Karadeniz lavaboya elini yüzünü yıkamaya gitmişti. Ben ise yataktaki keyfin tadını çıkarıyordum. Bu yatak bulunmaz bir nimetmiş. Lütfen bizi ayırmayın. Bir sağa dönüyorum, bir sola dönüyorum. Olmadı genleşiyorum, olmadı esniyorum. Karadeniz lavaboyu boşalttıktan sonra el yüz yıkama sırası bende. Banyonun kapısını kapatmak için sol elimi kapıya uzattığımda?! Oda ne. Boynumdan klik! diye bir ses çıkmış ve ardından inanılmaz bir acı.... Yatak keyfi benim neyime? Biraz rahat ve mutlu oldum ya bunun bedelini ödemeliydim!! İnleye sızlaya yatağıma gidip boynumu tutarak iki büklüm yatağa uzandım. Acı dayanılmazdı. Boynum tutulmuştu. Başımı hiç bir yöne çeviremiyordum. Boynumun sol tarafında şiddetli bir ağrı vardı. Karadeniz bu anlamsız hareketlerime anlam verememiş "ne oldu?" diye soruyordu. Ebenin ki!!! Görmüyormusun boynum tutuldu. Öyle malak gibi dikileceğine birşeyler yap! O can havliyle bile üslübumu bozmayıp en kibar sesimle "boynum tutuldu" dedim. Benden acıklı, inler tarzda sızlanma sesleri çıkmaya başlamıştı. Offf laya inleye banyayo gidip elimi yüzümü yıkadım. Boynumu hareket ettiremiyordum. Arkama dönüp bakmam gerektiğinde başımı çevirip bakamıyor boynumu çevirmeye çalıştığımda feci ağrı hissettiğimden tüm vücudumla dönüp bakmam gerekiyordu. Acımı hemen birisiyle paylaşmam gerekiyordu. Böyle önemli olay için birileri beni nazlamalıydı. Karadeniz bu konuda umutsuz vaka olduğundan kız kardeşimi telefonla arayıp; "Likya yolu boyunca dağları, tepeleri, uçurumları aştım hiç bir şey olmadı, pansiyonda kapıyı kapatmak için kolumu uzattım. Boynum tutuldu iyimi! Canım çok yanıyor" diye sızlanmaya başladım. Pansiyonda kiminle kaldığımı sorduğumda Karadeniz'le dedim. Herkes gibi oda arkadaşlarla! Likya yolunu yürüdüğümü sanıyordu. Bu cevaptan sonra kızkardeşim şaşırmış, boynumun tutulması gündemini yitirmiş, gündemi Karadeniz almıştı. "Allah cezanı vermesin abla. Bu yaptığına inanmıyorum. Dikkatli ol deyip" telefonu kapatmıştı. Boynuma şalımı sardıktan sonra aşağı kahvaltıya indik. Anne pansiyoncu kahvaltıyı hazırlamış, pansiyonun önünde ki müşterilerin masalarına kahvaltı tabaklarını getiriyordu. Aile pansiyonunun diğer üyeleri henüz kalkmamışlardı. Çalışkan olduğu her halinden belli olan pansiyoncu anne masaları hazırlamak için koşuşturuyordu. Zayıflığını ve çevikliğini bu çalışkanlığına borçlu olmalıydı. Sakatım, tutuğum demedim pansiyoncu anneye masayı hazırlamada yardım ettim. Kahvaltımızı yaparken çayın içine kamplarımızda alıştığımız gibi bal koyduk. Karadenize bakmam gerektiğinde kare masada sol yanımda oturan Karadenize boynumu çeviremediğimden belimden dönerek bakıyordum. Demir çubuk yutmuş felçli hasta gibi hareket ediyordum. Kahvaltıyı yaptıktan sonra masamızı kaldıran Pansiyoncu anneye boynumun tutulduğunu söylediğimde içerden pet su şişesinin çeyreğine kadar doldurduğu el yapımı zeytinyağını getirmiş; "Erkek arkadaşın! bunu boynuna ovarak sürsün, iyi gelir" demişti. Bugün yol yürümeyecek, dinlenecektik. Odaya gidip plaja gitmek için hazırlandıktan sonra pansiyonun önünde Karadeniz ve ben ayrı ayrı fotoğraf çekindik. Pansiyoncu anne bize plajı tarif etmiş, o yöne doğru yürümüştük. Halk plajında iki şezlong bulup ona oturmuşken Karadeniz pansiyona Kuran'ım dediği kitabı almaya gitmişti. O gelene kadar mayomun üstüne giydiğim elbiseyi çıkarmış, belime bir şal örtüp gözüme batan psikolojik olarak rahatsız olduğum açık yerlerimi kapatmıştım. Böylesi daha iyiydi! Ne kadar kapalı isem o kadar rahattım. Karadeniz gidip geldikten sonra şezlonglara uzanmıştık. Hava kapalıydı. Yağdı yağacak! bir hava vardı. Hareket ettiremediğim, zavallı boynumun altına havlumu katlayıp koymuştum. Güneş gözlüklerimide takmıştım. Plajın yerlisi gibi görünmesemde yabancısı gibide görünmüyordum.
Biraz ötede Türk olduğu her hallerinden belli olan bir çifti izliyordum. Bayan Türk kıyafetleriyle, bay Türk şortuyla denize girmişti. Bayanın tam olarak denize girdiğide söylenemezdi. Deniz kenarından çok uzaklaşmadan suyun içinde oturmuş, eliyle su ile oynuyordu. Karadenize Bayan Türk'ü gösterdiğimde bu ortama uygun olmayan bu durumla ilgili olumsuz konuşmuştu. Kadını ve kafasındakileri tahmin edebildiğimden kadını yadırgamak aklıma gelmedi. Ama Karadeniz"ide haksız görememiştim. Bu plajdakilerin bir çoğu yabancıydı. Kadınlı erkekli, çoculuklu çocuklu herkes mayo giymişti. Mayo giydikleri içinde çekindikleri veya utandıkları gibi hiç bir ifade veya davranış kendilerinde yoktu. Ben her ne kadar normal karşılasamda o ortamda bayanın kıyafetleriyle denize girmesi bir çoklarına göre tuhaf kaçıyordu. Bence asıl olması gereken herkes kendinden sorumlu olduğuna göre isteyen istediği gibi denize girebilmeliydi. Çiftimiz bir zaman sonra el ele önümüzden geçip gittiler.
Belediye görevlisi makbuz karşılığı şezlongların parasını almış, ücreti Karadeniz vermişti.
Biraz ötede Türk olduğu her hallerinden belli olan bir çifti izliyordum. Bayan Türk kıyafetleriyle, bay Türk şortuyla denize girmişti. Bayanın tam olarak denize girdiğide söylenemezdi. Deniz kenarından çok uzaklaşmadan suyun içinde oturmuş, eliyle su ile oynuyordu. Karadenize Bayan Türk'ü gösterdiğimde bu ortama uygun olmayan bu durumla ilgili olumsuz konuşmuştu. Kadını ve kafasındakileri tahmin edebildiğimden kadını yadırgamak aklıma gelmedi. Ama Karadeniz"ide haksız görememiştim. Bu plajdakilerin bir çoğu yabancıydı. Kadınlı erkekli, çoculuklu çocuklu herkes mayo giymişti. Mayo giydikleri içinde çekindikleri veya utandıkları gibi hiç bir ifade veya davranış kendilerinde yoktu. Ben her ne kadar normal karşılasamda o ortamda bayanın kıyafetleriyle denize girmesi bir çoklarına göre tuhaf kaçıyordu. Bence asıl olması gereken herkes kendinden sorumlu olduğuna göre isteyen istediği gibi denize girebilmeliydi. Çiftimiz bir zaman sonra el ele önümüzden geçip gittiler.
