanı çıkartmışlar, yerine başka bir hafıza takmışlardı. (Sonradan öğrendiğimde makinayı aldıktan sonra ilk bir kaç ay içinde arıza olursa, parça değiştirmelerine izin vermeden makinanın değiştirilmesini talep edebiliyorsunuz) Ondan sonra yine makina tekrar tekrar suyu dışarı vermişti. Her defasında servis tekrar tekrar gelmişti. Makinayı götürüp, kendi yerimizde bakalım dediklerinde ise buna izin vermemiştim. Bununla ilgili hikayeler dinlemiştim çünkü. "Makinanın asıl parçalarını alıp, yerine başka parçalar takıyorlar, sakın ha makinanı servisin götürmesine izin verme" diye nasihatlar dinlemiştim. Servis elamanları her gelmelerinde beni cep telefonumdan arıyorlar, ben müsaitsem beni işten alıyorlar, beraber eve geliyor, onlar makinayla uğraşıyorken ben ise onları bekliyordum. Bir keresinde makinanın çamaşırı yıkaması süresince servis çalışanı makinanın çalışmasını izlemiş, o zamanda makinanın suyu dışarı akıtmayacağı tuttuğundan sorunun ne olduğunu yine anlayamamıştı. Artık bu git geller o hale geldiki, komşularım bile "bugün yine servisçilerle geldin, gördük seni" demeye başlamışlardı. Bu gitgeller benimde canımı fena halde sıkmaya başlamıştı. En sonunda makinanın düzelmeyeceğini gördüğümde başka bir makina ile değiştirilmesini talep ettiğimde, olmaz ayağına yattılar. Nasıl olmaz mış? (Süper Haccecan yavaş yavaş ortaya çıkartıyorlardı)

Bende tutup internetten İstanbuldaki ana merkezlerinin numarasını öğrenip canıma tak dedirten bu durumu şikayet edip, makinanın değiştirilmesini isteyecektim ve bunu sert bir şekilde söyleyecektim. Telefonla aradığımda karşıdaki beyefendinin sesi hayatımda duyduğum en güzel ses tonuydu. Ne televizyon, ne radyo nede çevremde böyle güzel bir sesle karşılaşmamıştım. Diksiyonu, Türkçe'yi güzel kullanması, kibarlığı, saygısı harikaydı.. Söylemek istediklerimi hiçte sert söyleyememişdim bu yüzden. Demek ki düzgün iletişim her şeyin başıymış...

O telefon konuşmasından sonra bölge temsilciliğinden bir mühendis bey beni aradı. Yine beni işten alıp, eve beraber geldik. Elinde kendine has cihazlarıyla makinanın sağına soluna bakıyor, sorun ne anlamaya çalışıyordu. Kocaman bir çantası vardı. Sanırkın ki evime Caymıs Bond geldi. "Makinanın ön sol ayağı 2 mm aşağıda olduğunu, makinanın içine su veren çeşmenin su ayarının fazla olduğunu, binanın topraklamasının olmadığını, elektrik tesisatının kötü olduğunu" söyledi. Sonra benden makinanın içine detarjan koymamı istedi. Kestiğim bir pet şişeyle detarjan kutusundan makinaya detarjan koyduğumda "detarjanı çok koyduğumu, buranın havasından dolayı detarjanın nemlenmemesi için ağzını sıkı kapatmam gerektiğini, buranın suyununda kireçli ve sert olduğunu söyledi." O kadar çok kusur saydı ki, makinayı masum, beni suçlu ilan etmişti. Bende konuşmaya başladım artık... "Bu makinayı sizin servis elamanlarınız evime monte ettiği günden beri yerinden kımıldatmadım, sizin elemanlarınız çeşmeyi nasıl ayarladıysa öylece duruyor, makinanın ayağının 2 mm aşağıda durmasının ve çeşmenin suyunun açık olmasının suçlusu ben değilim. Detarjanı koyduğum pet şişeden olma ölçek kutusu büyük görünebilir ama detarjanı abartarak koymuyorum, detarjan poşetinin ağzınıda kapatıyorum sonra iki tane poşetin içine koyup ağızlarını sıkıca bağlıyorum, sizinde gördüğünüz gibi detarjan nemli değil. Tüm karadenizin suyu kötü, suyun kireçli olmasından beni sorumlu tutamazsınız, ayrıca zaten kireç önleyici kullanıyorum. Karadenizdeki tüm makinalar nasıl yıkıyorsa bu makinanında öyle yıkaması gerek" dedim ama nafile. Adam nasihat verip gitti ve makinada su akıtmaya devam etti.

