Görev Beni Çağırıyor... Seni de...

2 Eylül 2010 Perşembe

Likya Yolu (10 Ekim 2009)



Otobüsün içinde bayan bir hostes karşıladı beni. Ankara'ya başka otobüs bulamamadığımdan 10-20 Tl fazla verip yazıhaneci kadının son model otobüsleri olduğunu söylediği firmadan bilet almıştım.  Sonradan bu para farkının nereden kaynaklandığını anladım tabi. Her koltuğun arkasında bulunan televizyon ekranından kulağınıza taktığınız kulaklık sayesinde istediğiniz kanalı seçip izleyebiliyordunuz. Kanalın bir tanesinde, otobüsün önüne takılmış kamera sayesinde gittiğiniz yol kenarında ki ağaçları, yolda seyir halindeki araçları, sokak lambalarını, sokak lambalarının yola yaptığı gölgeleri... Yolda ne var ne yoksa izleyebiliyorsunuz. Koltukların arasındaki mesafede öyle daracık değil. Yayıl yayılabildiğin kadar. Koltuğun altından çıkan ek bir alan sayesinde ise bacaklarınızı uzatabiliyordunuz. Bir otobüs koltuğunun televizyon koltuğu konforuna sahip olabileceğine ilk kez şahit oluyordum. Yan tarafımda ise kimse oturmadığından televizyon koltuğu bir anda çift kişilik yatak konforuna sahip olup çıkmıştı. Allahhh. bu yolculuğun sonu cennete gidiyor olmalıydı. Kanalın bir tanesinde ise sadece film  izleyebiliyorsun. Başrollerini Tolgahan Sayışman ile Fahriye Evcen'in oynadığı Aşk Tutulması adlı sinema filmini ilk defa bu yolculuğumda izledim. Aşkı hep filmlerde izleyen ve izledikleriyle aşkı öğrendiğini sanan toplumun bir ferdi olarak Likya Yolu macerasına doğru giderken bu filmi izlemem bir tesadüfmüydü? Likya yolunun sonunda yeni bir aşk mı doğuyordu? Filmin erkek jönü ne kadarda yakışıklı, gururlu ve çalışkandı. Tıpkı Karadeniz gibi! Filmin bayan başrol oyuncusuda bana ne kadar çok benziyordu. Hırçın, asi, dediğim dedik ve esmer güzeli! Sanırım hayaller aleminde yaşamaya bu filmi izlerken başladım. Yok çok önceden başlamıştım!. Aslında ben hep hayaller aleminde yaşıyordum. Gerçek dünyada benlik bir şey yoktu çünkü! Aşk tutulmasını izledikten sonra kanallar arasında zapping yapıp durdum. Mp3 çalarımda müzik dinledim. Sabaha kadar yarım saat ya uyumuş ya uyumamışımdır.
Ankara Aşti'ye sabah 8 civarında vardım. Karadenizi aradığımda telefonuna cevap vermedi. Tekrar aradığımda tekrar cevap vermedi. Ben iki defa aramıştım, yeter arayacaksa o beni arasın! Bu sefer onun aramasını beklemeye başladım. Dakikalar saat gibi gelmeye başladı. Kıllınmaya başlamıştım. Ne oluyo lan! Yoksa ekildim mi? Bak beni buralara kadar getirdi kendisi yok piyasada!. Güvenip gelirsen olacağı bu! Kızmıştım ve öfkelenmiştim. Bekletilmeyi hiç sevmezdim. Kimki o beni bekletiyorrrr!! Kendimi terkedilmiş, çaresiz, kandırılmış ve zavallı hissetmeye başlamıştım. Ben bu düşüncelerle boğuşup dururken 15-25 dakika sonra nihayet aramıştı. "Saat 9 gibi beklediğini erken geldiğimi" söyledi. O kadar umursamaz ve sakin bir ses tonuyla söyledi ki bu ses tonu kızgınlığımı dahada artırmıştı. Ancak bir şey demedim. "Sonra benim zaten 8'de orada olacağımı tahmin ettiğini" söyledi. "Artık ne düşüneceğimi ne hissedeceğimi de bilmiyordum. Beni Aştiden alması için 15-20 dakika kadar tekrar bekleyecektim.
..... 
