Görev Beni Çağırıyor... Seni de...

6 Eylül 2010 Pazartesi

Likya Yolu (12 Ekim 2009)



(Karadeniz yol boyunca yaşadıklarımızı, geçtiğimiz yerleri, mavi küçük bir not defterine yazmıştı. Not defterini kendim için almıştım, ancak Karadenizin ne zaman ve nasıl ele geçirip yazdığını hatırlayamadığım not defteri keşke şu an elimde olsaydı. Bu yazıyı yazmam çok daha kolaylaşacaktı...
Ancak Likya Yolunu o kadar çok kişi kaleme almışki. Yol boyunca nerede ne var, nereden su alınır, nerede su yok!, yol üzerindeki tesisler... hepsi yazılmış çizilmiş. Çokca yazılmış çizilmiş tekrar yazmak istemediğimden yaşadıklarımı, hissettiklerimi ve düşündüklerimi bir yıl öncesine gitmeye çalışarak yazmaya çalışacağım)
Likya yolu yürüşünde çadırda kaldığımız ilk gecenin sabahında, Karadeniz akşam söndürdüğümüz kamp ateşini tekrar yaktı. Su kaynatıp ballı çay yapıp kahvaltı yapmıştık. Karadenizin getirdiği metal su matarasının içine su koyup, yaktığımız ateşin kenarına koyarak kaynatıyorduk. Çay için şeker taşıyıp kendimize gereksiz yere yük edinmemek ve şekerin insan vücudunda yaptığı tahribatı bildiğimizden özellikle şeker yerine bal almıştık.
Düne göre nispeten daha iyiydim. Güzel bir uykuyu hiç bir ilaç ve doktora asla değişmem. Vücudumun uzun süredir bu denli karşılaşmadığı yorgunlukla baş edip edemeyeceğine görecektim. Kahvaltıdan sonra, cadırlarımızı toplamaya başladık. Dün çıkardığım kıyafetleri başka bir poşetin içine koyup sırt çantamın içine yerleştirdim. Kirli ve temiz çamaşırların birbirleriyle temas etmesini istemiyordum. Matımı katlayıp, uyku tulumumu kılıfının içine yerleştirdim. Sırt çantamı, matı ve uyku tulumunu çadırın dışına çıkardım. Çadırın dış tentesini çıkardıktan sonra çadırın iskeletini çıkarmadan havaya kaldırıp, çadırın içine girmiş toz, çöp ne varsa silkeledim. Çadırın iskeletini  çıkarıp katladım ardından çadırı katlayıp kılıfının içine yerleştirdim. Çadırı topladım dediğimde yaptığım bütün işlemler bunlardan ibaret. Sırt çantamın içinde kıyafetlerim vardı. Dışına ise mat, uyku tulumu ve çadırı çengelli lastik ile bağlamıştık. İlk günler çantanın dışına çengelli lastikle eşyaları bağlamayı beceremediğimden Karadeniz bağlıyordu. Çantanın yan taraflarında yürürken içtiğimiz suyum vardı. Karadenizle birbirimize karşı soğuk, mesafeli ve dikkatliydik. 
Toparlandıktan sonra sırt çantalarımızı alıp oradan ayrıldık. Aşağı doğru inmeye başladık. Bir çeşmede durduk. Karadeniz boşalan su şişelerimizi dolduruyordu. Sırtlarında yükleri ile kadınlar geçti yanımızdan. Ömür boyunca o yükleri taşımış kadınları artık daha iyi anlıyordum. 
Faralyaya vardığımızda Kelebekler vadisinin orda fotoğraf çekindik. Çevrede bizden başka kimse olmadığı için sırayla birbirimizin fotoğrafını çekiyorduk. Karadeniz fotoğrafımı çekerken rahat poz veremiyordum. Likya yolu yürüyüşü boyunca çekindiğim bütün fotoğraflarda asık suratlı, çirkin, ablak suratlı buluyordum kendimi. Kapalı olan cep telefonumu açtım. Şarjını dikkatli harcıyordum. Cep telefonuma ardı ardına mesajlar gelmeye başladı. Kızkardeşim, "Gözün aydın hala oldun" diye mesaj atmıştı. Abimin bir kızı olmuştu. Çok mutlu olmuştum. Abimi tebrik etmek için aradım. Nur topu kara-kuru bir kızları olmuştu.  Bir yandan telefonla bana çok benzettikleri yeğenim hakkında konuşuyorken bir yandan yolda yürüyordum. Arkamdan Karadeniz seslenip yanlış yolda gittiğimi söylediğinde geri döndüm. Karadeniz dağa doğru tırmanmaya başlamıştı. Of ya olamaz, ben yokuş çıkmaktan nefret ediyordum! Üstelik sırtımda bu kadar yükle! Yokuş çıkarken kalp atışlarım hızlanıyor, terliyor, nefes alamayacak hale geliyordum. Bu düz yolda yürümek varken bu yollarda yürümenin mantığı nedir ki! İçimden söylene söylene devam ediyordum. Ara ara 1-2 dakikalık su ve soluklanma molası veriyorduk.  (Bunları yazarken yürüdüğümüz yollar aklıma geliyor. Tekrar o yolları yürüyorum sanki.) Dağı tırmandıktan sonra nispeten daha düz patika yollarda ilerliyorduk. Karadeniz hikayeler anlatmaya başladı. Yolda gördüğü her ev için şu ev kaç liradır acaba? diye soruyor, bütün herşeyi bırakıp yeni bir hayata başlama planlarından bahsediyordu. Şurada çok güzel otantik bir yer açıp gelen gidene çay ikram edip kendi yağında kavrulacağı bir hayatının olmasını istediğinden bahsediyordu. 