Sonra ne yapabilirim diye araştırmaya başladım. O sene 750 TL' ye kadar olan ürünlerle Ticari ve Sanayi Odası, 750 TL'nin üstünde olan ürünlerle Tüketici Mahkemesinin ilgilendiğini öğrendim. Kaymakamlıklarda da Tüketici Haklarıyla ilgili birimlerin kurulmuş olduğunu öğrendim fakat kağıt üstünde kurulmuştu. Kaymakamlıkların bu konularda hiç bir bilgisi yoktu. Bende ilden bilgi edindim. Yasalar tüketiciyi korumaya yönelikti ve eksik-hatalı, hizmete-ürüne müsade etmiyordu fakat yasaları uygulamada ise sınıfta kalmıştık. Benim makinam 750 TL'yi geçtiği için Beko'yu Tüketici Mahkemesi'ne bir dilekçe yazarak mahkemeye verdim. Ama öyle bir dilekçe yazdım ki, kanun karşısında suçlu olduklarını inkar edemezlerdi. İki ay sonrası için mahkeme günü verildi.

Beko firması aleyhlerine açılan davaları kendilerine sürülen bir leke olarak gördüğünden mahkeme öncesinde benimle uzlaşarak davayı düşürme yoluna gitmişti. Bunun için evime (makinanın ön sol ayanının 2 mm aşağıda olduğunu söyleyen) makina mühendisini göndermişti. Mühendis bey dilersem makinayı değiştirebileceklerini söylediğinde kabul etmedim, paramı geri istiyordum ben. Artık o firmaya güvenmiyordum. Makinayı değiştirmek için uğraştı ama kararımı vermiştim, o makina gidecek, paramıda alacaktım!.

Başka bir gün elinde bir yazıyla tekrar geldi mühendis bey. Kağıtta parayı aldığım, davadan vazgeçtiğim yazıyordu. Yazının altında benim imzalamam için ismim yazılmış, ismimin diğer tarafında ise sadece Beko yazıyordu. Parayı ise ertesi gün hesabıma yatıracaklarını söyledi. Bu kağıdı bana imzalattırıp mahkemeye sunup, davanın düşmesini sağlayacaklardı. İmzasız ve isimsiz olan bu evrağın bir geçerliliği olmadığını düşündüm. "Bu evrakta size ait neden bir imza yok" diye sorduğumda " onlarda imza atılmadığını Beko firmasının isminin olmasının yeterli olduğunu" söyledi. Bende " bu evrağı imzalamak istemediğimi, imzasız wordda yazılmış, bu yazıyı herkesin yazabileceğini" söyledim. Mühendis bey ise " Koskoca Beko firmasına nasıl güvenmezsiniz?, firmanın isminin bile yettiğini" söyledi ama nafile. " Koskoca Beko firmasına güvenseydim, mahkemelik olurmuydum?" dedim ve imza atmadım. Mühendis nasıl kızdı, yüzü kıpkırmızı oldu, ya sabır dileyerek çıkıp gitti evimden.