Nihayet gelmişti. Telefonla Aştinin dışındaki yola doğru yürümemi söyledi. Sırtımda bir sırt çantası, elimde orta boy bir bavul ve bel çantamla birlikte yol kenarına kadar yürüdüm. Arabasıyla geldiği halde beni neden yol kenarına kadar yürütüyordu ki! Bir kızma sebebi daha!  Onu tanıyabilecekmiydim,  hangi arabadaydı acaba, yoksa yol kenarında bekleyenlerden birisimiydi? İlerdeki aracın içindeydi, sanki direksiyon olduğu yeri bırakıp kaçacakmışta, kaçmasın diye direksiyonu sıkı sıkı tutuyordu. Eşyalarımı arabanın arka koltuğuna koyup, aracın ön tarafında ki yerini aldım. Durumu benden kat kat daha kötü, kat kat daha gergin ve bu gerginlikle kendini kasmasından dolayı direksiyonu sıkı sıkı tutan Karadeniz bana hiç dönüp bakmıyordu bile! Ağzıda kilitlenmiş tek bir lafda etmiyordu. Ne oldu buna ay! Demin telefonda konuşuyordu!. Donup kalmış... Durma Haccecan konuşmak ve ortamı yumuşatmak sana düştü. Otobüsün konforundan, koltuğun arkasındaki televizyondan, izlediğim filmden bahsetmeye başladım. Görmemişler gibi oldum ama daha önce böyle bir yolculuk yapmamıştım napayım. Monolog olan diyalog çift taraflı olmaya başlamıştı nihayet...Söylediklerime cevap veriyordu. Konuşması; her zaman kontrollü olmayı seven, söylediği herşeyin bir kaynağı olan, yanlış yapmaktan şiddetle kaçınan, güven veren bir insan olduğu izlenimi veriyordu. Evlerinin önünde arabayı durduğunda "İşte burasıda bizim fakirhane" dedi. "Gözüme güneş giriyor birşey göremiyorum ki!" dedim. Sonra evlerinin üzerinde olan güneşe karşı gözlerimi kısıp evlerine tekrar baktım ve "daha ne olsun" dedim.
Eve girdiğimizde hangi sıfatla ve niçin orada bulunduğum sorularını kendime sordum ama bir cevap veremedim. Egrelti gibi hissettim, oraya ait değildim. Geleceğimden ev ahalisininde haberi yoktu! Bu durum dahada yabancı hissetmeme neden oldu. Ankara'ya geleceğim bir hafta öncesinden planlı olduğu halde bunu kimseye söylememiş olduğundan dolayı bir kez daha kızmıştım Karadenize. Ancak yine bir şey söylememiştim. Karadenizin kızkardeşi kahvaltı hazırlama telaşına düşmüştü. Kızkardeşinin iki çocuğu ise şaşkın bakışlarla bakıyor, kim olduğumu anlamaya çalışıyorlardı. Ancak kimsin? diye sormuyolardıda.  Karadenizin annesinin gözleri doğuştan görmüyordu. Oturduğu yerden birşeyler anlatıyordu ancak anlattıklarından bir şey anlamıyordum. Karadeniz ise anlayamadığımı yüz ifademden anlamış olacak ki annesinin anlattıklarına oturduğu yerden açıklama yapıyordu. Kahvaltıyı yaptıktan sonra evlerinde biraz oyalandık. Ve Likya yolu yürüyüşü için gerekli eksikleri almak üzere evden çıktık. Evden çıkarken evlerinin önlerinde oturan komşularının bize baktığını hatırlıyorum. Bakışlarında bu da kim der sorusu vardı sanki? Sanki bütün Ankara bana bakıyordu ve bakışlarında Karadenizin yanında ne işin sorusu saklıydı. Bana çadır, uyku tulumu ve dağcı sırt çantasını alacağımız yere gittik. Bu arada yaşanılanları pek hatırlamıyorum. Arabada erkek kardeşimden Karadenize dert yandığımı birde Karadeniz'in çadırı aldığımız iş hanının eskiden düğün salonu olarak kullanıldığını, çocukluklarında bu işhanına düğüne geldiklerini anlattığını hatırlıyorum. Yorulmadan inilip çıkılabilecek şekilde yapılmış iş hanının merdivenlerinden çıkmıştık. Bu merdivenlerin yapılışındaki incelikten bahsediyordu Karadeniz.  Biz gelmeden piyasa araştırması yapan Karadeniz sayesinde pek bir iş düşmemişti aslında bana. Daha önce gidip sorduğu yerlerden istediğim renkte ve çeşitte olanları seçiyordum. Asker yeşili iki kişilik yazlık bir çadır ile mat almıştım. Babamın vefatı nedeniyle ekonomik olarak kötü bir dönemde olduğumu bilen Karadeniz hesabı öderken bana bakıyordu. Kararsız kalmıştım. Zaten az olan nakit paramla mı ödemeliydim yoksa kredi kartıyla mı? Ben bunun muhasebesini yaparken Karadeniz tak kredi kartını çıkartıp ödemeyi yapmıştı bile. Birisine borçlu olduğumu hissetmek o kişiye karşı davranışlarımı ve söyleyeceklerimi kontrol etmeme neden oluyordu ki buda içimden geldiğim gibi davranmamı engelliyordu. O yüzden bir kişiye borçlu olmaktan hoşlanmıyordum. Kredi kartını uzattığında hesabı ödemesin diye kaşımı gözümü kaldırdım ama nafile. Çadır ve matın parasını O vermişti. Artık Karadenize borçluydum...