Belediye görevlisi makbuz karşılığı şezlongların parasını almış, ücreti Karadeniz vermişti.
Bir zaman sonra yanımızda ki şezlonglara yabancı bir aile gelmişti. Plaja geldiklerinde mayosunun üzerine giydikleri kıyafetleri çıkartmışlar sere serpe şezlonglara uzanmışlardı. Onlar soyunurken ben başımı başka bir yana çevirmiştim. Töbe töbe... Karı - koca öndeki iki şezlonga arkalarında ki iki şezlonga iki oğulları uzanmıştı. Anne, baba ve çocuklar arasında ki otorite ve resmiyeti onları görür görmez hissediyordunuz. 16- 18 yaşlarında tahmin ettiğim iki genç aralarında şakalaşıyorlar, gülüyorlar ama asla aşırılığa kaçan ve çevreyi rahatsız eden hareketlerde bulunmuyorlardı. Hepsinin elinde bir kitap, soluksuz okuyorlardı. Orta yaşın üstünde ki kadının üzerinde çiçekli bir mayosu var. Adam kadına göre daha genç ve yakışıklı görünüyordu. Bu adamla ikisi nasıl tanışıp evlendiler acaba!! Oğullarına bu terbiyeyi nasıl vermişlerdi? Bizde ki çocuklar azman gibi birşeydi. Otorite, dur durak bilmezlerdi. Çocuklar arada denizde yüzüp geri dönüyorlardı. Akşama kadar yan yana oturduğumuzdan aşina olduğum bu ailenin her hareketleri benim bakış ablukam altındaydı.
Karadeniz yandaki turistlerin ellerindeki kitaplara bakıp "Roman okuyorlarmış!! Bende doğru dürüst bir kitap okuduklarını sanmıştım!" dedi küçümseyerek. Kitabın doğrusu yanlışı mı olurdu ki? Okuyorlar ya işte! Ben kazık yutmuş gibi yatmaya olan biteni gözlerimle takip etmeye devam ediyordum. Pet su şisesinde ki zeytinyağını Karadeniz"e vererek, boynuma ovalayarak sürmesini istedim. Çekindiğini hissetsemde iki arkadaş arasında yardım amaçlı bu ovalamadan daha doğal ne olabilirdi ki?! Hay ellerine sağlık Karadeniz. Tam işte orası... Ay ay! İşte orası... Ellerin dert görmesin.. Hakkaten iyi bir masajör olurdu Karadeniz'den. Yağlı güreşçiler gibi yağlandıktan sonra tekrar kazık yutmuş modunda şezlonga uzandım.
Bu tutulmuş boyunla denize girmek mümkün değildi. Üstelik hava bulutlu ve soğuktu. Suda soğuk olmalıydı, tutulmuş boynumun gevşemesi ve rahatlaması için sıcak suya ihtiyaç vardı. Bugün de denize girme hayalim kursağımda kalmıştı. Bir kaç damla yağmur yağmaya başlamıştı. Eyvah!! En azından deniz kenarında yatıp uzandığım keyfim sona ermeseydi, yağmur yağarsa herşey sona erip pansiyona dönmek zorunda kalabilirdik. "Allah'ım lütfen yağmur yağmasın lütfen!" diye sesli olarak dua etmeye başladım. Karadeniz alaycı bir ses tonuyla bu yağmuru Allah' mı yağdırıyor? diye sordu. Hiç şüphe etmeden "tabi ki" dedim. Yanlış cevap vermişim gibi tepki göstermişti. "Peki kim yağdırıyor?" diye sormuştum. Tabiat kurallarından bahsetmeye başlamıştı. "Yağmurun oluşmasında 2 işlem gerçekleşiyor. Yoğunlaşma ve buharlaşma. Güneş ışığının etkisi ile her gün yüz binlerce metreküp su buharlaşarak atmosfere doğru yükseliyor. Ve yükseldikçe soğumaya başlıyor. Öyle biran geliyor ki su buharı işinin çok düşük olduğu bir bölgeye geliyor. Soğuk hava katmanına rastlayan buhar tanecikleri havadaki toz parçacıklarına tutunarak su damlaları haline dönüşüyor. Bunlar birleşerek bulutları oluşturuyor. Bu su damlacıklarının yeryüzüne düşmesi yani yağmur oluşturması için belirli bir büyüklüğe gelmesi gerekiyor. Bu da yüz binlerce su damlacığının birleşmesi anlamına geliyor. Yeterli büyüklüğe ulaşınca yerçekiminin etkisiyle yere düşmeye başlıyor. Bütün bu anlattığımız işlemler ise ortalama 8 gün sürüyor."
O kadar kesin, net ve tereddütsüz bilgileri saydığında cevap verememiştim. Bu bilgileri ilkokul ve ortaokulda bende öğrenmiştim ancak onun gibi bildiklerimi ardı ardına sayamazdım. Böyle bir yeteneğim yok benim. Tamam yağmur bu şekilde belirli kurallara dayanarak oluşuyor ancak bu kuralları kim belirlemiş? Su, neden hidrojen ve oksijen elementlerinden oluşuyor, neden başka elementler değil? Suyun buharlaşması için gereken sıcaklığı sağlayan Güneş ve onun sistemi ve uzayda ki sonsuz sistemler nasıl ve neden oluşmuştu? Aynı coğrafi ve iklim özelliklerine sahip bir bölgede bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyorken, bir kaç metre ilerisinde gram yağmur yağmıyor. Neden? Bunun bilimsel bir açıklaması ve kuralı olsada bu kuralı kim koymuş? Neden böyle? Kim böyle olmasını istemiş? Neden insanoğlu 9 ay 10 gün, filler 20 ay sonra doğum yapıyor? Neden 9 ay 10 günde doğması gereken bebek geç doğduğunda plesanta zayıflıyor ve bebek kakasını yutup ölebiliyor? Geç doğumun nedeni tam olarak bilinmiyor. Bir günde doğum yapan yüzlerce kadının % 3-4 ü geç doğum yapıyor. Kim ve neden bu kadınları seçiyor? Geçen sene evlenen ve çok sevdiğim bir arkadaşımın sakat bir bebeği olacak ve doğumundan 1 yıl sonra bebeğin ölmesine kesin gözüyle bakılıyor. Neden milyarca kadının değilde dünya tatlısı arkadaşımın başına bu durum geldi? Bundan 5 yıl önce evlilik deyince köşe bucak kaçan ben, şimdi koca diye ağlar oldum. Neden 5 yıl önce değil de şimdi? Neden yüzlerce erkek dururken Karadenizin peşinden koyun gibi gidiyordum? Neden bütün erkekler itici geliyorken onun bütün odunluğuna ve kazıklığına rağmen bana çekici geliyordu? Neden? Neden? Neden? Bu ve bunun gibi yüzlerce cevapsız soru. Bilim "nasıl?" sorusunun cevabını verebiliyordu ancak "neden?" sorusu karşısında cevapsız kalıyordu. Neden sorusuna cevap verebilecek belki ilerleyen yıllarda ancak bunu göremeyeceğim kesin. "Neden?" sorusunun cevabını ise din veriyordu. Teknoloji geliştikçe cevapsız soruların azalması gerekirken, gittikçe karmaşıklaşan ve terimlerle açıklamaya çalıştığımız tuhaflıklar zinciri ortaya çıkmıyor mu? Bu nasıl dünya? Ben kimim? Yeter bu kadar cevapsız soru. Plaja geri dönüyoruz. Bu arada dualarım kabul olmuş o gün hiç yağmur yağmamıştı. Öğleden sonra güneş bile açmıştı.