Ertesi gün ise mühendis bey cep telefonumdan aradı, parayı getirdiğini söylemişti. Mühendis, iki servis elamanı ve başka bir ilden ziyaretime gelen arkadaşım aynı anda eve gelmişlerdi. Mühendis parayı sayıp elime verdi, bende parayı saydım ve imzalamam için dünkü getirdiği evrağı tekrar bana uzattı bende imzaladım. Bu arada arkadaşım neler olduğunu anlamaya çalışıyordu. Sonra mühendis servis elemanlarıyla birlikte makinayı alıp gittiler. Giderlerken bozuldum ama. Mühendis ne bir veda sözcüğü, ne başka bir şey hiç bir şey söylemedi. Bir hışımla çıkıp gitti evimden. Ama servis elamanları iyi akşamlar demişti. Arkadaşım ise olayı öğrendikten sonra kahkahalara boğulmuştu.

Bu olayı kendime moral olsun diye yazdım. Avea'da mahkeme öncesinde imajları sarsılmasın diye gelip benimle uzlaşma yoluna giderse uzlaşmayıp, mahkemeye gideceğim. Paramı vermekle kurtulamazlar. Hakkını arayamayanlar içinde düştüm bu yola. Bu sistemin düzeltilmesi gerek. Benim gibi mağdur olan kaç kişi var Allah bilir. İnsanların emek vererek kazandıkları paraları bu kadar kolay almak doğru değil... Kolaysada ben zorlaştıracağım. Öyleyse böyle... Hodri meydan...

21 Mayıs 2009 Perşembe

Tecavüz


Bu adam hiç hayvan fotoğrafı çekmezmi diye düşünenler olabilir evet ilginç gelirse çekiyorum.Fotoğrafın hikayesi şöyle; tek şeritlik dar bir yola araç hızlı giriyor, dişi kedi aracı gördüğünde artık çok geçtir. Gecenin karanlığında ürkütücü bir miyavlama sesi, hayatında hiç koşmadığı kadar hızlı ancak bilinçsiz bir şekilde yedi sekiz metre kadar koşuyor duruyor son bir kez etrafa bakıyor ve hani şair diyorya "ölüm randevusuna hiç geç kalmaz" diye öyle bir son. Ölen dişi kediymiş (gelen erkek kediden anlıyorsunuz). Bu dünyada bıraktığı bedene onbeş yirmi saniye sonra bir erkek kedi sahip çıkıyor herşeyin farkındaymış gibi dişlerini boynuna takıyor ve çok seri hareketlerle tecavüzü beden soğumadan gerçekleştiriyor.
İnsanları tanıdıktan sonra hayranlık beslediğim hayvan alemide artık beni ürkütüyor.
Şevket Şahintaş


Fotoğrafı görmek için tıklayın...

19 Mayıs 2009 Salı

Zor ve Kolay Aşklar


Zoru severim ben. Kolay işi yapıp, güzel sonuçlar ortaya çıksada o iş için kendimi başarmış olarak görmem, başarı için edilen tebrikleride hiç üstüme almam. O yüzden kolay işi zorlaştırır öyle yapmaya çalışırım. Zor işi veya zorlaştırdığım işide genelde başaramam. "İş neden olmuyo" diye de sürekli veryansın, sürekli şikayet ederim oda ayrı. Başardığım zor işlerin sayısıda bir elin parmak sayısını geçmez.

