Görev Beni Çağırıyor... Seni de...

23 Eylül 2010 Perşembe

Likya Yolu (18 Ekim 2009)


Bugün fotoğraf seksi olsun istedim. Nasıl ama? :)


Yeni bir sabaha daha gözlerimi açmıştım. Uyurken saatler geçmiş olmasına rağmen sadece bir an gözümü kapatıp ve açmış gibi hissediyordum. Uykuda geçen saatler ne çabuk gelip geçiyor, geçen zaman nereye gidiyordu?  Saatlerce uyumama rağmen vücudum tam olarak dinlenemiyor, ağrı ve sızılarım uyumadan önce bıraktığım gibi vücudumun her yanını sızlatıyordu. Karadeniz çoktan kalkıp ateşi yakmış olmalıydı. Onu çok bekletmemeliyim. Çadırımdan çıktığımda ortada ne ateş ne de Karadeniz görünüyordu. Karadeniz kalkmamıştı bile! Neyse yatıp dinlensin. Bu arada bende fotoğraf makinamı alıp çadırlarımızı ve çadırların yanındaki  ağaçların fotoğrafını çektim. Bu arada çadırların biraz ilerisindeki traktör yolunda bir traktör geçmişti. Bir kadın ve bir erkek bana ve çadırlarımıza bakarak gittiler. Çadırların etrafında bir kaç tur attım, sönmüş kamp ateşinin başında oturdum. Karadenizin kalkmaya niyeti yoktu anlaşılan. Bende en iyisi çadırıma gideyim. Uykumu almıştım, uyuyamıyordum. Kalkıp kendime bakım yapayım bari. Dağlar kızı Reyhan gibi olsamda bir mağara adamı değildim ya! Yüz yıkamaya su olmadığından ıslak mendille yüzümü, elimi siliyorum. Şöyle güzel bir duş alıp temizlenmeyeli 5 gün oldu. En fazla 2 günde bir duş alan ben için bu süre ne kadarda uzundu! Sıcak bir su ile duş almak için neler vermezdim.  Aşağılarda durum nasıl diye kontrol etmek için başımı koltuk altımın tarafına doğru hafifçe çevirdim.   Iyyy... İğrenç kokuyorum. Umarım Karadenizede bu pis koku gitmiyordur. En iyisi ondan uzak durayım. Islak mendille duş almaya çalışıyorum ama nafile! Saçlarıma bir paket margarin sürmüş gibi yapış yapış... O kıvırcık, dalgalı, temiz saçlar gitmiş, sönük, cılız, kirli saçlar gelmişti. Ahenk gelse bırak saçlarımla dans etmeyi, kendine kaçacak delik arardı. Hele kaşlarım, balta girmemiş ormana dönmüş, Akdenizin sıcak iklimi vücudumdaki kılların kontrolsüzce ve zamansızca büyümesine neden olmuştu. Kendimi temizlemekle ve insan görünümüme tekrar kavuşmak için baya bir uğraştım. Çadırda ne kadar süre geçti bilmiyorum. Ne yapsam duş almışım gibi temizlenemeyeceğim için inceldiği yerden kopsun dedim ve kendimle uğraşmayı bıraktım. Sıkılmıştım!  Çadırımdan çıktım. Biraz daha oyalandım. Hava kapalı ve bulutluydu. Hafiften rüzgar esiyordu.  Dün odunları toplamakla uğraşırken bir diken el parmağıma batmış, derimin altına saplanıp kalmıştı. İnceden inceden bir acı veriyordu. Artık Karadeniz kalkıp çadırından çıksın diye gürültü yapmaya başlamıştım.Yerlere sert sert basıyor, arada öksüyordüm. Nihayet çadırının fermuarını açıp o gül cemalini göstermişti. Günaydınlaştıktan sonra "elime diken batmış çıkartamıyorum" dedim.
