Görev Beni Çağırıyor... Seni de...

20 Eylül 2010 Pazartesi

Likya Yolu (16 Ekim 2009)


Deniz ve dalga sesleriyle gözümü açmıştım. Gece esen rüzgar şiddetli bir yağmurun habercisiydi ancak sanıldığı gibi olmadı. Bir kaç damla yağmur yağmıştı o kadar. Bu bir kaç damla ölen ve cesedi bulunamayan genç turist için olmalıydı.
Özlen çayının karşısında bulunan tesiste kahvaltı yapacaktık. Karadenizi teknesiyle kurtaran Bayram; babası, annesi, eşi ve çocuklarıyla birlikte akşam yemeği yediğimiz tesisi işletiyorlardı.Tuvalet ihtiyacı için Bayramların evine gittim. Bayramın eşi evine gelmemden tedirgin olduğu yüzünden belli oluyordu ancak beni geri çevirmekte istemiyordu. Tuvalete girdiğimde bunun nedenini anlayacaktım. Tuvaletleri tıkanmıştı. Kanalizasyon sisteminin onarılması ve akarlarının yeniden yapılması gerekiyordu. Ancak bu işle kimsenin ilgilenmediği belli oluyordu. Tuvaletlerinde herşey yolundaymış gibi davranıp teşekkür edip çadırıma geri döndüm. Her konuda ezilen, hor görülen, yok sayılan bu kadını birde bu tuvaletteki sorun için bana karşı mahçup ve ezik hissetmesini istemedim. 
 Karadenizle birlikte kahvaltı için tesise doğru yürümeye başladık. Onunla yan yana yürümek tarif edilemez bir haz veriyordu. (Mahcubiyet, gurur, mutluluk, huzur ve tedirgenlik hislerinin karıştırıp ortaya çıkan duygu karmaşasından yapılmış sıcak çorbanın içilmesi sonucu ağzınla miden (kalbinde içinde olduğu) arasında oluşan yanık acısı gibi birşey) Köpekler bize doğru havlayarak geldiler. İlk önce korksamda, dünkü şiddetli esen rüzgar gibi boşa esip gürlediklerini köpekleri gördüğümde anladım. Köpeklerden bir tanesi aniden önümüze yatıp, kuyruğunu sallamaya başladı. Havlayarak gelip, şirinlik yapan bu şirin köpecik bizi güldürmüştü. Köprüden geçtik. Karadeniz tesise doğru gidiyorken  yamacına çadır kurduğumuz dağın, çayda bulunan teknelerin, rengarenk plastik sandalyeleri olan tesisin, ahşap köprünün, köpeklerin fotoğraflarını çekmeye başladım. Tesiste görünürde kimse yoktu. Genç turistin boğulduğu yere doğru yürüdük. Bir iki araç orada park halindeydi. Turistlerin bağlı olduğu turizm şirketi yetkilileri ve yerel gazeteciler araştırma yapıyorlardı. Bayram'da teknesiyle ceset aramaya devam ediyordu.  Dün boğulma olayı sırasında tur rehberlerinin koşuşturmalarını, turistleri kurtarmak için denize atlamalarını, yüz ifadelerini unutmam mümkün değil. Turist öldüğü için turizm şirketi yoğun bir baskı göreceği, tur rehberlerininde bu işten sorumlu tutulacağı muhahkaktı.  Karadenizle benim kumların üzerindeki gölgemin fotoğrafını çektim. Karadeniz her zamanki gibi iki kolunu birbirine bağlamış kaya gibi dik, sert ve gururlu bir şekilde duruyordu. Ardından tesise doğru gidip bir masaya oturduk. Karadeniz; Bayramın babasıyla konuşuyordu. Ben mutfaktan Bayramın eşinin verdiği tabakları masaya getirdim. Kahvaltıyı yaparken masanın sağında solunda her tarafta kediler vardı. Kimi kucağıma zıplayıp yiyecek bir şeyler istiyor kimi masanın altında miyavlayıp yemek istiyordu. Canlıların bütün amacı ağızlarına yemek koymak ve üremek olmalıydı. Cinsiyetinin erkek olduğunu sonradan öğrendiğim iri kıyım bir kedi ise bize hiç yaklaşmıyordu. Erkek kedinin özelliğiymiş. Kimseye sırnaşıp, bacaklarına sürtünmez, verirsen yer, vermezsen istemezmiş. Bu özelliği ile Karadenize benziyordu. İstemek ikisininde özelliği değildi. Ne istediklerini anlamak, dillerini çözmek senin görevindi.