Olmayan aşk hayatımda da durum farklı değil. Kolay aşkları sevmiyorum. Canımlı, cicimli, çiçeğimli, böcügümlü, ivik cıvık, günebilirlik aşklar benlik değil. İltifatlara, tatlı sözlere hiç kanmadım.Çevremde tanıdığım herkes bana iyi niyetli, saf ve vefakar olduğumu söyler. Bu saflığım ve iyi niyetliliğim bir tek aşkta olmuyor, işin içine karşı cins girdiği zaman cin fikirlinin, akıllının, zorun alası olup çıkıyorum. Ee aşkta zor kızlarda ne kadar favori oluyor bilirsiniz. Bu zamanda her kız kolay kız! Kendi ayaklarının üstünde duran ve maddi açıdan kimseye bağımlı olmayan kızlar artık aşk hayatındada kimseye bağımlı değil (erkekler içinde geçerli). İnsanlarla iletişim kurmakda(dolayısıyla aşk) çok kolay.Yüzyüze başka, cep telefonunundan başka, internetten başka bir aşkı yaşamak hiç de zor değil. İletişim kurmak ile aşkın birbirine karıştırıldığı bir zamandayız. Artık kızlar erkeklerden değil erkekler kendini kızlardan sakınır oldu. Kolay kız olmadığımdan kolay aşkların yemi değilim. Zoru ise başaracak kadar kabiliyetlide değilim. Zoru seven ben, zoru başaramadığım için kolayı tercih etmem gerek galiba.

Hayatımda tanıdığım güçlü kadınlardan birisi herkülüye ablamdır. Ne zaman (bana göre) büyük bir sorunum olsa yanında şikayete, veryansın etmeye başlarım. Oda iki dakika konuşur ve olayları kabul etmemi sağlayıp ne yapmam gerektiğini söyler. Gözümde sorunumu o kadar basit hale getirirki, bir anda kendime dönüp "ne kadar salakmışım, ben bunun için mi üzülüyorum" demeye başlarım. Kardeşimin bana attığı telefon faturası kazığı içinde aynı olay oldu. "Düğün öncesi bu olur mu, böyle bir aptallık ve ihanet olur mu?" diye dert yandığım herkülüye ablam "birşey olmaz, bununda üstesinden gelirsin, şu hayatta neler oluyor, borçtan korkma, borç yiğiden kamçısıdır, Allah sağlık versin, üzülme" deyip hemen bana enerji depoladı. Kadının hayatında gördükleri ve yaşadıkları karşısında benimki devede kulak kalıyor tabi. Ağzından her çıkan sözü ferman bildiğim herkülüye ablam, "artık seçmeyi bırakıp, uygun biriyle evlenmemi, seçenin seçilmeye kalacağını, bu sıkıntıları neden tek başıma yüklendiğimi" de söyledi. Haklı valla.
Akşama doğru ise haccecanı evlendirme ekiplerinden birinin bana uygun gördükleri birisiyle tanıştırmak için birlikte bir akşam yemeği operasyonu düzenlemekte olduklarını öğrendim. Bu operasyonda şehit olacağımı bile bile gönüllü katılacağım. Artık seçmeyeceğim, gidip tanışacağım. Gönlüm bir şey demeyecekse mantığımı konuşturacağım.
Erkek olsaydım evlililik olayına bu kadar takmazdım. İstediğin yaşta evlen. Ama ben anne olmak istiyorum. Anne olmak için evlenmek istediğim zamanı seçme gibi bir lüksüm yok. Anne olma hakkım elimden alınmadan bu şansımı iyi değerlendirmeliyim.
Hayatımda güçlü, karakterli dediğim insanların %90'ı kadındır. Ben kadın kadar ince düşünen, hassas, kırılgan, konuşkan bir o kadarda sabırlı, güçlü, iradeli başka bir varlık görmedim. Kadınlar ne istediğini, ne yapması gerektiğini çok iyi biliyor. Eğitimsiz, cahil bile olsalar içgüdü gibi bir avantajımız var. Sezgilerimiz var. Hislerimiz var. Ama erkekler öyle değil işte. Oduna ne kadar şekil verirsen ver yine odun. Hissiz, duygusuz, sezgileri yok. Güçlü gördüğüm kadın sayısının %1'i erkek olaydı ben böyle olmazdım. Valla yapışırdım yakasına. Bana yapışmayacaksa bırakır, salıverirdim kendi yoluna....
İç ses: Artık zoru sevmiyorum, kolayda nasıl yapılır onuda bilmiyorum. Sıfıra sıfır yine elde var sıfır.