Bir şehirde tek başına bir evde yaşayan, bir odada bir işyerinin bütün işlerinin tek başına üstesinden gelebilen birisiydim ben. Tek başına hastalanır, tek başına iyileşir, tek başına yalnızlık krizine girip tek başına girdiğim krizlerden çıkardım. Depresyona yalnızlık nedeniyle girip, depresyondan tek başına çıkabilecek kadar güçlüydüm ben. Kadın olmamdan dolayı daha fazla engellendiğim, daha fazla küçük görülüp yok sayıldığım her işin üstesinden tek başına geliyordum. Bütün engelleri aşmanın beni daha fazla güçlendirebileceğini bilecek kadar zeki ve güçlüydüm ben. Normal hayatta elime bir diken battığını söyleyip nazlanmak, sızlanarak canım acıyor demek hiç tarzım değildir. Bu güçlü, kuvvetli Haccecanın gücüne yakışmazdı. Haccecana bir hakâretti bu. Karadenize karşı zayıflığımı, acizliğimi anla diye yazıyorum bu satırları ey okuyucu.
Karadeniz "gelde dikeni çıkartayım" dedi. Süzülerek gittim çadırına. Eline bir iğne almış, elimdeki dikeni çıkartmaya uğraşıyordu. Canımı acıtmamak için özel çaba sarfettiği  her halinden belli oluyordu. Aslanım Karadeniz... Benim canımı yakmaktan nasılda korkuyordu. O öyle korktukça ben "ayy ayyy" diye sızlıyor, elimi iğneden kaçırıyordum. Halbuki biz kadınlar her ay özel günlerimizde bu acının kaç katını çekiyorduk. Acı bizim diğer adımızdı. Acıya erkeklerden daha fazla tahammül edebildiğimiz bir gerçekti. Yoksa o çocukları nasıl doğururduk!  Burada etki tepki olayı olmuş olmalıydı. O sakındıkça ben sakındım. Eğer iğneyi canımı acıtarak batırsaydı bu şekilde kaçmaz, üstüne üstlük aslan kesilir, "yavaş ulannnnn" diye haykırırdım. Dikeni çıkarttıktan sonra topallaya topalla kalkıp çadırından çıktı. Bir şeyler atıştırdıktan sonra çadırları toplamaya başladık. Karadeniz çadırını erkenden toplamış çantasınıda sırtlayıp yürümeye başlamıştı. Nereye gidiyor bu ay? Arkasından bakıyorum. On metre ilerde bir yerde oturmuş beni beklemeye başlamıştı. Daha hızlı hareket etmeye başlamıştım. Biraz sonra çadırımı, çantamı topladıktan sonra sırtlanıp Karadenizin yanına gitmiştim. Kalkmak istiyor gibi bir hali yoktu. Canı yandığı belli oluyordu. Ayağını daha fazla yumuşak tutar, rahat ettirir diye çantamdan havlu çorap çıkartıp Karadenize verdim. Kenarları beyaz çiçekli siyah çorap ayağına olmuş, pek yakışmıştı. Yaralı ayağı için bir faydam olduğu için mutlu olmuştum. Dağ yollarından ilerlemeye başladık. Dağ yamacı boyunca giden patika yol antik su yolunu izliyoruz. Bir su kemerinin üzerinde Karadenize fotoğraf çektim. Fotoğraf çektiğim yerde Karadeniz oturmuştu. Daha yeni yürümeye başlamıştık, neden oturmuştu ki? Verdiğim çoraplar kalın gelmiş, ayağını sıkmış daha fazla canını yakmıştı. "Senin verdiğin çoraptan ne hayır gelir ki?" diyor tebessüm ederek. Karadenizden tatlı sözler duymak dünyanın batıdan doğuya dönmesi gibi imkansızdı.  Sana iyilik yapmak neye yarar? Bir şey demeden uzattığı çorabı çantama tekrar koydum. Su yolunu takip ederek ilerliyoruz. Yer yer sırt çantamla geçemeyecek darlıkta, sağı solu kaya veyahut sert dallı bitkilerle çevrilmiş yollarda zorlanarak ilerliyorum. Karadeniz yukardan çantamı kaldırarak yollardan rahat geçmemi sağlıyor bir yandanda "neden yan dönerek geçmiyorsun?" diye söyleniyor. Çantayla birlikte küp gibi birşey olmuştum. Sağım solum, önüm arkam, altım, üstüm her yanım aynı. Dönsem ne kâr edecek? Çantamın altında asılı olan matım buralarda hasar görüyor, kenarları yıprandı. Yer yer su kanalının içinden yer yer su kanalından kenarından yürüyoruz. Dağ yollarından sonra nispeten daha düz yerlerde yürümüye başlıyoruz. Kısa paçalı yeşil bir pantolan ve kısa kollu siyah termal bir tişört giydiğim için vücudumun açık kalan yerleri çiziliyor. Jiletçilere benziyorum. Nihayet bir köye varıyoruz. Çayköy. Su isteyebileceğimiz bir yer arıyoruz. Ortalıklarda kimse görünmüyor. Ne varsa camide var diyerek camiye doğru yürüyoruz. Köyün camisinin önünde  şalvarlı, ak sakallı, başında beyaz takkesi, gömleğin üzerine giydiği mavi süveteriyle bir amca bize "hoşgeldiniz!" diyor. Ak sakallı bu amca hızırmıydı acep?  