Kahvaltı masasın oturuyorken 2-3 yaşlarında dünya tatlısı bir erkek çocuğu masaya gelip Bayramın eşinden birşey istedi. Bayramın eşi bu istekten rahatsız olmuş gibiydi. Hemen kucağıma alıp onu sevmeye ve öpmeye başladım. Beni sev, beni öp diyen bir çekiciliği vardı. Karşı koymak mümkün değildi. Hikayesini dinlediğimde ise sevgiyle birlikte üzüntü, acıma hisleriyle dolup taştım.
Babasının ikinci evliliğinden olma dünya tatlısı çocuğun annesi safçaydı. Adam ilgisiz, vurdumduymaz, içkici ve sorumsuz bir adamdı. Ormanda bekçi olan adama işlerini gördürebilmek için bir kasa içki veyahut bir miktar para vermek yeterliydi. Her işte yeteneksiz ve sorumsuz olan adam çocuk peydahlamak konusunda yetenekli olmalıydı ki iki evliliğinden de çocukları olmuştu. İlk karısından olma kızı geçimini sağlamak için dansözlük yapıyormuş. Eve yiyecek namına bir şey almadığından annesi dünya tatlısını bir şeyler vermesi için sürekli Bayramlara gönderiyordu. Böyle bir adama yardım yapmayı istemeselerde çocuk ve kadın için içleri elvermiyor istediklerini veriyorlardı. Dünya tatlısı çocuğun olan bitene aklı yetecek kadar yaşı büyük değildi. Aklı ermeye başladığında yaşayacağı, hissedeceği acıları düşünüp onun için üzüldüm. Böyle bir adama kızlarını veren ailelere kızdım. Dünya tatlısının Bayramın eşinin verdiği domatesler elindeyken bir kaç kare fotoğrafını çekip, sarılıp, öpüp gönderdim onu.
Kahvaltı masasını Bayramın eşiyle birlikte topladık. Bu tesisin görünürde ki tek çalışanı ise Bayram'ın eşiydi. Akşam yediğimiz balık, salata ve patates kızartması çok lezzetliydi. Bayram yemeklerin lezzetinden ve yapılmasında ki inceliklerden bahsetmişti akşam. Yemekleri hazırlayan, masayı hazırlayan, masayı toplayıp bulaşıkları elde yıkayan Bayramın eşiydi ancak yemeklerin lezzetinden ve güzelliğinden gururlanma hakkı Bayrama aitti. Masadaki müşterilerin ihtiyaç duyucağı şeylerin mutfaktan getirilmesi için kimse yerinden kalkmıyor mutfakta uğraşan Bayramın eşine sesleniyorlardı. Tesis geç saatte kapandıktan sonra ve tesis hizmete açılana kadar Bayramın eşi ev işleriyle uğraşıyordu. Ancak Bayramın eşi bütün olup bitenlerden, bu iş yükünden şikayetçi değildi. Asıl şikayetçi olduğu konu Bayramın çok alkol almasıydı. İçtiğinde kontrol edilemiyordu. Ramazanın eşi Bayramın içkiyi bırakacağı günleri umutla bekliyordu. Umutla beklediği birşey daha vardı. Doğuda bir üniversitede iki yıllık yüksekokul okuyan kızının bir işinin olmasını ve annesi gibi bir hayat yaşamayacağı günlere kavuşmasıydı. Bütün bu sıkıntılara kızı için katlanan Bayramın eşi ile işten fırsat bulduğu kısa zamanlarda yaptığımız sohbetlerde içinde bulunduğu zor durum ve umutsuzluğundan bahsediyordu. "Hastalanıp bütün bu işleri yapamaz hale gelsem kimse bana bakmaz üstüme başka bir kadın getirirler" diyordu. Sağlığına dikkat etmesi, kendisini çok yormaması telkinlerinde bulunuyordum ancak o şartlarda sağlığına dikkat edip vücudunu dinlendirebilmesi mümkün değildi. En acı olanı ise Bayramın eşi birde kaynana derdiyle uğraşıyordu. Bayramın annesi de bir kadın olmasına rağmen evin erkekleri gibi gelinine saygı, değer göstermiyordu. Onun emeğinden, gücünden, üretkenliğinden istifade ediyorlar ancak hak ettiği değeri hiç birisi göstermiyordu. Kaynanasıda muhtemelen aynı acıları çekip, gençliğinde çok çalışmıştı. Bayramın babası daha dinç daha sağlam görünüyorken, annesi daha çökmüş ve yaşlı görünüyordu.  
