Görev Beni Çağırıyor... Seni de...

8 Eylül 2010 Çarşamba

Likya Yolu (14 Ekim 2009)


Yazıda bahsettiğim; objektife bakan kız

Sabah olmuştu, çadırlarımızdan çıkmıştık. Islanmış çadırımın dış tentesini kurusun diye bir ağaca asmıştım. Hava bulutlu ve kapalıydı. Yerler ıslaktı. Bu geceyi yinede çok ucuz atlatmıştım. Heryer ıslak olduğundan ateş yakamayacak, bu sabah sıcak ballı çay içemeyecektik. Gece iyi dinlenemediğim ve sıcak bir şeyler içemediğim için kızgınlık hissediyordum. Kahvaltı için birşeyler çıkarmış, kullanılmamış çöp poşetinin üzerinde yiyorduk. Bir yandanda Karadenize vijdanını sızlatmaya çalışıyordum ama nafile! "Vijdanın seni rahat bırakmasın Karadeniz, bu gece çadırımda ıslandım, beni o çadırda öylece bıraktınya!" demeye çalışıyordum ki lafımın sonu gelmeden bunu söylememi bekliyormuşta cevabını çok önceden hazırlamış gibi cevap verdi.  "Dün ben kendi çadırımın üzerini örtmekle uğraşıyorken, sen ne yaptığımı sordun ve verdiğim cevap karşısında güldün! Vijdanım rahat!" demişti. Anammm. Ne kadarda kinciydi. Haylaz, sınıfın en yaramaz çocuğu gibi "hem döverim hem severim" tarzıyla verdiği cevap karşısında afalladım.  Ben yinede "Vijdanın seni rahat bırakmasın Karadeniz, beni öylece o çadırda bıraktın ya!" diye vijdanını sızlatma çalışmalarına devam ettim. Yüzünde kinci, intikam şerbetini içip keyif almış, oh olsun der gibi  gülümseyen saldırgan bir ifade, yatar pozisyonda kahvaltısını yiyordu.  Ben ise kuyruğunu kıstırmış köpek eniği gibi iki büklüm yiyordum.  Koyun gibi yol boyunca peşinde yürüyordum! Elimden geldiğince şikayet etmemeye ona yük olmamaya çalışıyordum! Elimden gelen herşeyi yapmama rağmen, elimden gelmeyenlerle veya ona ters gelen kusurlarımdan dolayı beni fırçalayıp duruyordu!. Ne oluyor lan!!!! Sen kimsinkiiiii!!!  Birinci vitesteyken 100 km hızla gitmeye çalışan araç gibi zorlanıyordum! Hararet yapıyordum! Daha ne istiyorsun benden! Ölmemi mi bekliyorsun! Kendimi külkedisi gibi hissetmeye başlamıştım. Külkedisinin iki kötü kızkardeşleri birleşip Karadeniz şekline bürünmüş, karşımda yayılmış kahvaltı yapıyordu!  Çadırda ıslak kedi eniği gibi kaldığım için uzun bir süre Karadenize karşı içimde kırgınlık hissettim. Şu an içimi dinliyorum hala bu durum karşısında kırgınlık hissediyorum. Bende mi kinciyim ne? Veya her durum ve her koşulda kendimi haklı görüp masum rolü oynayan çıtkırıldım bir yanım var.  Böyle bir yanım varsada henüz keşfetmedim. Keşfedilmeyi bekliyor!
Kendisine gülünmesinden veya dalga geçilmesinden hoşlanmıyordu Karadeniz. Yaptığı işin ciddiyetinin farkına varıp çadırımdan çıkmadığım ve güldüğüm için beni cezalandırıyordu! Bir musibet bin nasihattan iyidir sözünün doğruluğu üzerimde kanıtlamıştı. Güldüğüme bin pişman olmuştum ancak o zaman ne çadırdan çıkacak  enerjim ne de gülme krizimi engelleyecek iradem vardı. Onu küçümsemek gibi bir niyetle gülmediğimden bu şekilde cezalandırıldığım için içimde kırgınlık oluşmuş olmalı... 