Hoşgeldiniz derken elinin tekini havaya kaldırıyor. Bu anın ölümsüzleştirip fotoğrafını çekiyorum. Yüzünde çok tatlı ve içten bir gülümseme var.  Onunla ayak üstü sohbet ettikten sonra caminin şadırvanına gidip mola veriyoruz.  İnsanlar soğuk su içebilsin diye konulmuş Letoon şehrinin sokaklarında da gördüğüm cihazdan soğuk su alıp tang yapıyoruz. Şadırvanın çeşmelerinde elimizi yüzümüzü yıkıyoruz. Karadeniz ayakkabılarını çıkartıp orada bulunan terlikleri giydi. Su ve tuvaleti olan gölgesinde  dinlenilebilecek bir yer. Her şey yolunda ve harikaydı. Cefadan sonra sürülen sefa en güzel sefaydı. Karadeniz fotoğraf makinamı alıp benim, şadırvanın, caminin minaresinin ve ağaç ile birlikte oradaki mezarlıkların fotoğrafını çekti. Orada dinlendikten sonra çantalarımızı sırtlayıp tekrar yola koyulduk. (Camiden çıktıktan sonra yürüdüğümüz yolları, Karadenizle ne konuştuğumu çok zorlamama rağmen hatırlayamadım) Karadeniz yürürken zorlanıyor artık benim hızıma yetişemeyecek hale gelmişti, onun hızına ayak uydurup yürüyordum. Gördün mü bak! Ben senin gibi seni bırakıp gitmiyorum. Yanındayım. Suyumu içmişim, dinlenmişim daha ne olsun! Üzümlü Köyüne vardığımızda köy meydanında bir duvarın üzerinde oturduk. Etraftan meraklı bakışlar bize doğru yöneliyor. Nereden gelip nereye gidiyorduk? Kimdik biz? Bu bakışlardaki hissettiğim anlamları Karadeniz ile paylaşıyordum. Kimse bizim arkadaş olduğumuza inanmaz. Karadeniz insanların bakış açısının ne olduğunu bildiğinden Likya yoluna çıkmadan önce insanların evli olduğumuza inanmaları için ikimize yüzük almayı düşündüğünü söyledi. Hı yüzükmü? Tamam arada Karadenizle evlenmişiz, çocuk çocuğa karışmışız gibi tospembe hayaller kuruyordum ancak bu şekilde değil. Hayır olamaz. Biz bu yola arkadaş olarak çıkmıştık. Neysek öyle görünmeliydik! İnsanların kıt kadar beyinleriyle beni istedikleri gibi düşünmesin diye kendime sahte bir yüzük takamazdım. Böyle bir şey düşündüğü için Karadeniz'e de kızmıştım. Bu insanların evli numarası yapıp evliyiz diyen sahte insanlara ihtiyaçları yoktu. Bu insanların erkek ve kadının arkadaş olabileceğini görmelerine, her kadın ve erkek arasında ilişki yaşanıyormuş gibi sapıkça bir düşünceden uzak gerçekleri görmeye ihtiyaçları vardı. Sahte bir nikah kıymış, bunu bana otobüste söylediği için ona zaten kırılmış ve kızmıştım. Birde insanlar bizi evli sansın diye sahte yüzükmü takacaktım? Senin hayatın hep sahte evliliklerden mi oluyor be? Bu düşüncesine beni ortak etmeye çalışsaydı tepkim sert olurdu. Ancak sadece düşündüğünü söylediğinden bir şey demedim. Şu da bir gerçek ki, arkadaş kavramını bilmeyen insanların gözünde yanımda ki erkeğin karısı değilsem basit bir kadın olmaktan öteye gidemeyeceğim bir gerçekti. Bunuda kaldıramazdım. En başından beri bizi evli sanan insanlara gerçeği söylemememin sebebi neydi peki? İnsanların Karadenizle beni evli sanmaları hoşuma mı gitmişti yoksa  nasıl olsa tanımıyorlar, açıklamaya ne gerek var ki diye mi düşünmüştüm? O zamanlar kafamda bu sorular yoktu. Sadece olayları yaşıyor ve gözlemliyordum. Olayların sebep ve sonuçları çok sonraları ortaya çıkacaktı. Bu yola neden çıktığımı henüz bilmiyorum.