Karadeniz, Bayramın babası ve bir adam sohbet ediyorlardı. Ben mutfakta Bayramın eşiyle olan sohbetimden sonra gelip onlarla masada oturdum. Özlen çayının önceden çok temiz olduğundan, bir çok çeşit tatlı su balığı olduğundan bahsediyorlardı. Seracılık geliştikten sonra seracılıkta kullanılan tarım ilaçları atıklarının çaya atılmasından sonra bir çok balık türü yok olmuş. Karadenizin sohbetinden Bayramın babası çok etkilenmişti. Konuşurken "Hay sen çok yaşa Karadeniz!" Sen çok farklısın Karadeniz" sözlerini eksik etmiyordu.. Bayramın babası kendi çabalarıyla saz çalmayı öğrenmiş, bir kaç parçayı saz eşliğinde söyleyebiliyordu. Karadeniz yanında sazı çalmak için kullanılan mızraplardan bulunduğunu, kendisine getirebileceğini söyledi. Sohbetten sonra çadırlarımızı toplamak üzere kamp alanına doğru yola koyulduk. Köprüyü geçtikten sonra sazlıkların orda bir anne keçi bağırıp duruyordu. Bir şeyler onu rahatsız, huzursuz etmişti, ama ne? Karadeniz "ne oldu neden bağırıyorsun?" diye sordu ama keçi dilini henüz bilmediği için keçinin derdini anlayamadı. Çadırlarımıza vardığımızda kayalıkların üzerinde siyah yavru bir keçinin olduğunu gördük. Anne keçi meğersem yavrusunu yanına çağırıp duruyor, bağlı olduğundan yavrusunun yanına gelemiyordu. Yavru keçi ise sanırsam ergenlik döneminde olduğundan asice davranıyor annesinin sözünü dinlemiyordu. Annesinin kendisini yırtarcasına bağırması umrunda bile değil kayalıkların üstünde etrafa bakınıp duruyordu. Keçinin de fotoğrafını çektim. İnatçı keçi! Arkasını bize dönmüş, bizdende korkmuyordu.
Çadırlarımızı toplamaya başlamıştık. Çöplerimizi ve etrafta gördüğümüz toplayabildiğimiz kadar çöpüde toplayıp bir poşetin içine doldurup çöp kutusuna atmıştık. Çantalarımızı sırtlandık vedalaşmak için tesise tekrar gittik. Karadeniz mızrabı Bayramın babasına verdi. Yaptığımız kahvaltının parasını vermek istediğinde Bayramın babası para almak istemedi ancak Karadeniz diretip parayı ona verdi. Yolda içmek için suda aldık.  İyi niyet ve aradaki samimiyetten istifade edip kahvaltının parasını ödemekten kaçmanın doğru olmadığını söylemişti Karadeniz. Bayramın eşiyle ve babasıyla vedalaşıp yola koyulduk. Biraz ilerde elinde kamera ve mikrofon olan iki adam gelip Karadeniz'e "dün turisti kurtarmaya çalışanlar arasında sizinde olduğunuzu söylediler, bize olayı anlatabilirmisiniz?" diye sordular. Karadeniz dünkü boğulma olayını anlattı, adam bir kaç soru sordu. Ben bu arada kafamdan turist öldüğü için Karadenizi karakola götürüp ifadesini alacaklarını görgü tanığı olduğum için benide götüreceklerini, bizi hapishaneye atacaklarını, Likya yolu yürüyüşümüzün yarıda kalacağını hayal ediyordum. Karadeniz yerel gazetecilere ropörtaj veriyorken bende hayallerimle uğraşıyordum.