Çadırlarımızı, eşyalarımızı, pılımızı pırtımızı toplayıp tekrar yola koyulduk. Biraz yürüdükten sonra tarihi bir su sarnıcı çıkmıştı karşımıza. Makinamı çıkartıp Karadenizle sarnıcın fotoğraflarını çektim ve yürümeye devam ettik. Ağaçsız,  kurumuş otların bulunduğu, ıslak patika düz bir yoldan ilerliyorduk.
Likya Yolu; ilk olarak Kate Clow adlı bir kadın tarafından ortaya çıkarılıp, kırmızı beyaz renkte çizgilerle işaretlenmiş. Benim ülkemde olan tarihi bir yolun yabancı bir kadın tarafından ortaya çıkartılması ne kadar acı bir durum ise bu tarihi yolu yürüyenlerin bir çoğunun yabancı olmasıda bir o kadar acı. Kate Clow yolu keşfedip, işaretlemeklede kalmıyor, Likya Yolu üstüne birde kitap yayınlayıp, insanların bu yolu yürümelerini teşvik ediyor. Yol hakkında detaylı bilgiler veren bu kitap rehber bir kitap niteliğinde. Yolda yürüyen bir çok insanın elinde bu kitabı görebilirsiniz.
 Tarihi su sarnıcından sonra baya yol yürümüş, işaretler bizi sağa doğru yönlendirdiğinden sağa dönmüş ormanlık alana doğru yokuş çıkmaya başlamıştık. Yine mi yokuş! Yolu yürüyen başka insanların sesini duyuyor ancak kendilerini göremiyordum.  Patika orman yollarından ilerleyerek, taşlı düz bir alanda seslerini duyduğumuz turistlerle karşılaştık. Üç kadın, iki erkekten oluşan bir guruptu. Bayanların ikisi 50 yaşın üstündeydi, bir tanesi daha gençti. Erkeklerden esmer olanı ise diğerlerine rehberlik yapıyordu. Bizim ülkemizde bu yaşlardaki kadınlar herşeyden elini ayağını çekip evlerine kapanıyordu. Torunlarının, oğul ve kızlarının kendilerine bakmalarını beklerdi. Bizim kadınlarımız değil başka ülkeyi gezmek, görmek kendi köylerinden bile dışarı çıkmazdı. Belli bir yaştan sonra ise kendi evlerinden çıkacak güçleri kuvvetleri olmaz, başkasının bakımına muhtaç hale gelirdi. Bu turist kadınların bu yollarda kendilerine işkence çektirmelerini anlayamıyordum! Benim canım çıkıyorken, onların kilometlerce uzaklardan gelip, dimdik, gururla, azimle bu yolları yürümelerine tahammül edemedim. Çok koydu! Çat deyip çatlayacaktım. Bu turist ve rehberden oluşan grupla ayaküstü sohbet ettik. Daha doğrusu Karadeniz konuştu ben onları dinledim. Ne ingilizcem ne de onlarla konuşma isteğim vardı. Benim yüzüm asıktı. Ülkemizin misafirperverliğini gösterecek bir halde değildim. Aslında onları dinlemediğimi şu an farkediyorum. Dinleseydim ne konuşmuş olduklarını bir kaç satırda olsa burada yazabilirdim. 