Karadeniz köylülerle sohbet edip civar köyler hakkında ve yollar hakkında bilgi aldı. En yakın yerleşim birimi olan Kalkan'a hangi araçla gidibileceğini sorduğunda aracı olan biriyle ücret karşılığı anlaşmamız gerektiğini söylediler. Orada aracı olan bir adamla bizi Kalkan'a bırakması için anlaştı. Karadeniz araçla Kalkan'a şu anda hatırlayamadığım fiyata gitmenin benim için uygun olup olmadığını sordu. Olur demiştim. Bazen tek başına karar alıp uyguluyor, bazen bana soruyordu. Neden her şey yapılmadan önce bana sormuyordu ki?  Neden yürümek yerine araca binip Kalkan'a gitmeye karar verdiğini bilmiyorum. Ayağında ki yaraların acısına dayanamaz olmuş olmalıydı. Ayağında ki yaralar yüzünden o değilde ben yürümez hale gelseydim ne olacağını merak etmeden edemiyorum. Benim için bu yolun bittiğini düşünüp beni  Manavgatta ki arkadaşım yanına gönderip, kendisi yürümeye devam mı ederdi yoksa benim yaptığım gibi oda beni hiç yarı yolda bırakmazmıydı? İçimdeki ses benim için yolu bitirip Manavgata göndereceğini söylüyor çünkü yolun başından beri bunu dile getiriyordu zaten. Bunuda benim iyiliğim için yaptığını düşünüp içinide rahatlatacaktı üstelik!!! Cinsel hayatımız düzgün gitmediği için eşimden ayrılmak zorunda kalacaktım. Ağlayarak!!!! Başkası için kocamı terketmiyor olacaktım belki ama ayağımda ki yaralar kocamı terketmek için yeterli bir sebep değildi benim için.  Beraber başladığımız bu yolu bensiz yürüseydi ömür boyu içimde sızı olarak kalır Karadenize karşıda kırgınlık hissederdim.
Benim çantamı arabanın bagajına, Karadenizin çantasını şoförün yanında ki koltuğa koyduk. Karadeniz yanıma oturmuştu. Şoförün yanı boş olduğu halde beni yalnız bırakmayıp yanıma oturduğu için mutlu olmuştum. Kalkan'a kadar yol boyunca şoför ile Karadeniz sohbet etti. Tam olarak neler konuştuklarını  sohbet hatırlamıyorum.