Karadeniz arada denizde yüzüp geri geliyordu. Gözümde gözlük olduğu için nereye baktığım anlaşılmıyordu. Yüzüm güneşten yanmasın diye başımın bir çoğunuda kapatmıştım. Kamuflaj elbisesi giymiş gizli ajanlar gibiydim vayahut kendini gizli ajan sanan kafasını toprağa gömmüş bir devekuşu olmalıydım. Karadeniz denizde yüzerken onu takip ediyordum. Bunu yaparken suçluluk ve utanma duygularını da hissediyordum ancak nasılsa onu takip ettiğimi görmüyordu. Yüzüp geri döndüğünde ıslak kedi yavrusu gibi görünüyordu. Ayağında ki parmak arası terliklerini eline alıp yüzmenin, denizde kulaç atmanın daha kolay olduğunu söylüyordu. Söylediklerine karşılık yattığım yerden kikir kikir güldüm. İlgisiz ve umursamazmış gibi davranıyordum.
Karadenizden bir kere daha boynuma masaj yapmasını istedim. Günün keyfini çıkartıp, yüzüp gelen oydu. Bense kazık gibi yatmaktan başka bir şey yapamıyordum. Bari masaj yaptırayımda iki taraf için güzel bir gün olsun. Karadeniz bu sefer masaj yaparken ağrıyan bölgenin üzerine üzerine bastırarak masaj yapıyor, canımı acıtıyordu. Benden tepki gelmedikçe bastırmaya ve canımı yakmaya devam ediyordu. Masaj yapmayı bırakmasını istemediğimden canımın yandığını ufak ufak offlayarak belli ediyordum ancak bunları dikkate almadığından daha fazla tepki vermek zorunda kaldım. Ondan sonrada masaj yapmayı bıraktı zaten. Kendisinden masaj yapmamı istememem için mi böyle yapmıştı yoksa? Pet şişenin dibinde kalan zeytinyağını elime, yüzüme ve saçlarıma sürmüştüm. Hakiki el yapımı zeytinyağı şifa kaynağıydı! Saçlarım ahenkle dans edecek, bir güzellik abidesine dönüşecektim! Yağlı güreşçilere benzemiş, saçlarım vıcık vıcık yağ olmuştu.
Plaja köpeğiyle hava atmaya gelen bir genç geldi. Denize içi yarım deniz suyuyla dolu pet şişeyi atıyor, köpeği denize koşarak gidip yüzerek alıp o şişeyi getiriyordu. Onları izlemek keyifliydi. Bir zaman sonra başka köpeklerde gelmişti plaja. Duyan geldi plajı!
5-6 saattir robot gibi yatmıştım. Boynumun ağrısı dışında şikayet edebileceğim hiç bir şey yoktu. Herşey iyiydi hastı ancak artık gitmeliydik. Pansiyona doğru yürümeye başladık. Çarşıda yol ayrımına geldiğimiz de "söyle bakalım hangi yoldan gideceğiz?" diye sordu Karadeniz. Boynum yüzünden görüş mesafem sadece gözümün önü olduğundan yürüdüğümüz yolları çok inceleyememiştim. Boynumu döndüremediğimden etrafıma bakmak için çevremde 360 derece dönüp gideceğimiz yolun hangisi olduğunu anlamaya çalışıyordum. Bu halim çok sevimli, şirin ve zavallı gelmiş olmalıydı Karadenize. "Bilmiyorum" dediğimde beni iki kolunun arasına alarak gülmüştü. Bu sarılmada neydi şimdi? Nerden çıktı? Sarılmanın altında başka anlamlar aramalımıydım? Yok yahu biz arkadaşız. Arkadaşlar arasında böyle şeyler olması gayet normaldi! Çok fesatsın Haccecan. Sende fesatsın okuyucu! Gideceğimiz yolu gösterdikten sonra o yoldan yürümeye başlamıştık.
Pansiyona girdiğimizde hemencecik duşa girdim. Zeytinyağını beleş bulupta kafama sürdüğüm için pişman olmuştum. Defalarca şampuanlamama rağmen saçlarım yağdan arınmamıştı. Pansiyoncu anneden bulaşık detarjanı mı istesem acaba? Belki saçlarımda ki yağ çözülürdü. Saçlarımı yıkamama rağmen ahenk saçlarımla dans etmeye gelmeyecekti. Varsın bu seferde gelmesin. Napıyım yani? Öleyim mi?
Ben duştayken Karadeniz de balkonda bekliyordu. Ben duştan çıktıktan sonra o duşa girmiş ben onu balkonda bekliyordum. Hazırlanıp dışarı çıktık. Bankamatiğe gidip hesabımdan para çekmem gerektiğinden sora sora benim bankaya doğru gittik. Çantamı tutması için Karadenize verdim, maaşım hesabıma yatmıştı. Hesabımda ki parayı gören Karadeniz "oooo baya zenginsin" dediğinde "İstersen sana faizli borç para verebilirim" diye takıldığım Karadeniz "şimdi ben istesem hesabıma 5 milyar bile yatırırlar" cevabını verdi. "Senin parana kalmadım ben senden daha iyi durumdayım" demişti kibarlaştırarak...
Para çektikten sonra onun bankasına doğru yürüdük. Hesabına bakıyordu oda. Kredi kartı borcu beklediğinden fazla geldiğinden nerede harcamış olabileceğini düşünüyordu. Ödemeyi bankamatikten yapacakken vazgeçmişti. Sonra dün yemek yediğimiz Ali baba'ya gittik. Bu sefer başka yerde yemek yiyelim diye düşünsekte "yemek fiyatlarını dükkanın önünde bir yazı tahtasında yazan ve bildiğimiz Türk yemekleri yapan Ali Baba'da yemeyi tercih etmiştik tekrar. Diğer lokantalar fiyatlarını açıkça belirtmemişlerdi. Süpriz bir kazık yemek istemiyorduk. Daha doğrusu bu kararı Karadeniz vermiş ben kararına ortak olmuştum.
Yemek siparişi vermiştik. Karşımda ukala, kibirli ve kasıntı Karadeniz vardı. Gözlerini sürekli benden kaçırıyordu. Bazen sağa, bazen sola bakıyordu. O kadar dikkatli bakıyordu ki bazen bende "neye bakıyor ki?" diyerek baktığı yöne doğru bakıyordum. Hiç bir şey yoktu! Ben yemeği çok yavaş yediğimden çoktan yemeğini yiyen Karadeniz beni bekliyordu. Aman Allahım oda ne? Dişinin arasına kaçmış yemek artığını eliyle çıkarmaya uğraşıyor!!! Iyyyy Şu an abest gelsede o an hiç yadırgamamıştım. Yaptığı hoş görülmediği için masada bulunan kürdanlardan bir tanesini Karadenize uzattım. Mesajı anlamıştı. Dişini karıştırışı görgü kurallarını çok takmadığı ve kimsenin umrunda olmadığı mesajlarını veriyor gibiydi.