17 Mayıs 2009 Pazar

Yalnızlığım


Yalnızlığımı alıp yanıma
Ne zamandır böyleyiz diye
Düşünüyoruz birlikte
Bulamıyoruz ikimizde
Sonra fark ediyoruz ki
Biz hep birlikteymişiz
Bu yolda kardeşmişiz
Ayrı düştüğümüzde de birmişiz
Kalabalıklarda da berabermişiz

Kavgamız hiç bitmedi
Yinede beni terk etmedi
Verdiği acıda dinmedi
Dinecek gibi de değil sanki

Beni en iyi o anlar
Çünkü yanımda bir tek o var
Anlatmaya uğraştığımda var
Ademoğlu beni ne anlar?

Sarıp sarmaladı yine beni
Yalnızlığın soğuk teni
İrkildim, ürperdim biraz
Bana kalan oldu yine ayaz
Haccecan
17.05.2009

7 Mayıs 2009 Perşembe

Vefasız abla unutur her şeyi...


Bugün kızkardeşimin doğum günü olduğunu unuttum. Akşam olmuş, işten gelmişiz, masadayız yemek yiyoruz. Kızkardeşim "öğle arası arkadaşlarının pasta kestiğini" söylüyor. O an onu duymadım bile. O ise devam ediyor. "Kimin için pasta kestik sormayacak mısın?" diye soruyor. Ben ise saf saf "kimin için kestiniz?" diye soruyorum. O ise gülüyor ama haccecanın jeton kareli, düşmüyor. Bu sefer tekrar ve ısrarlı bir şekilde soruyorum; "Kimin için kestiniz pastayı?" Tekrar gözümün içine bakıp gülüyor. Sonra ben bu imalı bakışlardan sonra bugün ayın kaçıydı, aylardan hangisiydi diye düşünmeye başladım. "Tabi ya, bugün kızkardeşimin doğum günüydü!!." Jeton düştükten beni yüreğim cayır cayır yandı. Yerin dibine girseydim keşke. Nasıl kötü hissettim kendimi. Hele onun benim doğum günümde yaptıklarını düşününce. . Yemekten sonra markete indim. Hazır kekler varya, içinde mum ve pasta süsü çıkan hani, onlardan alıp, mutfakta hazırlamaya başladım. Böyle unutulmuş doğum günleri için yapılmış bu kekleri kim yapmayı akıl ettiyse Allah razı olsun. Yıkılan ablalık kariyerimi biraz toparladım sayesinde hiç değilse. Ben mutfakta kekden bozma doğum günü pastasını hazır ediyorken telefonla Kıbrıs'ta ki odunum (erkek kardeşim) aradı. "Ablamın doğum gününü kutlamak için aradım, onu telefona verirmisin" dedi. (Aslında isteğini bu kadar kibar ve düzgün ifade etmedi ama neyse) Nasıl yani, odunum bile kızkardeşimin doğum gününü hatırlayıp telefonda aradı, düştüğüm duruma bak ya... Aha biraz önce facebooka baktım. Sabahtan beri kaç kişi doğum gününü kutlamış. Ya o kadar kişi kutlamış, bir Allah'ın kulu beni uyarmadı, hatırlatmadı doğum gününü. Hepinizin alacağı olsun.. Kekten bozma pastanın üstüne mum koydum ve yaktım onları sonra ışıkları söndürüp gülerek odaya girdim. Gülme olayını abarttığımdan iyiki doğdun şarkısını söyleyemedim ama mutlu oldu galiba. Gerçi kızkardeşim benim kadar kafasına takmadı benim unutmamı. Yıllar nasılda geçiyor... Daha el kadar bebeydik biz, şimdi kazık kadar olduk...