Kalkan'ın merkezinde bizi bırakan adama Karadeniz anlaştığı parayı vermiş, adamla vedalaştıktan sonra gitmişti. Kalkan... Cıvıl cıvıl turistlik bir şehir. İnsanlar farklı yönlere gidip geliyor, cafelerde turistler oturuyor, rengarek şehir merkezinde nereye bakacağımı şaşırıyordum. Offf çok yorgun ve bitkinim, kirliyim. Arabadan indirip yere bırakılan çantayı son bir gayret sırtlıyorum. O çantayı sırtlayabilmek için yere oturmak, gögüs ve göbek bantını takıp olanca kuvvetle kalkmak gerekiyordu. Çantanın gögüs bandı küçük geldiğinden Karadeniz; askerlık zamanından kalma kamuflaj desenli penye boynuna sarmak için yanında getirdiği boyunluğunu kullanıyordum. Bazen günün ilerleyen saatlerinde yerden çantayla kalkmak için gücüm yetmediğinden Karadeniz elimden tutup yardım ediyordu, bazen batona yaslanıp bütün gücümle kalkmaya uğraşıyordum. Kaldırıma oturup çantamı sırtıma yerleştirip bütün bağlantıları taktıktan sonra nihayet kalkmış ve şehirin içinde iki gezgin dolaşmaya başlamıştık. Kalacak uygun bir pansiyon arıyorduk. Her yer cıvıl cıvıldı. Cafeler, barlar, restaurantlar, dükkanlar, pansiyonlar... İyiki gelmiştik... Kalmak için sorduğumuz ilk pansiyon benim hoşuma gitmemişti. Kirli bir dünya çamaşırımız vardı "bunları yıkayabileceğimiz bir yer var mı?" diye sorduğumda lavabonun içinde yıkayabileceğimizi söyledi pansiyon görevlisi. Zaten dağdan gelmiştik, medeni şekilde çamaşırları yıkamak istiyordum. Bu yorgunlukla bir de elde çamaşır mı yıkayayım? Yürümeye devam ettik. Yolda kalmak için uygun bir pansiyon olup olmadığını sorduğumuz bir adam bizi biraz ilerdeki pansiyona yönlendirdi. İşte burası aradığım yerdi! Kapıda bizi karşılayan kızın güler yüzü yetmişti aradığım yeri bulmaya. Bir aile pansiyonuydu. Odalara bakmaya bile gerek kalmadan rezervasyonumuzu yaptırmaya başladık. Güvenlik amaçlı pansiyon ve otellerde kalan herkes bilgisayar ortamında kayıt ediliyordu. Böylece aranılan suçlular otel ve pansiyonlarda kaldığında anında yeri tespit ediliyordu. Kimliklerimizi verdik. Karadenizle soyisimlerimiz aynı değildi. Pansiyonda ki kız bunu görünce ne düşünürdü acaba? Pansiyon deyince aklıma hep eski türk filmlerinde ve günümüzde ki yerli dizilerde ki sahneler geliyor. Saf kızımız evinden atılmış, kalacak bir yeri yoktur. Ucuz diye genelevi kadınlarının çalıştığı otelde  kalmaktadır mecburen. Ortamdan rahatsız olsada başka çaresi yoktur. Oteldeki basit kadınların duvarları çınlatan şuh kahkaları arasında yatağında ağlayan saf kızın kaldığı otele o akşam fuhuş operasyonu düzenlenmiştir. Saf kızımız gözünü emniyette açar. Operasyon sırasında gazeteciler tarafından çekilen fotoğraf ise ertesi gün gazetelere baş sayfa haberi olmuştur. Vesikalı bir kız olmuştur artık. Valla pansiyoncu kız biz Karadenizle arkadaşız. Aramızda bir şey yok. Valla bak. Tamam arada şeytan dürtüyor, kötü kötü düşünceler geliyor ama onları hemen başımdan savıyorum. Benim tedirginliğimin hepsi yersizdi. Burası bu düşünceleri çoktan aşmış bir şehirdi. Çağ dışı kalmış olan bendim.  