Ondan sonra sırt çantasını almak üzere yürümeye başladık. Sırt çantasını satan seyyar satıcıya vardığımız zaman bir kaç çanta denedim. Ödemeyi yaparken çanta sağlam çıkmazsa getirip değiştiririm tarzında ki yaptığım esprilere adam gülmemiş, aksine ciddiye alarak açıklama yapma gereği hissetmişti. Espriden anlamayan adama espri yapmaktan vazgeçmiştim.  Kırmızı siyahlı geniş bir çanta alıp oradan da ayrıldık. Karadeniz ordan bir kaç dükkan ötede kendine  yürürken sırt çantasını sürekli sırtından indirmemek için küçük eşyalarını koyabileceği (çakı, çakmak, not defteri, kalem vs gibi) açık sarı renkli  bol cepli bir avcı yeleği aldı. Ancak onu bir kere ya kullandı  ya kullanmadı. Boş yere aldığını sonradan görecektik.
Sonrasında Kızılaydı sanırım orda Karadenizin öğrenciliğinde  gittiği bir yerde yemek yemeye gittik. Çok kalabalıktı. Yemekhane gibi işletilen lokantada tepsinin içine bir kaç çeşit yemeği alıyor ve 5 Tl veriyordun. Çok ucuzdu. 
Karadeniz, benim dağcı ayakkabılarımla bütün o yolu yürüyemeceğimi düşündüğünden yeni bir ayakkabı almam gerektiğini söylediğinde bana gereksiz ve boşuna masraf gibi gelmişti. Ancak bu konularda tecrübeli olan birinin sözlerini kulak arkasıda etmemek gerekiyordu. Gidip bir treeking ayakkabısı aldık. Dağcı ayakkabıları dağ ortamına göre sağlam, sert, güvenilirli, bilek burkulmalarını önleyici, su geçirmez bir yapısı olmasına rağmen  ayağı yoracak kadar ağırdı. Treeking ayakkabım ise su ve hava geçirmesine rağmen hafif ve esnek bir yapısı vardı. Treeking ayakkabısını aldırdığı için ilerde Karadenize çok minnetter kalacaktım. Yürümekten ayaklarım şişeceği için 1,5 numara büyük treeking ayakkabılarını 100 küsür TL'ye almıştım. 
Sonra şampuan, güneş kremi, deodorant almak için bir kozmetikçiye girdik. Ben içerde alacaklarımı alıyorken Karadeniz dükkanın dışında bekliyordu. Hesabı ödemek için kasaya yöneldiğimde gözlerimle Karadenizi aradım.  Dükkanın dışarısında bana bakıyordu. Ben bakışlarımı ondan hep kaçırıyordum. Böyle ilk defa göz göze gelmiştik.  Onun bana o bakışını asla unutamam. Elektrik şokuyla çarpılmış  gibi oldum, ona baktığım için suçluluk hissedip gözlerimi hemen kasiyer kıza geri çevirdim. Karadenizin gözlerine bakmaktan çok çekiniyordum...
Bir hırdavatçıdan dağcı çantasının üzerine eşya bağlayabilmek için kancalı lastik, rajo yakıtı vs gibi küçük ihtiyaçları da alıp çıktık.
Sırtımda yeni aldığım kırmızılı siyahlı dağçı çantam, dağcı çantamın içinde aldığımız eşyalar, yanımda Karadeniz onun işyerine doğru yürümeye başladık. Yolda sırt çantamı istersem alıp taşıyabileceğini söyleyen Karadenizin yardım teklifini kabul etmemiştim. O benim sırt çantamdı ve günlerce onu sırtımda taşıyacaktım. Alışmalıydım onu taşımaya!... Sırt çantasının sırta iyi oturması taşıyanın sağlığı ve yükün kalçaya oturtularak azaltması açısından iyi  olduğu için sırt çantasını hem belden hemde göğüsten bağlamak gerekiyordu. Sırt çantamın göğüs bandını takmak için uğraşan Karadeniz bandın çok kısa olmasından dolayı bunu başaramadı. Bağlamak için başka bir yol bulmalıydık. Daha sonra bulduğu çözümü anlatacağım. 