Yemekten sonra pansiyona doğru yürümeye başlamıştık. Bugün gün boyu yattığımdan canım yürümek istiyordu. Yolları uzata uzata, dükkanlara bakarak gidiyorduk. Karadeniz bir an önce pansiyona gitmek istediğini belli ediyordu ancak sırtımda o ağır çantası yokken dükkan dükkan gezmek istiyordum ben. Gittiğim her tatilden o yöreyi hatırlatacak ufak ufak buzdolabı süsü almak gibi bir adetim vardı. Gözlerimle bu süsleri arayarak geziyordum. Süsleri elime alıp, fiyatını sorup tekrar bırakıyordum. Daha iyi ve daha ucuzunu gezerek bulabilirdim! Karadeniz gittikçe huysuzlanmaya başladı. Ben gezmek istediğimi hissettirdiğimde dayanamayıp patladı artık! "Ayağımda ki parmak arası terlik canımı acıttı" Bu sözünden sonra gezme isteğimden vazgeçmiştim ama Karadeniz durmak bilmiyordu. "Sen istedin diye bankaya kadar yürüyüp geldik...Sana pansiyona dönelim diyorum... Bla bla bla... " Aman Allahım ne kadar içinde biriktirmiş. Benim bankaya diye gittiysek de sende kendi hesabına baktın. Hem çektiğim parayla sana borcumu ödeyecektim! Bana iyilik için sakat ayağıyla yürüdüğünü yüzüme şapar gibi vura vura söylediği için minnet yerine öfke duymuştum. Lafını uzattığı ve beni azarlar gibi konuştuğu için dayanamamış "yeter artık sus!" dediğimde Karadeniz beni tekrar iki kolunun arasına almıştı. Bu da neydi şimdi? Bugün ikinci kez sarılıyordu bana. Ne oluyor Karadeniz? Seviyor musun, dövüyor musun?
Pansiyonun zemin katında ki koltuklara oturduk. Pansiyon baba, pansiyon kız ve pansiyon annede oradaydı. Pansiyon oğul ortalarda görünmüyordu. Karadeniz gazete okumaya başlamıştı. Pansiyon baba konuşmalarında son derece sertti, ailede otoritenin hakim olduğunu otoriteninde kendi elinde olduğunu hissettiriyordu. Uzun yıllar sigara içtiği ses tonundan belli oluyordu. Ciğerlerinde sigaradan dolayı yılların biriktirmiş olduğu balgamı söküp atmak istercesine öksürüyordu. Otoritesi bana sökmeyeceğinden sigaranın zararlarından bahsettim biraz. "Çabucak ölürümde bunlar da bayram eder!" diyordu Pansiyoncu baba. Bu sözü karşısında kimse cevap vermemişti. Ailenin diğer bireyleriyle doğru ve güzel iletişim kuramayan pansiyoncu baba çevresine korku salarak, ulaşılamaz, güçlü, sert olduğu mesajlarını veriyordu. Tipik bir Türk erkeğiydi işte. Biraz önce Karadenizde ahanda bu adam gibiydi. Şu anda ise o asabi halinden eser yoktu, melek gibi oturuyordu. Ailecek işlettip, para kazandıkları halde çocukların sigortalarını yatırmayan pansiyoncu baba, pansiyonun bakımından ve giderlerinden bahsediyordu. Pansiyoncu oğul bu çalışma hayatından memnun olmasa gerek gece geç saatlere kadar dışarda arkadaşlarıyla vakit geçiriyor, eve alkollü olarak dönüyordu. Bütün bu aile içi entrikalar arasında olan Pansiyoncu anneye oluyordu. Bu otoriter baba ile otoriteyi takmayan evlat arasında kalan pansiyoncu anneye Allah sabır versin. Ailede en ılımlı, güler yüzlü, iletişim kurabileceğim kişi Pansiyoncu kız gibi görünüyordu. Mutfakta demlediği çaydan Karadenizle banada birer bardak getirmişti.
Karadenizle benim ikimizin başındada beyaz şapka vardı. Bir gezi sırasında güneşten korunmak için alel acele aldığım ucuz, adi şapkam hala duruyor. Karadeniz ise şapkasını Kabak Koyunu tırmanırken oturduğumuz bir ağaç kütüğünün arkasında bulmuştu. Kütüğün üstüne oturan başka bir yolcunun başından düşmüş olmalıydı. Karadenizin başında ki şapkayı yürüşün sonunda ben almıştım. Kaliteli ve sağlam olan bu şapkayı hala kullanıyorum. Başımda emanet gibi duran şapkamın üzerinde ki metal Micheal Jordan figürünü çıkartıp şapkayı atmayı düşünüyorduk. Karadeniz öyle istemişti. Micheal Jordan figürünü çıkaramadığından bu isteği gerçekleşmemişti.
Odamıza çıktığımızda yıkanmış, paklanmış çamaşırlarımızı katlayıp çantalarımıza yerleştirmeye başlamıştık. Bir fırsatını bulup Karadenize olan çadır, uyku tulumu, mat, yol parası olan 200 TL borcumu yatağının üzerine koymuştum. Parayı farkettiğinde eline almış, nereden çıktı bu der gibi paraya bakıyordu. Borcum olan parayı kabul etmez düşüncesiyle ve parayı alan - veren arasında ki diyaloglarda yaşanacak mahcubiyetin önüne geçmek için bırakmıştım parayı oraya. "Sana borcum olan para o" dediğimde söylediklerimi tekrar ederek almıştı parayı. Başka seçenek bırakmamıştım ona.
Malzemelerimizi yerleştirdikten ve çantalarımızı hazırlayıp kenara koyduktan sonra yatıp, uyumuştuk. Gece bir ara wc'ye kalktığımda "nereye gidiyorsun?" diye sormuştu Karadeniz. Gezmeye gidiyorum nereye olacak? Lavaboya gideceğimi söylemiştim. Tavşan uykusu gibi hafif uyuyordu. Bir gece daha böylelikle sona ermişti.
Bu tutulmuş boyunla denize girmek mümkün değildi. Üstelik hava bulutlu ve soğuktu. Suda soğuk olmalıydı, tutulmuş boynumun gevşemesi ve rahatlaması için sıcak suya ihtiyaç vardı. Bugün de denize girme hayalim kursağımda kalmıştı. Bir kaç damla yağmur yağmaya başlamıştı. Eyvah!! En azından deniz kenarında yatıp uzandığım keyfim sona ermeseydi, yağmur yağarsa herşey sona erip pansiyona dönmek zorunda kalabilirdik. "Allah'ım lütfen yağmur yağmasın lütfen!" diye sesli olarak dua etmeye başladım. Karadeniz alaycı bir ses tonuyla bu yağmuru Allah' mı yağdırıyor? diye sordu. Hiç şüphe etmeden "tabi ki" dedim. Yanlış cevap vermişim gibi tepki göstermişti. "Peki kim yağdırıyor?" diye sormuştum. Tabiat kurallarından bahsetmeye başlamıştı. "Yağmurun oluşmasında 2 işlem gerçekleşiyor. Yoğunlaşma ve buharlaşma. Güneş ışığının etkisi ile her gün yüz binlerce metreküp su buharlaşarak atmosfere doğru yükseliyor. Ve yükseldikçe soğumaya başlıyor. Öyle biran geliyor ki su buharı işinin çok düşük olduğu bir bölgeye geliyor. Soğuk hava katmanına rastlayan buhar tanecikleri havadaki toz parçacıklarına tutunarak su damlaları haline dönüşüyor. Bunlar birleşerek bulutları oluşturuyor. Bu su damlacıklarının yeryüzüne düşmesi yani yağmur oluşturması için belirli bir büyüklüğe gelmesi gerekiyor. Bu da yüz binlerce su damlacığının birleşmesi anlamına geliyor. Yeterli büyüklüğe ulaşınca yerçekiminin etkisiyle yere düşmeye başlıyor. Bütün bu anlattığımız işlemler ise ortalama 8 gün sürüyor."