Tekrar yollardayız. Toprak yoldan ilerliyoruz. Yolun sağ ve solunda ağaçlar var. Karadenizle yanyana yürüyoruz. Şaşılacak iş! Onunla aynı hızda nasıl gidebiliyordum? Hızım artmıştı galiba. Yoksa Karadeniz mi yavaşlamıştı. Karadeniz bir şey söylemesede acı çektiği belli oluyordu. Sırt çantasını indirmeden bacağının bir tanesini havaya kaldırmış, kendi batonunu bacağının altına koyarak bacağının havada kalmasını sağlamış, eğilmeden ayakkabısını çıkarmıştı. Ayak parmakları birbirine geçmiş, ayağında yaralar oluşmuştu. Yeni aldığı trekeeng ayakkabısı deyim yerindeyse ayağının canına okumuştu. Alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste diye boşuna dememişler. Yürüdüğümüzün ilk günü sırtındaki ağır yükle tazı gibi koşan, beni yavaş olmakla itham edip askerleriyle kıyaslayan Karadeniz yürümekte zorlanıyor hale gelmişti. Vay be ! Bu günleride görecekmiydim?
Bir kör bir topal yolda yavaş yavaş aheste aheste ama yanyana yürüyorduk artık. Şartlar eşitti. Yol harika bir yoldu. Arada duyduğumuz takırtı seslerinin birbirine kur yapan kaplumbağalardan geldiğini anlıyordum. Yürüdüğümüz bu yol kaplumbağa cumhuriyetine ait olmalıydı. Her yerde kaplumbağaları görebiliyordum. Ağaçlardan kestikleri odunları üst üste sıralayarak yol kenarında duvar yapmışlardı. Odun duvarlara yaslanarak fotoğraf çekinmiştim. Kısa kısa mola vererek ilerliyorduk.Çanta omuzumu açıtmış, kemiklerim ağrıyordu. Toprak yolun kenarında bir çeşme görmüştük. Burada mola verip oturduk.  Karadenizin ayağı fena olmuştu. Yerinden kalkacak hali yoktu. Çeşmede boşalan su şişelerini doldurdum. Yanımda getirdiğim yara bantlarını Karadenize verdim. Ayağındaki yaraları sarmıştı. Orada biraz dinlendikten sonra yola devam ettik.
Kumluova beldesine vardığımızda Karadeniz portakal ağacıyla fotoğrafını çekmemi istedi. Daldaki portakallar henüz yeşil, olmamıştı. Kumluovada her yerde seralar vardı. Yolda ilerlerken 1 ve 4-5 yaşlarında iki çocuğu yanıma çağırıp onların fotoğraflarını çektim. Yoldaki bakkaldan fanta ve bisküvi alıp ilerledik. Fantanın o tadını seviyordum ancak o yolda tadı çok daha güzel gelmişti. Letoon antik kentine 1 km daha yol yürüyecektik. Önümüze çıkan başka bir bakkaldan ekmek alıp Letoon şehrine doğru tekrar yürüdük. Letoon şehrinde geçmiş ve gelecek bir aradaydı. Günümüzün evleri ile geçmişin yapılarından arta kalanlar bir aradaydı. Etrafı demir tellerle çevrili olan antik kentten günümüze pek bir şey kalmasada geçmişte yaşayanların fısıltılarını kulağınızı kabarttığında duyabiliyordunuz. Tellerin olmadığı bir yerden antik kente girmiş, çantalarımızı sırtımızdan indirmiştik. Tarihi eser kaçakcıları ve kötü niyetli insanların kolayca hırsızlık yapabileceği, güvenlik önlemlerinin yeterli düzeyde olmadığı bir yerdi. Tarihe ve tarihi eserlere yeterince önem vermeyen bir millet olarak bunlar kaçınılmaz sonuçlardı. Ardımda bıraktığım insanlarda bir gelişme olup olmadığını merak ediyordum. Telefonumu açtığımda bir çok kişinin beni aradığını ve mesaj attığını gördüm. Çok sevdiğim Kemal amcamın oğlu arabasıyla bir yayaya çarpmış, bir kişinin ölmesine neden olduğundan hapse atılmıştı.  Geçmiş olsun dilemek ve acısını paylaşmak için telefonla aradığım Kemal amcamın sesi sakin görünsede olanlardan çok üzüldüğü belli oluyordu. Çarptığı yayanın alkollü olması hafifletici bir neden olarak görülsede bir insanı öldürmüş olmanın acısı kaldırabilecek miydi?  Ölen ve öldüren için ne kadar büyük bir imtihan.... Acı haber tez yayılmış, bu kötü haber Likya yolunu yürüyen benim bile kulağıma kadar gelmişti. Üzülmekten ve dua etmekten başka elden bir şey gelmiyordu malesef.  Letoon antik kentini gezerken cep telefonumu açık bıraktım. Karadenize bu kötü durumu söylediğimde hiç bir şey söylememişti. Acımı onunla paylaşıp iki laf ederiz diye umuyordum ancak umduğum olmamıştı.