Kabak Köyüne vardığımızda bakkaldan dondurma aldık. Yol boyunca en keyif aldığım an bu andı. Dondurma!  Ellerimizde dondurma yiyerek yürümeye devam ediyoruz. Nazmiye Teyzenin pansiyonunda mola veriyoruz. Sohbet etmeye başladığımızda tek başına pansiyonu işlettiğini öğreniyoruz. "Siz evlimisiniz?" diye soran Nazmiye Teyzeye alel acele hayır arkadaşız diyoruz. Çeşmeden akan suda ellerimi yıkıyor, aynada kendime bakıyorum. Kendimi çok özlemişim. :)  Karadeniz; yolda yürürken açıkıp karnını doyurmak üzere  pansiyona uğramış Amerikalı turistlerle Nazmiye Teyze arasında tercümanlık yapmaya başlamıştı. Bir ara pansiyonun üst katından Kabak Koyunun ve çevrenin fotoğraflarını çekip aşağı indim. Kabak koyuna doğru aşağı inmek üzere çantalarımızı sırtlayıp yola devam ettik. Yolda bol bol keçiboynuzu ağaçlarını görüyor, arı vızıltılarını duyuyorduk. Kuş bakışı bir kaç adım ötede gibi görünen Kabak Koyuna yürü yürü yol bitmez hale gelmişti. Kabak koyuna nereden inebiliriz diye sorduğumuz bir tesisteki adam bize bile bile yalan söylemiş, kendi tesisine giden yolu doğru yol olarak göstermişti. Yolumuzu uzattığı için adama kızmıştım. Aptal adam! Aptal! Aptal! Karadeniz adama selam verip doğru yoldan devam etmişti. Bu adama selam mı verilirmiş! Karadenizede kızmıştım! Peşinden Karadenizi takip ediyordum. Nihayet Kabak Koyuna vardığımızda Çadırımızı kurmak için uygun bir yer bulup çadırımı açtığımda Karadeniz bu alana çadır kurmanın yasak olduğunu öğrenmiş, çadırımı kamp alanına doğru götürmüştü. Kamp alanında çadır kurmak için özel alanlar yapılmıştı. Ben çadırımı kurmakla uğraşırken Karadeniz yüzmek için deniz kenarına gitmişti. Mayomun üstüne şort giyip bende deniz kenarına gittim. Mayo giymeye, vücudumun büyük kısmı açıkta iken ortalıkta dolaşmaya alışık değildim, utanıyordum! Karadeniz birileri ile sohbet ediyordu. Deniz kenarında yürüyor ve ayağım ile suyun kavuşmasının mutluluğunu yaşıyordum. Ayaklarım çok hassaslaşmıştı. Havlumu Karadenizin yanına sermiş, uzanmıştım. Sohbet ettiği adamlar gittikten sonra bir süre sohbet ettik. Sonra deniz kenarında biraz yürüdük. Yanımda kaya gibi olan Karadeniz vardı. Çadırlarımıza doğru geri dönerken, yürümekten hassaslaşan ayaklarıma taşlar battığından canım çok acımış yürüyememiştim. Gülmeye başladım! Gülmeye başlamamla birlikte Karadenizde gülmeye başladı. Taşlardan dolayı canımın yandığını söyleyip kumların ordan yürümemi söylemişti. Ona bir şey söylememe gerek kalmadan olayı açıklayıp, çözümü söylemişti bile...
Kamp alanında duş alacak yerler ve yemek vardı. Su azlığı nedeniyle, güneş enerjisiyle ısıtılmış suyu soğutacak yeterli su olmadığından o duş keyfi haşlanma işkencesine dönüşsede, yıkanabildiğim için şükrediyordum.
Ardından akşam yemeği için bir masaya oturduk. Ana ve yavrularıyla bir sürü köpek vardı ortalıkta. O gece muzip Karadeniz gelmişti masaya. Açık hava ve loş ışık eşliğinde yediğimiz akşam yemeği ile bütün yorgunluğa, bütün bu zahmetlere değdiğini düşünüyordum. Başımı kaldırıp arada baktığım Karadenizin gözlerinde kaybolup gitmemek için başımı tekrar yemeğe çeviriyordum. Uzun süre gözlerine bakamıyordum. Arada yemekten arta kalanlarla masada ayaklarımın dibinde dolaşan köpek yavrusunu besliyordum. Köpek yavruları karnını nasıl doyuracağını çok iyi öğrenmiş. Bir geceliğine misafir olarak gelmiş insanların gözlerine masum masum bakıp besle beni diyorlardı! Yemeğinin ardından üşüdüğüm için kamp ateşinin yanına oturmuştuk. Muzip ve Hoşsohbetli Karadenizdi karşımdaki. Karadeniz askerlik anılarından anlatmaya başlamıştı.Askerliğin ve askerin Karadeniz için çok büyük önemi vardı. Hoşsohbetli olan Karadenizi dinlemekten sıkılmıyordum, peş peşe, ard arda konudan konuya geçip farklı şeylerden bahsedebiliyordu. Bilgi birimi çok fazlaydı.
Saat 23:00 gibi çadırlarımıza çekildik. Gözlerimden uyku akıyordu! İkinci gecede böylelikle bitmişti. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlarınızı Bekliyorum