O kadar kesin, net ve tereddütsüz bilgileri saydığında cevap verememiştim. Bu bilgileri ilkokul ve ortaokulda bende öğrenmiştim ancak onun gibi bildiklerimi ardı ardına sayamazdım. Böyle bir yeteneğim yok benim. Tamam yağmur bu şekilde belirli kurallara dayanarak oluşuyor ancak bu kuralları kim belirlemiş? Su, neden hidrojen ve oksijen elementlerinden oluşuyor, neden başka elementler değil? Suyun buharlaşması için gereken sıcaklığı sağlayan Güneş ve onun sistemi ve uzayda ki sonsuz sistemler nasıl ve neden oluşmuştu? Aynı coğrafi ve iklim özelliklerine sahip bir bölgede bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyorken, bir kaç metre ilerisinde gram yağmur yağmıyor. Neden? Bunun bilimsel bir açıklaması ve kuralı olsada bu kuralı kim koymuş? Neden böyle? Kim böyle olmasını istemiş? Neden insanoğlu 9 ay 10 gün, filler 20 ay sonra doğum yapıyor? Neden 9 ay 10 günde doğması gereken bebek geç doğduğunda plesanta zayıflıyor ve bebek kakasını yutup ölebiliyor? Geç doğumun nedeni tam olarak bilinmiyor. Bir günde doğum yapan yüzlerce kadının % 3-4 ü geç doğum yapıyor. Kim ve neden bu kadınları seçiyor? Geçen sene evlenen ve çok sevdiğim bir arkadaşımın sakat bir bebeği olacak ve doğumundan 1 yıl sonra bebeğin ölmesine kesin gözüyle bakılıyor. Neden milyarca kadının değilde dünya tatlısı arkadaşımın başına bu durum geldi? Bundan 5 yıl önce evlilik deyince köşe bucak kaçan ben, şimdi koca diye ağlar oldum. Neden 5 yıl önce değil de şimdi? Neden yüzlerce erkek dururken Karadenizin peşinden koyun gibi gidiyordum? Neden bütün erkekler itici geliyorken onun bütün odunluğuna ve kazıklığına rağmen bana çekici geliyordu? Neden? Neden? Neden? Bu ve bunun gibi yüzlerce cevapsız soru. Bilim "nasıl?" sorusunun cevabını verebiliyordu ancak "neden?" sorusu karşısında cevapsız kalıyordu. Neden sorusuna cevap verebilecek belki ilerleyen yıllarda ancak bunu göremeyeceğim kesin. "Neden?" sorusunun cevabını ise din veriyordu. Teknoloji geliştikçe cevapsız soruların azalması gerekirken, gittikçe karmaşıklaşan ve terimlerle açıklamaya çalıştığımız tuhaflıklar zinciri ortaya çıkmıyor mu? Bu nasıl dünya? Ben kimim? Yeter bu kadar cevapsız soru. Plaja geri dönüyoruz. Bu arada dualarım kabul olmuş o gün hiç yağmur yağmamıştı. Öğleden sonra güneş bile açmıştı.
Karadeniz arada denizde yüzüp geri geliyordu. Gözümde gözlük olduğu için nereye baktığım anlaşılmıyordu. Yüzüm güneşten yanmasın diye başımın bir çoğunuda kapatmıştım. Kamuflaj elbisesi giymiş gizli ajanlar gibiydim vayahut kendini gizli ajan sanan kafasını toprağa gömmüş bir devekuşu olmalıydım. Karadeniz denizde yüzerken onu takip ediyordum. Bunu yaparken suçluluk ve utanma duygularını da hissediyordum ancak nasılsa onu takip ettiğimi görmüyordu. Yüzüp geri döndüğünde ıslak kedi yavrusu gibi görünüyordu. Ayağında ki parmak arası terliklerini eline alıp yüzmenin, denizde kulaç atmanın daha kolay olduğunu söylüyordu. Söylediklerine karşılık yattığım yerden kikir kikir güldüm. İlgisiz ve umursamazmış gibi davranıyordum.
Karadenizden bir kere daha boynuma masaj yapmasını istedim. Günün keyfini çıkartıp, yüzüp gelen oydu. Bense kazık gibi yatmaktan başka bir şey yapamıyordum. Bari masaj yaptırayımda iki taraf için güzel bir gün olsun. Karadeniz bu sefer masaj yaparken ağrıyan bölgenin üzerine üzerine bastırarak masaj yapıyor, canımı acıtıyordu. Benden tepki gelmedikçe bastırmaya ve canımı yakmaya devam ediyordu. Masaj yapmayı bırakmasını istemediğimden canımın yandığını ufak ufak offlayarak belli ediyordum ancak bunları dikkate almadığından daha fazla tepki vermek zorunda kaldım. Ondan sonrada masaj yapmayı bıraktı zaten. Kendisinden masaj yapmamı istememem için mi böyle yapmıştı yoksa? Pet şişenin dibinde kalan zeytinyağını elime, yüzüme ve saçlarıma sürmüştüm. Hakiki el yapımı zeytinyağı şifa kaynağıydı! Saçlarım ahenkle dans edecek, bir güzellik abidesine dönüşecektim! Yağlı güreşçilere benzemiş, saçlarım vıcık vıcık yağ olmuştu.
Plaja köpeğiyle hava atmaya gelen bir genç geldi. Denize içi yarım deniz suyuyla dolu pet şişeyi atıyor, köpeği denize koşarak gidip yüzerek alıp o şişeyi getiriyordu. Onları izlemek keyifliydi. Bir zaman sonra başka köpeklerde gelmişti plaja. Duyan geldi plajı!
5-6 saattir robot gibi yatmıştım. Boynumun ağrısı dışında şikayet edebileceğim hiç bir şey yoktu. Herşey iyiydi hastı ancak artık gitmeliydik. Pansiyona doğru yürümeye başladık. Çarşıda yol ayrımına geldiğimiz de "söyle bakalım hangi yoldan gideceğiz?" diye sordu Karadeniz. Boynum yüzünden görüş mesafem sadece gözümün önü olduğundan yürüdüğümüz yolları çok inceleyememiştim. Boynumu döndüremediğimden etrafıma bakmak için çevremde 360 derece dönüp gideceğimiz yolun hangisi olduğunu anlamaya çalışıyordum. Bu halim çok sevimli, şirin ve zavallı gelmiş olmalıydı Karadenize. "Bilmiyorum" dediğimde beni iki kolunun arasına alarak gülmüştü. Bu sarılmada neydi şimdi? Nerden çıktı? Sarılmanın altında başka anlamlar aramalımıydım? Yok yahu biz arkadaşız. Arkadaşlar arasında böyle şeyler olması gayet normaldi! Çok fesatsın Haccecan. Sende fesatsın okuyucu! Gideceğimiz yolu gösterdikten sonra o yoldan yürümeye başlamıştık.