İş yerine vardığımızda Karadenizin yeğenlerinde ki  bakış ile tekrar karşılaştım.  "Neden ve niçin geldin?" sorusunu gözler soruyordu ancak kimsenin dili bunu sormaya cesaret edemiyordu.  Tanıdık ve akrabalarıyla aynı işyerinde çalışan Karadeniz; 15-20 gün kadar işe gitmeyeceğinden yapması gereken bütün işlerini bitirmişti. Karadenizle birlikte bana alınan çadırı açıp kurduk, eksiği gediği var mı diye baktık. Çadırı açmakla uğraşırken, Karadenizin bir arkadaşı ve yanında ki bir bayan yürüyüşte bize baston görevini yapacak bir çift baton alıp gelmişti. İlerde bu batonların ne kadar çok işe yarayacağını görecektim. O arkadaşına şu an ne kadar hayır dua varsa ediyorum içimden.
Ordan bir markete uğrayıp pişirmeye gerek kalmayan taşınabilecek, pratik hazırlanabilen yiyecek, ıvır zıvır ne varsa almak üzere bir markete gittik. Çeşit çeşit bisküvi, bal, sallama çay, nescafe, çerez, hazır konserve, ıslak mendil, çöp poşeti..... Aldıkça sırtımızda ki yükün arttığını biliyordum ama o yolda bu yükün ne anlama geldiğini henüz bilmiyordum!
Evlerine gittiğimizde eşyalarımızı sırt çantamıza yerleştirmeye başladık. Kısa kollu tişörtler, uzun kollu tişörtler, yağmurluk, mont, şapka, uzun paçalı pantolon, şort, terlik, peçete, güneş kremi, şampuan, sabun, termoslu bardağım ve boş dondurma kutusu... İhtiyaç duyulabilecek her şeyden yedeğiyle birlikte almıştım yanıma... Boş dondurma kutusunu gördüğünde Karadeniz hiç bir şey dememişti ancak ilerde bunun için bana bir sürü iğneli laf sokacaktı.  
Çantaları yerleştirme işi bittiğinde Karadenizin  çantasını kaldırmaya çalıştığımda kaldıramamıştım bile çok ağırdı! Benim çantamı ise bir kaç cm yukarı kaldırabilmiştim. Bir kaç cm kaldırabildiğim çantamı saatlerce sırtımda nasıl taşıyacaktım henüz bilmiyordum.
Akşam 09:00 gibi Fethiye otobüsüne bineceğimizden son hazırlıklarımızı da tamamlamıştık. Hazırlanan sofrada birşeyler atıştırmış otobüsün hareket edeceği vakti bekliyorduk. Gözlerimden uyku akıyordu, yorgunluktan ölüyordum, kafamı oturduğum kanepenin kenarına yaslamış, uyumamak için kendimi zor tutuyordum. Sofrayı kurarken ve kaldırırken yardım etmek amacıyla mutfağa gidip geliyorken bir kız geldi yanıma. Adımı sordu. (Bu kıza dikkat!) Ayaküstü sohbet ediyorken birden içerden seslendikleriden içeri gitmek için kızla olan sohbeti yarıda kestim. Oradaki en güleryüzlü ve sevecen insan bu kızdı. Bu kız kimdir nedir diye Karadenize hiç sormamıştım. Karadenizle konuşmaya bile çekiniyordum. Konuşmaya, bakmaya cesaret edemediğin bir adamla dağlarda yürümeye gitmeye hangi akla hizmet gidiyorsun? diye soran olursa cevabım "bilmiyorum!" olurdu.
O akşam ise en çok güldüğüm olay; Karadenizin yeğenlerinden birinin söylediği sözdü. Sırtına; güçlü kuvvetli, yakışıklı, şarısın, uzun saçlı, İskeletorun baş düşmanı, çizgi film kahramanı Heman'ın kılıcını takıp oturduğumuz odaya gelen Karadenizin yeğenine "Hemanı seviyormusun? Hadi kılıcını çıkarda gölgelerin gücü adına diye bağır" dediğimde Karadenizin yeğeni  "Heman'ı sevmiyorum, çok çocuksu geliyor!" dediğinde herkesten bir kahkaha kopmuştu.
Otobüsün hareket vakti geldiğinde sırt çantalarımızı arabaya koyup, herkesle vedalaştık ve Aştiye doğru tekrar yola koyulduk. Bizi arabayla Aştiye Karadenizin teyzeoğlu bırakmıştı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yorumlarınızı Bekliyorum