Antik kente ait bir çok fotoğraf çekmiştim. Elimde likya yoluna ait kitap, bir taşın üstüne oturmuş okurken (okuyormuş gibi görünen) ki fotoğrafımı fotoşopta biraz düzenledikten sonra facebooka yüklediğimde bir arkadaşım bu fotoğrafıma bakıp şu yorumu yapacaktı. "Çoraplarına bayıldım!"  Bu pozun kaynağı Karadenizdi. Antik kenti bir yandan geziyor bir yandan bu kent hakkında bilgi edinmeye çalışıyordu. Kitabı okurken ona fotoğraf çekmiştim. Fotoğrafı beğendiğimden aynı pozdan benimde olmasını istemiştim. M.Ö 7. yüzyılda kurulan bu şehir, o zaman ki teknolojiyle nasıl yapıldığını ve günümüze kadar nasıl ayakta kaldığını bilmiyorum.O taşları nasıl kaldırdılar, nasıl üst üste koyup, yüzyıllarca ayakta kalmasını sağladılar. Bu şehri yapan insanları takdir etmek gerekiyordu.
Arka yoldan kaçak olarak girdiğimiz antik kentin giriş kapısına gelmiştik. Likya yoluna ait detaylı ve güzel bir harita aldık. Girişte bir ücret ödemediğimiz için çıkışta bizden makbuz karşılığı para aldılar. Bu olağan üstü güvenlik önlemlerine ve tarihi eserlere gösterilen ilgi ve bakımın karşılığında ücreti haketmişlerdi nede olsa! Binlerce yıl önceki insanların emeklerini çabasız emeksiz sergileyip gelir elde etmeyi doğru bulmuyorum. Girişteki antik kent hakkında ki bilgilendirme tabelasının fotoğrafını çektikten sonra tekrar yola koyulduk.
 Hemen hemen her seranın ve direğin üzerinde tarım ilaçları, tohum ve sera malzemelerinin tanıtımı hakkında bir reklam yazısı görüyorduk. Yol kenarında bir seranın üstüne yazılmış yazı dikkatimizden kaçmadı. İtinayla Tünel Çekilir = 05xxxxxxx diye el ile yazılmış reklam yazısındaki telefon numarasının üzeri karalanmış altına "Öldü" yazılmıştı. Seralara tünel çeken kişi ölmüş olduğundan böyle yapmışlardı. O esnada bu olay traji komik geldiğinden tebessüm etmiştim. 
Xanthos'a 4 km daha yürümemiz gerekiyordu. Kumluova Belediye binasının önündeki havuzun kenarına oturduk. Havuzun ortasında ki yapay şelalenin üstünde Atatürk heykeli vardı. Belediye binası dediğime bakmayın,  Alt katı Ptt ve telefon bayi üst katı ise Belediye olan küçücük, gösterişsiz bir binaydı. Biraz dinlendikten sonra tekrar yürüyoruz. Burda en çok dikkatimi çeken şeylerden birisi ise herkesin motorsiklet kullanmasaydı. Şalvarlı kadınları çocuklarıyla birlikte motorsikletin üstünde görmek hoş bir manzaraydı.  Kumluovanın içinde Xanthos şehrinin yolunu sora sora ilerliyorduk. Akşam kızıllığı ortaya çıkmaya başlamıştı. Gün boyu oturup bir şeyler yemediğimiz halde çok açlık hissetmiyordum. Bünyem açlığa alışmış olmalıydı ve yahut fantadan aldığım enerji açlık içsesimin kesilmesine neden olmuştu.