Pansiyona girdiğimizde hemencecik duşa girdim. Zeytinyağını beleş bulupta kafama sürdüğüm için pişman olmuştum. Defalarca şampuanlamama rağmen saçlarım yağdan arınmamıştı. Pansiyoncu anneden bulaşık detarjanı mı istesem acaba? Belki saçlarımda ki yağ çözülürdü. Saçlarımı yıkamama rağmen ahenk saçlarımla dans etmeye gelmeyecekti. Varsın bu seferde gelmesin. Napıyım yani? Öleyim mi?
Ben duştayken Karadeniz de balkonda bekliyordu. Ben duştan çıktıktan sonra o duşa girmiş ben onu balkonda bekliyordum. Hazırlanıp dışarı çıktık. Bankamatiğe gidip hesabımdan para çekmem gerektiğinden sora sora benim bankaya doğru gittik. Çantamı tutması için Karadenize verdim, maaşım hesabıma yatmıştı. Hesabımda ki parayı gören Karadeniz "oooo baya zenginsin" dediğinde "İstersen sana faizli borç para verebilirim" diye takıldığım Karadeniz "şimdi ben istesem hesabıma 5 milyar bile yatırırlar" cevabını verdi. "Senin parana kalmadım ben senden daha iyi durumdayım" demişti kibarlaştırarak...
Para çektikten sonra onun bankasına doğru yürüdük. Hesabına bakıyordu oda. Kredi kartı borcu beklediğinden fazla geldiğinden nerede harcamış olabileceğini düşünüyordu. Ödemeyi bankamatikten yapacakken vazgeçmişti. Sonra dün yemek yediğimiz Ali baba'ya gittik. Bu sefer başka yerde yemek yiyelim diye düşünsekte "yemek fiyatlarını dükkanın önünde bir yazı tahtasında yazan ve bildiğimiz Türk yemekleri yapan Ali Baba'da yemeyi tercih etmiştik tekrar. Diğer lokantalar fiyatlarını açıkça belirtmemişlerdi. Süpriz bir kazık yemek istemiyorduk. Daha doğrusu bu kararı Karadeniz vermiş ben kararına ortak olmuştum.
Yemek siparişi vermiştik. Karşımda ukala, kibirli ve kasıntı Karadeniz vardı. Gözlerini sürekli benden kaçırıyordu. Bazen sağa, bazen sola bakıyordu. O kadar dikkatli bakıyordu ki bazen bende "neye bakıyor ki?" diyerek baktığı yöne doğru bakıyordum. Hiç bir şey yoktu! Ben yemeği çok yavaş yediğimden çoktan yemeğini yiyen Karadeniz beni bekliyordu. Aman Allahım oda ne? Dişinin arasına kaçmış yemek artığını eliyle çıkarmaya uğraşıyor!!! Iyyyy Şu an abest gelsede o an hiç yadırgamamıştım. Yaptığı hoş görülmediği için masada bulunan kürdanlardan bir tanesini Karadenize uzattım. Mesajı anlamıştı. Dişini karıştırışı görgü kurallarını çok takmadığı ve kimsenin umrunda olmadığı mesajlarını veriyor gibiydi.
Yemekten sonra pansiyona doğru yürümeye başlamıştık. Bugün gün boyu yattığımdan canım yürümek istiyordu. Yolları uzata uzata, dükkanlara bakarak gidiyorduk. Karadeniz bir an önce pansiyona gitmek istediğini belli ediyordu ancak sırtımda o ağır çantası yokken dükkan dükkan gezmek istiyordum ben. Gittiğim her tatilden o yöreyi hatırlatacak ufak ufak buzdolabı süsü almak gibi bir adetim vardı. Gözlerimle bu süsleri arayarak geziyordum. Süsleri elime alıp, fiyatını sorup tekrar bırakıyordum. Daha iyi ve daha ucuzunu gezerek bulabilirdim! Karadeniz gittikçe huysuzlanmaya başladı. Ben gezmek istediğimi hissettirdiğimde dayanamayıp patladı artık! "Ayağımda ki parmak arası terlik canımı acıttı" Bu sözünden sonra gezme isteğimden vazgeçmiştim ama Karadeniz durmak bilmiyordu. "Sen istedin diye bankaya kadar yürüyüp geldik...Sana pansiyona dönelim diyorum... Bla bla bla... " Aman Allahım ne kadar içinde biriktirmiş. Benim bankaya diye gittiysek de sende kendi hesabına baktın. Hem çektiğim parayla sana borcumu ödeyecektim! Bana iyilik için sakat ayağıyla yürüdüğünü yüzüme şapar gibi vura vura söylediği için minnet yerine öfke duymuştum. Lafını uzattığı ve beni azarlar gibi konuştuğu için dayanamamış "yeter artık sus!" dediğimde Karadeniz beni tekrar iki kolunun arasına almıştı. Bu da neydi şimdi? Bugün ikinci kez sarılıyordu bana. Ne oluyor Karadeniz? Seviyor musun, dövüyor musun?
Pansiyonun zemin katında ki koltuklara oturduk. Pansiyon baba, pansiyon kız ve pansiyon annede oradaydı. Pansiyon oğul ortalarda görünmüyordu. Karadeniz gazete okumaya başlamıştı. Pansiyon baba konuşmalarında son derece sertti, ailede otoritenin hakim olduğunu otoriteninde kendi elinde olduğunu hissettiriyordu. Uzun yıllar sigara içtiği ses tonundan belli oluyordu. Ciğerlerinde sigaradan dolayı yılların biriktirmiş olduğu balgamı söküp atmak istercesine öksürüyordu. Otoritesi bana sökmeyeceğinden sigaranın zararlarından bahsettim biraz. "Çabucak ölürümde bunlar da bayram eder!" diyordu Pansiyoncu baba. Bu sözü karşısında kimse cevap vermemişti. Ailenin diğer bireyleriyle doğru ve güzel iletişim kuramayan pansiyoncu baba çevresine korku salarak, ulaşılamaz, güçlü, sert olduğu mesajlarını veriyordu. Tipik bir Türk erkeğiydi işte. Biraz önce Karadenizde ahanda bu adam gibiydi. Şu anda ise o asabi halinden eser yoktu, melek gibi oturuyordu. Ailecek işlettip, para kazandıkları halde çocukların sigortalarını yatırmayan pansiyoncu baba, pansiyonun bakımından ve giderlerinden bahsediyordu. Pansiyoncu oğul bu çalışma hayatından memnun olmasa gerek gece geç saatlere kadar dışarda arkadaşlarıyla vakit geçiriyor, eve alkollü olarak dönüyordu. Bütün bu aile içi entrikalar arasında olan Pansiyoncu anneye oluyordu. Bu otoriter baba ile otoriteyi takmayan evlat arasında kalan pansiyoncu anneye Allah sabır versin. Ailede en ılımlı, güler yüzlü, iletişim kurabileceğim kişi Pansiyoncu kız gibi görünüyordu. Mutfakta demlediği çaydan Karadenizle banada birer bardak getirmişti.
Karadenizle benim ikimizin başındada beyaz şapka vardı. Bir gezi sırasında güneşten korunmak için alel acele aldığım ucuz, adi şapkam hala duruyor. Karadeniz ise şapkasını Kabak Koyunu tırmanırken oturduğumuz bir ağaç kütüğünün arkasında bulmuştu. Kütüğün üstüne oturan başka bir yolcunun başından düşmüş olmalıydı. Karadenizin başında ki şapkayı yürüşün sonunda ben almıştım. Kaliteli ve sağlam olan bu şapkayı hala kullanıyorum. Başımda emanet gibi duran şapkamın üzerinde ki metal Micheal Jordan figürünü çıkartıp şapkayı atmayı düşünüyorduk. Karadeniz öyle istemişti. Micheal Jordan figürünü çıkaramadığından bu isteği gerçekleşmemişti.