Bir üst katta odamıza çıkıyoruz. İlk gösterdikleri odada çift kişilik yatağı gördüğümde "yok burası olmaz" diyorum. Bizi sevgili sanmış olmalılar. Sevgilide ne be? Cinselliğin nikahsız yaşanabildiği modern bir isim mi? Çift kişilik yatağı gördükten sonra ki tepkimden hemen sonra Karadenizden de tepki geliyor. "Burası olsada farketmez, biz kendimizi bilen insanlarız" diyor. Aslanımsın, yiğidimsin ama yinede olmaz Karadeniz. Aynı yatakta rahat dönüp duramam, kazık gibi yatarım. Kaç gündür toprağın üstünde yatmışım zaten. Bırakta rahat yatayım. İki tane yatağı, balkonu ve banyo-tuvaleti olan başka bir odayı gösterdiklerinde tamam diyoruz. Çantalarımızı odaya koyduktan sonra Karadeniz ayağındaki yaralar için ilaç almak için eczaneye gitti. Giderken "bir saatten önce gelme, banyodan daha erken çıkamam" dedim. Banyoda ki duş keyfinde yaşadığım mutlulukta bana özel kalsın. Of ki offf. Duştan sonra giyindim, kafama havluyuda sarmıştım ki kapı çaldı. Karadeniz gelmişti. Kendine parmak arası bir terlik ve kısa pantolon almıştı. Kirli çamaşırlarımızı çöp poşetine koyup, aşağıda ki makinaya atmaya gittiğimde Karadenizde duşa girmişti. Duştan çıkana kadar onu balkonda bekledim. İki arkadaş arasında yanlış anlaşılmalara mahal vermek racona ters düşerdi. Duştan sonra havluyu beline sarınıp elde yıkadığı çamaşırları balkona asmaya geldi. Hamamdan çıkmış takunyalı adamlar gibi görünüyordu. Onu görünce "desturrrrrr" dedim. Normal bir şey yapıyorda ben garipsemişim gibi tepki verip "Ne olduki, desturda neymiş? dedi. O içerde hazırlanana kadar bekledim. Renkli çamaşırlar yıkandıktan sonra onları makinadan çıkartıp beyaz çamaşırları makinaya koydum. Yıkanmış paklanmış çamaşırları balkona getirip astım. Karadeniz bende yardım ederdim ama ayağım sakat ayağına yattı. Bizde yorgun ve bitkiniz ama işleri yapıyoz demi? Kirli çamaşırları aşağıya götürdüğüm çöp poşetinin içinde Karadenizin makinaya attığım pantolonun cebinden çıkan eşyalar vardı. Onları poşetin içinden alırken elinde çok tanıdık bir şey gördüm. Karadeniz o şeye anlam verememiş gibi tuhaf tuhaf bakıyordu. Baktığı şey benim donum! Allah'ım onu nasıl unuttum o poşetin içinde! Onu Karadenizin elinden bir hışımla aldım. Kendiside bu hareketimden sonra onun ne olduğunu anladı. Halbuki bir şey yapmasam sorun yoktu. Baktığı şeyin ne olduğunu anlamayıp poşetin içine tekrar geri koyacaktı. Bu olmuş ama olmamış gibi davrandığımız traji komik olaydan sonra balkonda oturduk.  Cep telefonundan Orhan Gencebay'a ait parçalar açıyor, dinliyorduk. Keyfi yerindeydi. Konuşkan, muzip Karadenizdi yanımda ki... Hava kararana kadar balkonda oturduktan sonra sonra hazırlanıp, yemek için dışarı çıktık. Ali Baba isminde bir lokantaya oturduk. İsmide yemekleride fiyatıda tanıdık bildik geldiği için burayı tercih etmiştik. Yemekten sonra hemen pansiyona döndük. Yorgunluktan ölüyorduk. Temizlenmiş, yemek de yemiştik. Uyumaya ihtiyacımız vardı. 8 gündür rahat yatak yüzü görmeyen ben temiz çarşaflar ve konforlu bir yatağı gördüğümde mutluluğum tarif edilemezdi. Üzerimize ölü toprağı serpilmiş gibi derin bir uykuya gözlerimizi kapattık. Bir gün daha böylece bitmişti.

1 yorum:

  1. dağ tepe 5 günden sonra o banyo,o yatak, o uyku ilaç gibi gelmiştir..
    off ki off zaten olayı özetlemeye yetmiş:))
    iyi ki karadenizin ayağı öyle olmuş,yoksa halin perişandı haccecan:) mahfolurdun!!:P

    YanıtlaSil

Yorumlarınızı Bekliyorum