Abim ve yengem bir bebek bekliyorlardı. Cinsiyetinide bugün öğrendik. Kız olacakmış. Benim içime erkek doğuyordu. Ailemizin ilk çocuğu olacağı için hepimiz heyecanlıyız. Bir an önce doğmasını dört gözle bekliyoruz.

Odunumla ilgili bir anektodu yazmak istiyorum. Unutmayayım bu diyaloğu, ilerde hatırlamak isterim... Kıbrısda ki stajını ciddiye alsın, yaptığı işi düzgün yapsın diye nasihat bombardımına tuttuğum, kendi ayakları üstünde dursun diye daha bize güvenmemesi gerektiğini sürekli söylediğim erkek kardeşim, gitmeden bir gün önce sorar: "Abla, şimdi ben Kıbrıs'a gittiğimde çok çalışacağım, işimi düzgün yapacağım. Peki diyelim ki orada bana bir araba çarptı ve ben felç oldum. Peki o zaman ben ne olacağım" diye sordu. Ben dumur oldum, böyle bir soru hiç beklemiyordum. Kahkahayla gülmek geldi içimden. Garibimin gözünü nasıl korkuttuysam, felç olduğundada kendini açıkta bırakacağımı düşündü herhalde. "Offf, böyle bir soru olur mu? Kimin başına ne geleceği belli mi? Diyelim ki bana burada araba çarptı ve ben felç oldum. Sen bana bakmazmısın?" diye sordum. Odunum; "Bakmam mı, tabi bakarım" dedi. "Eee, sende kardeşimsin, sana kötü bir şey olsa tabi ki bizde sana bakarız" cevabını verip, aklını kurcalayan, içine dert olan bu soruya cevap verip, içine su serptim. Bu sorusu aklıma geldikçe hala sırıtıyorum. Çok saf bu çocuk ya.

Tütün denetmeni olarak görevlendirildim. Artık kamu alanları, lokantalar, spor-kültür merkezlerini denetleme yetkim var. Sigara izmaritini, paketini, çöpünü çevreye atmak yasak. Kamu binalarında yangın merdivenleride dahil içmek yasak. Sigara içme odası tarihe karışacak. Okullarda okul bahçesi içerisindede sigara içmek yasak. Sigara içmek isteyenler binanın dışına çıkıp içmek zorunda bırakılıyor. Allahhhh... Böyle bir yetkiyle neler neler yaparım ben. Kaç gündür ne planlar yapıyorum kafamdan. İlk önce kurumlara yazı yazıp görevlerinin neler olduğunu gösteren yazı yazıp, halka sigaranın zararları ve yeni kanun hakkında eğitim verilmesi gerekiyor. Benimle birlikte bizim yeni başkanda bu ekipte görevlendirildi. Adamı gördükçe kaçasım geliyor. Kendiside sigara içiyor, haliyle bu yetkinin verilmesi gereken en son kişinin elindeki bu yetki pek bir şey ifade etmeyecek. Kendisinin yaptığı bir yasak için insanlara nasıl örnek olup onları yapmamaları konusunda uyarabilir ki. İçmesede yapabilecek bir yaptırımı yok zaten. Denetleme ekibinde ki tek bayan yine benim ve diğer üyelerde benim başkan gibiyse pek bir şey yapamayacağım kesin. Bakalım neler olacak? Gelişmeleri bende merak ediyorum.

Ha birde fotoğraf kursuna başladım. Haftanın 3 günü mesaiden sonra gideceğim. Dersin ilk günü sohbet ve tanışma faslı oldu, fotoğrafın tanımını yaptık. Kurs hocamız bu şehre yerleşme kararı almış bir Ankara'lı. Bu şehre iş nedeniyle gelmeye başlamış, bir süre sonra bu şehri Ankara'dan daha çok sevdiğini düşünmüş ve bu şehre yerleşmiş. İki ay kursa gideceğiz ve kurs sonunda da sergi açacağız. Ay bu aralar pek bir yoğunum. Tam istediğim şey...