Odamıza çıktığımızda yıkanmış, paklanmış çamaşırlarımızı katlayıp çantalarımıza yerleştirmeye başlamıştık. Bir fırsatını bulup Karadenize olan çadır, uyku tulumu, mat, yol parası olan 200 TL borcumu yatağının üzerine koymuştum. Parayı farkettiğinde eline almış, nereden çıktı bu der gibi paraya bakıyordu. Borcum olan parayı kabul etmez düşüncesiyle ve parayı alan - veren arasında ki diyaloglarda yaşanacak mahcubiyetin önüne geçmek için bırakmıştım parayı oraya. "Sana borcum olan para o" dediğimde söylediklerimi tekrar ederek almıştı parayı. Başka seçenek bırakmamıştım ona.
Malzemelerimizi yerleştirdikten ve çantalarımızı hazırlayıp kenara koyduktan sonra yatıp, uyumuştuk. Gece bir ara wc'ye kalktığımda "nereye gidiyorsun?" diye sormuştu Karadeniz. Gezmeye gidiyorum nereye olacak? Lavaboya gideceğimi söylemiştim. Tavşan uykusu gibi hafif uyuyordu. Bir gece daha böylelikle sona ermişti.
bu yazıları ve yapılan yorumları karadeniz okuyor mu bilemem ama;-yağmurun yağmasındaki ilkokulda öğrendiğimiz gayet bilindik-bilimsel gelmeyecek kadar sıradan bir olayı açıklama gereksinimi duyması bana açıkçası absürt geldi..bunu ilkokul 4. sınıf öğrencisi de biliyor gibi bir cevabı haketmiş..
YanıtlaSilayrıyeten onun şahsına eleştirisel bir yorum olarak algılanmamak kaydıyla şunuda belirtmek istiyorum..bu da benim kuranım,bu da benim inancım,bu da benim vs vs..'m gibi yaklaşımlarda bulunan birçok insan gördüm bu insanlar çok detaycı olduklarından normal şeyleri gözlerinden kaçırırlar ve çevreyi sürekli ders niteliğinde yorumlarıyla boğarlar,ilginç ötesi yorumları bitmez,bilgi deryasında kulaç atarmışçasına bitmez yorumları..gözden kaçırılan -inanç-noktası olunca olaya bakış açısı bilimsel verilerle sebep sonuç ilişkisinden öteye geçemeyerek hep muallakta kalır..
bir yazında ben bir yorum yapmıştım haccecan,bilginin önemini vurgulayan..insan her şeyi bilmeye kabil olamaz ama bilmesi gereken şeylere kabil olursa bilmediği şeyler hakkında düşünce bazında bir öngörü sahibi olur..çok bilgi çok şey değildir,net bilgi çok şeydir..yani demek istediğim o yorumumda ben anlatmaya çalıştığım şeyde ne kadar haklı olduğumu farkettim..
insan sevdiği şeyi farklı görür,o'nun her yaptığı şeyi farklı yorumlar..hatta ve hatta cahilliğinden sussa 'ay ne kadar mütevazi'cahilliğinden konuşsa'ay ne kadar bilgili' der-iz..bunu hepimiz yaşamadıysakta bir çoğumuz yaşamız olmalıyız..
haccecan bu yorumu ister yayınla ister oku sil,nasıl uygun görürsen öyle yap:)) biraz anlatılanın haricinde oldu malum:)
okuyucuya gönderme yapılıyor,e okuyucu da gönderme yapsın az buçuk di mi:P
bu yazıları ve yapılan yorumları karadeniz okuyor mu bilemem ama;-yağmurun yağmasındaki ilkokulda öğrendiğimiz gayet bilindik-bilimsel gelmeyecek kadar sıradan bir olayı açıklama gereksinimi duyması bana açıkçası absürt geldi..bunu ilkokul 4. sınıf öğrencisi de biliyor gibi bir cevabı haketmiş..
YanıtlaSilayrıyeten onun şahsına eleştirisel bir yorum olarak algılanmamak kaydıyla şunuda belirtmek istiyorum..bu da benim kuranım,bu da benim inancım,bu da benim vs vs..'m gibi yaklaşımlarda bulunan birçok insan gördüm bu insanlar çok detaycı olduklarından normal şeyleri gözlerinden kaçırırlar ve çevreyi sürekli ders niteliğinde yorumlarıyla boğarlar,ilginç ötesi yorumları bitmez,bilgi deryasında kulaç atarmışçasına bitmez yorumları..gözden kaçırılan -inanç-noktası olunca olaya bakış açısı bilimsel verilerle sebep sonuç ilişkisinden öteye geçemeyerek hep muallakta kalır..
bir yazında ben bir yorum yapmıştım haccecan,bilginin önemini vurgulayan..insan her şeyi bilmeye kabil olamaz ama bilmesi gereken şeylere kabil olursa bilmediği şeyler hakkında düşünce bazında bir öngörü sahibi olur..çok bilgi çok şey değildir,net bilgi çok şeydir..yani demek istediğim o yorumumda ben anlatmaya çalıştığım şeyde ne kadar haklı olduğumu farkettim..
insan sevdiği şeyi farklı görür,o'nun her yaptığı şeyi farklı yorumlar..hatta ve hatta cahilliğinden sussa 'ay ne kadar mütevazi'cahilliğinden konuşsa'ay ne kadar bilgili' der-iz..bunu hepimiz yaşamadıysakta bir çoğumuz yaşamız olmalıyız..
haccecan bu yorumu ister yayınla ister oku sil,nasıl uygun görürsen öyle yap:)) biraz anlatılanın haricinde oldu malum:)
okuyucuya gönderme yapılıyor,e okuyucu da gönderme yapsın az buçuk di mi:P
Bu yazıları Karadenizin okuduğunu sanmıyorum. Birgün okuyacağınıda biliyorum. Tam olarak ne tepki vereceğini kestiremesemde, genel olarak benim yanlış anladığımı, onu yanlış algıladığımı düşüneceğini düşünüyorum. Karadeniz tüm evreni kapsayan bir sevgisi olduğunu söylüyordu. Söylediği sevgisinin ne kadar büyük olduğunu davranışlarında görüp göremeyeceğimi henüz bilmiyorum. Eğer sevgisi bu kadar büyük ise bütün bu yazılıp çizilen herşeyi hoşgörecektir.
YanıtlaSilBir sene öncesini yazmaya çalıştığımı göz önüne almanı istiyorum. Konuşulanları ve yaptıklarımızı birebir hatırlamam mümkün değil. Olayların ve Karadenizin sözlerinin bende hissettirdiklerini hatırlıyorum sadece. Bu hissettiklerimi yokladığımda nasıl ve neden böyle hissettiğimi düşünüp olayları yarım yamalak hatırlıyorum. Bir bütün halinde size sunmaya çalışıyorum. Yaşadığım ve hissettiğim olayların karşılığına denk gelen kelimeleri seçip, bulmak, düşünmek ve yazmak.... Bunların hiç birisi kolay şeyler değil... Bir hatam olmuşsada Karadenizde dahil herkesin affına sığınıyorum...