Evlerinin önündeki duvardan yola sarkan dev kaktüslerin olduğu yoldan ilerlerken bir köpek fena halde bize havlıyordu. Sahibi susturmaya çalışsada bizi parçalayacakmış, her an saldıracakmış gibiydi. O yolu geçtikten sonra bahçesinde çadır kurabileceğimiz bahçeli bir ev aramaya başladık. İlk girdiğimiz evdeki kadın buranın sahibi olmadığını burada çalıştığını o yüzden izin veremeyeceğini söylediğinden oradan ayrıldık. Başka bir bahçeli eve girdiğimizde de izin alamamıştık. Kimse yabancıların bahçede kamp yapmasını istemiyordu. Karadeniz bir duvarın üzerinde çantasını bırakmış, burada beklememi söyleyip bize uygun yer aramak için yanımdan ayrılmıştı. Oturduğumda yorgunluğumu ve bacaklarımın ağrısını daha fazla hisseder olmuştum. Karadeniz yüzünde çok mutlu bir ifade ile geri döndü. Gözlerinin içi gülüyordu. Bir şey söylemesede yanında olduğum için mutlu olduğunu hissetmiştim. Xanthos şehrinde kalacak bir otel pansiyon olmadığından arabalara atlayıp başka bir şehire gitmemiz gerekiyordu ancak bu saattede araç bulamayabileceğimizi söylüyordu. Çantaları sırtlayıp yürümeye başladık. Ne yapacağımızı bilmeden ilerliyorduk. Eşen çayının üstündeki köprüye geliyoruz. Eşen çayı Muğla-Antalya il sınırını da çiziyor, köprüyü geçince aynı zamanda Muğla’dan Antalya’ya da geçmiş oluyorsunuz. Köprünün ortasında iken bir motorsikletin üzerinde iki kişi yanımızda durdu. Motorsikleti kullanan kişi bize ingilizce selam verdikten sonra bizi yabancı turist zannettiklerini anladık. Türk olduğumuzu anladıktan sonra motorsikletin arkasında ki kişi sözü aldı. Bu şehirde kalacak bir pansiyon bulunmadığını, akşam olduğunu, istersek kendilerine misafir olabileceğini söylediğinde ilk önce tedirginlik yaşadım. Bu adam kimdi? Hızırmıydı yoksa belanın yüze gülerek gelenimiydi? Karadeniz bana baktığında bir cevap vermedim kararı Karadenize bırakmıştım. Karadeniz neye karar verirse onu yapmak zorundaydım, başka bir seçeneğim yoktu. Karadeniz bu yabancıdan gelen teklifi kabul ettiğinde motorsikletlerinin peşinden evlerine doğru yürümeye başladık. Evleri 2 katlıydı, çatısı yoktu. Evlerinin giriş kapısı evin arka tarafındaydı, ikinci kattaki evlerine girebilmek için evin dışına yapılmış merdivenleri tırmanmak gerekiyordu. Dış kapının önünde lavabo vardı. Bizi kapıda hamile genç bir anne adayı karşıladı. Şalvar giymiş, tombik genç anne çok şirin görünüyordu.. Evlerinin üzerine çadır açmak için izin verseler yeter diye düşünüyordum. Çantaları dış kapının yanındaki üst kata çıkan merdivenlerin üzerine koyup oturma odasına geçtik.  Bizi yolda durdurup evine getiren gencin ismi Ekrem'di. Eşi 7 aylık hamileydi. Rastladığı yolda kalmış, kalacak bir yeri olmayanları evine getirip ağırlayarak iyilik yapıyor, yaptığı hayırın  rahmetli babasının hayrı için yaptığını söylüyordu. Köprüden geçerken başka bir adama yol sorduğumuzu görmüş yabancı turist zannettiği için motorsikleti kullanan ingilizce bilen arkadaşıyla yol tarif etmek için yanımızda durmuşlardı. Türk olduğumuzu ve kalacak bir yerimiz olmadığını anladıktan sonra Karadenizin başındaki komando şapkası, Karadenizin asker görüntüsü ve benim bayan olmamdan dolayı bizden zarar gelmeyeceğini düşünüp bizi evine kalmak için davet etmişti. İnsanlara güven veren bir görüntümüzün olmasını bilmek ne kadar hoş. Karadeniz ise "siz davet etmeseydiniz çayın kenarında çadır kurar, ben uyumaz nöbet tutardım" diyordu. Kahramanım benim...