Yağmurun yağması konusunda tam olarak bu sözleri söylememişti. Havada biriken su damlacıkları ve gazların etkisiyle yağmurun oluştuğunu söylediğini hatırlıyorum. Onun söylediği bilimsel kelimeleri hatırlayamıyorum. Bu yazıda anlatılan yağmurun gerçekleşmesi olayı başka bir yerden alıntıdır.
Sonuçta Karadeniz yağmurun yağmasını bilimsel olarak açıklayan sözlerle anlattığı için benim yazım ile onun sözleri arasında çok çelişki yok...
Karadeniz bilgi ve bilimin güç olduğunu düşünüyordu...
Burda çok yorum yapmam anlamsız... Daha olayların çok başındayız... Karadeniz konusunu tam kapatabilmem için olaylar zincirinin hepsini göz önüne almam gerek... Bu yazı dizisine en çok benim ihtiyacım var... Yazdıkça bunu daha iyi anlıyorum...
Benim yazdıklarım bana ait hisler, düşünceler ve olayların benim gözümden algılanmış şeklini okuyorsunuz.... Karadeniz hakkında ne düşünürseniz düşünün önyargılı bir düşünce olacaktır. Karadenizi tarafsız anlatan birisinden veyahut kendisinden dinlemeniz çok daha tarafsız ve doğru olurdu...Malesef böyle bir şansınız olmadığı için Karadeniz hakkında bir yargı veya hükme varmamak en doğrusu olacaktır....
Sevgiler Allımorlu...
Bu yazıları Karadenizin okuduğunu sanmıyorum. Birgün okuyacağınıda biliyorum. Tam olarak ne tepki vereceğini kestiremesemde, genel olarak benim yanlış anladığımı, onu yanlış algıladığımı düşüneceğini düşünüyorum. Karadeniz tüm evreni kapsayan bir sevgisi olduğunu söylüyordu. Söylediği sevgisinin ne kadar büyük olduğunu davranışlarında görüp göremeyeceğimi henüz bilmiyorum. Eğer sevgisi bu kadar büyük ise bütün bu yazılıp çizilen herşeyi hoşgörecektir.
YanıtlaSilBir sene öncesini yazmaya çalıştığımı göz önüne almanı istiyorum. Konuşulanları ve yaptıklarımızı birebir hatırlamam mümkün değil. Olayların ve Karadenizin sözlerinin bende hissettirdiklerini hatırlıyorum sadece. Bu hissettiklerimi yokladığımda nasıl ve neden böyle hissettiğimi düşünüp olayları yarım yamalak hatırlıyorum. Bir bütün halinde size sunmaya çalışıyorum. Yaşadığım ve hissettiğim olayların karşılığına denk gelen kelimeleri seçip, bulmak, düşünmek ve yazmak.... Bunların hiç birisi kolay şeyler değil... Bir hatam olmuşsada Karadenizde dahil herkesin affına sığınıyorum...
Yağmurun yağması konusunda tam olarak bu sözleri söylememişti. Havada biriken su damlacıkları ve gazların etkisiyle yağmurun oluştuğunu söylediğini hatırlıyorum. Onun söylediği bilimsel kelimeleri hatırlayamıyorum. Bu yazıda anlatılan yağmurun gerçekleşmesi olayı başka bir yerden alıntıdır.
Sonuçta Karadeniz yağmurun yağmasını bilimsel olarak açıklayan sözlerle anlattığı için benim yazım ile onun sözleri arasında çok çelişki yok...
Karadeniz bilgi ve bilimin güç olduğunu düşünüyordu...
Burda çok yorum yapmam anlamsız... Daha olayların çok başındayız... Karadeniz konusunu tam kapatabilmem için olaylar zincirinin hepsini göz önüne almam gerek... Bu yazı dizisine en çok benim ihtiyacım var... Yazdıkça bunu daha iyi anlıyorum...
Benim yazdıklarım bana ait hisler, düşünceler ve olayların benim gözümden algılanmış şeklini okuyorsunuz.... Karadeniz hakkında ne düşünürseniz düşünün önyargılı bir düşünce olacaktır. Karadenizi tarafsız anlatan birisinden veyahut kendisinden dinlemeniz çok daha tarafsız ve doğru olurdu...Malesef böyle bir şansınız olmadığı için Karadeniz hakkında bir yargı veya hükme varmamak en doğrusu olacaktır....
Sevgiler Allımorlu...
Bu yazıları Karadenizin okuduğunu sanmıyorum. Birgün okuyacağınıda biliyorum. Tam olarak ne tepki vereceğini kestiremesemde, genel olarak benim yanlış anladığımı, onu yanlış algıladığımı düşüneceğini düşünüyorum. Karadeniz tüm evreni kapsayan bir sevgisi olduğunu söylüyordu. Söylediği sevgisinin ne kadar büyük olduğunu davranışlarında görüp göremeyeceğimi henüz bilmiyorum. Eğer sevgisi bu kadar büyük ise bütün bu yazılıp çizilen herşeyi hoşgörecektir.
YanıtlaSilBir sene öncesini yazmaya çalıştığımı göz önüne almanı istiyorum. Konuşulanları ve yaptıklarımızı birebir hatırlamam mümkün değil. Olayların ve Karadenizin sözlerinin bende hissettirdiklerini hatırlıyorum sadece. Bu hissettiklerimi yokladığımda nasıl ve neden böyle hissettiğimi düşünüp olayları yarım yamalak hatırlıyorum. Bir bütün halinde size sunmaya çalışıyorum. Yaşadığım ve hissettiğim olayların karşılığına denk gelen kelimeleri seçip, bulmak, düşünmek ve yazmak.... Bunların hiç birisi kolay şeyler değil... Bir hatam olmuşsada Karadenizde dahil herkesin affına sığınıyorum...
Yağmurun yağması konusunda tam olarak bu sözleri söylememişti. Havada biriken su damlacıkları ve gazların etkisiyle yağmurun oluştuğunu söylediğini hatırlıyorum. Onun söylediği bilimsel kelimeleri hatırlayamıyorum. Bu yazıda anlatılan yağmurun gerçekleşmesi olayı başka bir yerden alıntıdır.
Sonuçta Karadeniz yağmurun yağmasını bilimsel olarak açıklayan sözlerle anlattığı için benim yazım ile onun sözleri arasında çok çelişki yok...
Karadeniz bilgi ve bilimin güç olduğunu düşünüyordu...
Burda çok yorum yapmam anlamsız... Daha olayların çok başındayız... Karadeniz konusunu tam kapatabilmem için olaylar zincirinin hepsini göz önüne almam gerek... Bu yazı dizisine en çok benim ihtiyacım var... Yazdıkça bunu daha iyi anlıyorum...
Benim yazdıklarım bana ait hisler, düşünceler ve olayların benim gözümden algılanmış şeklini okuyorsunuz.... Karadeniz hakkında ne düşünürseniz düşünün önyargılı bir düşünce olacaktır. Karadenizi tarafsız anlatan birisinden veyahut kendisinden dinlemeniz çok daha tarafsız ve doğru olurdu...Malesef böyle bir şansınız olmadığı için Karadeniz hakkında bir yargı veya hükme varmamak en doğrusu olacaktır....
Sevgiler Allımorlu...
kuran-ı kerim'e benzetilmeye layık olan yeryüzünde bir nesne yoktur- ki kuran nesnel bir varlıkta değildir..bu ifade bana fazla geldi okuyup geçmeyi sindiremedim şahsen..
YanıtlaSilyargı ve hükümde bulunmakta bir çeşit hakka girmektir,bu da bize yakışmaz haccecancım:)
sevgiler bizden..