Dışardaki lavobada elimi yüzümü yıkamak için çıktım. Lavoboya gitmek için uzun bir koridordan geçmek gerekiyordu.  Ayaklarımın tabanına basamıyor yan yürüyordum. Karadenizin durumu ise daha kötüydü. Ayakları su toplamıştı.  Evlerinin balkonunda oturduk, Ekremin eşi içerde yemek için bir şeyler hazırlıyordu.  Akşam yemeğini yemek için yere hazırlanan sofraya oturduk. Yere oturup kalkarken kanapeden destek alıyordum. Ağrılar dayanılmazdı. Ekrem yemek yemeye başlamadan önce ellerini kaldırıp yemek duası yapalım dediğinde ellerimizi havaya kaldırmıştık. Ekrem duayı okuduktan sonra "amin" deyip yemeye başlamıştık. Çok şükür inançlı, kendilerinden zarar gelmeyeceğini düşündüğüm insanların evlerine konuk olmuştuk düşüncesiyle yemeye başlamıştım. Özellikle hamile bir bayanın olduğu ev ve yemekten önce dua okuması bana güven hissi uyandırmıştı. Karadeniz çok fazla yememiş, biraz sonra kenara çekilmişti. O yemeği erken yiyip kenara çekildiği için bende yemekten fazla yiyememiştim. Aç kalkmıştım! Yemekten sonra balkonda oturduk. Karadeniz ayağında ki su kabarcıklarını patlatıp, derilerini soyuyordu. Ayağı çok kötü görünüyordu.
Ekrem kendisine satılan 200 tl değerindeki cdli eğitim setinden  bahsediyordu. Piyasa fiyatının çok üstünde aldığı bu set ile kazıklandığını komik bir şekilde anlatıyordu. Ekreme Karadenizle benim arkadaş olduğumuzu söylediğimizde buna çok şaşırmış ve inanmamıştı. Bu devirde bir erkek bir kızla dağlarda yürüyüp ona nasıl tecavüz etmiyordu! Ohaaa Ekrem... Dağlarda yürüdüğümüz için şaşkınlığını anlıyorumda tabirlerini biraz inceltip öyle düşüncelerini söylesen ya... Bizim toplumumuzda erkek ile kadın yanyana görüldüğünde ya eş ya kardeş ya akraba olarak düşünülebiliyordu. Akraba ve eş değilsen bir erkekle bir kadını ancak yatakta hayal edip aralarında kesin bir şey var diye düşünebiliyorduk. Büyüklerimiz öyle düşündüğü için bizde öyle düşünmek üzerine yetiştirilmiştik. Bunu ilk kim düşündüyse çıksın ortaya! Fesatın başı, suçlu o...
Ekremin henüz evlenmemiş bekar bir abiside vardı ve bu evde yaşıyordu. Biraz televizyon, biraz sohbet derken yorgun olduğumuzu, uyumamız gerektiğini söyleyip oturma odasında ki kanepeleri açıp yataklarımızı hazır etmeye başlamışlardı. Karadenizle aynı odada yatacaktım! Bu yürüyüşte herşey o kadar normaldi ki anormal olan bir tek Karadenizle aynı odada yatmam olabilirdi ancak! Ne saf saf düşünüyormuşum yav... Gece boyunca sivriler bizi rahat bırakmadığından Karadeniz arada kalkıp duvardaki sivri sinekleri öldürdü. Gece bir ara tuvalete kalkmış tuvaletten çıkarken (dış kapının hemen yanında tuvalet var) dış kapıdan içeri giren Ermanın abisiyle karşılaştık. Tedirgin olmuştum, hemen yattığımız oturma odasına gelip yattım. Bir ara evin dışında peş peşe atılan silah ve bağıraşan insan sesleri  huzursuzluğumu artırmıştı. Nasıl bir yerdi burası?
Bu gece pek rahat uyuyamayacaktık!

3 yorum:

  1. haccecan dizi film gibi en heyecanlı yerinde kesiyosun:)

    YanıtlaSil
  2. ha unutmadan yazını müzeyyen senar'ın-kimseye etmem şikayet'i eşliğinde okudum,nihavend makamında senin yazılarını okumak çok keyifli oluyor:)

    YanıtlaSil
  3. :))) biraz merak uyandırayım dedim di....
    kimseye etmem şikayet yürürüm likya yollarında diye sözlerini değiştirip bu şarkıyı söylesem nasıl olur? :)))
    yazılarımı okurken keyif almandan bende keyif alıyorum... teşekkürler :)))

    YanıtlaSil

Yorumlarınızı Bekliyorum