Vedalaşıp yürümeye başlıyoruz. Antik yolun sonu bir araç yoluna çıktı. Bu araç yoluna vardığımızda artık iç sesim daha yüksek sesle konuşmaya başlamıştı. Bu Kate Clow yürünecek daha güzel yolları keşfedememiş mi? Aptal kadın! Aptal! Şöyle düzgün, asvaltlı yollarda yürümek dururken, çamurlu, yokuşlu, patika yollarda yürümenin anlamı ne ki? Hep bu  araç yollarında yürüsek ne olur ki Karadeniz? Bu sızlanmalarım çekilecek gibi değildi! Karadenizde çekmedi zaten. Önden önden gidiyordu. Hızına yine ayak uyduramıyordum. Baktım olacak gibi değil bende  fotoğraf makinamı çıkarmış, bu kurak yerlerde ki keçileri, yolları, denizi çekiyordum. Fotoğraf çekmek için duraksadığımda aslında durup iki soluklanıyordum. Ayakta dinlenmeye çalışıyordum!Böyle ite kaka gide gide nihayet bir köye varmıştık. Boğaziçi Köyü. Evlerinin bahçesinde oynayan çocuklara fotoğraflarını çekip çekemeceğimi sordum. Çekebilirsin dediklerinde, onları yanıma çağırdım. Çocuk fotoğraflarını çekmek için onların hizasına eğilip çekmek gerekiyordu. Sırtımdaki çantayla eğilip doğrulmak işkenceydi. Birincisini çektikten sonra, iki kardeşten abla olanı eğilip objektifin içine baktığında ise çok hoş bir fotoğraf çıktı ortaya. İki-üç kare fotoğraf çektikten sonra Karadenizin dondurma ile birlikte aldığı şekerden verdim onlara. Biraz ilerde yolda karşılaştığımız turist gurubu ile karşılaştık. Onlarlada fotoğraf çekinmek istedim. Bir daha hiç göremeyeceğim insanlardı. O zaman ve o mekanda karşılaşacağım ve tanışacağımı asla tahmin edemeceğim ama nasıl olduysa tanıştığım bu insanlara karşı içimde bir sıcaklık oluştu. Turist gurubun fotoğrafını çektim ilk önce. Daha sonra makinayı eline verdiğim erkek turist  Karadenizle benim fotoğrafımı çekmeye çalıştığında, hepimizin fotoğrafını çekmesini istediğimi anlatan el işareti yaptım. Sadece Karadenizle benim olduğum bir fotoğrafta olmak mı!? Henüz buna bile hazır değildim. O fotoğrafımıza ve bundan sonra aynı karede olduğumuz fotoğraflara bakıyorumda aramızda baya bir mesafe var. Aradan koca bir tren rahatlıkla geçip gidebilirdi! Birbirimize karşı soğuk ve mesafeli tavırlar hala devam ediyordu. Yola devam ettik. Turist grubunun sırtlarında çok küçük sırt çantaları olduğundan hızlı yol alıyorlardı.
Köyün ortasına geldiğimizde köy bakkalı ve kahvehanesinin olduğu yerde mola verdik. Sırt çantamı orada bulunan oturma bankının üzerine koydum. Karadeniz ise tahta eski bir sandalyeye oturmuş orada ki bir kaç kişiyle sohbet etmeye başlamıştı. Sohbet ettiği adamlardan bir tanesi dün Alınca Köyü'nde karşılaştığımız turistleri likya yolu yürüyüşü için getiren şofördü. Bizim yolda karşılaşıp fotoğraf çekindiğimiz turistleri getirip, o günkü yürüyüşün sonunda otellerine götürmek için turistlerin yürüyüşünün bitmesini bekliyordu. Onları beklerken sıkıldığını söylüyor, vakit geçirmeye uğraşıyordu. Karadeniz bakkalın sahibi, muhtar ve şoförle sohbet ederken o kadar candan ve samimi sohbet ediyordu ki. Yüzünde hep bir gülümseme, tavrında hep bir içtenlik vardı. Bana ise üvey evlat muamelesi gösteriyordu. Onun yol arkadaşı bendim.. Ben ... Onlara gösterdiği ilgi ve güleryüzün yarısını bari bana gösterseydi bu yol daha çekilir olacaktı! Sohbetin ortasında kahvehanede sigara içilip içilmediğini sordum. İçilmediğini söylediler. Karadeniz bu soruyu sormamın açıklamasını yapıyor; yeni çıkan yasa gereği kapalı mekanlarda tütün tüketilip tüketilmediğini denetlemeye yetkimin olduğunu söylüyordu. Muhtarın küçük kızını alıp oradaki bir yanına saksıda çiçeklerin konulduğu merdivenin kenarına oturtum. Fotoğrafını çekmeye başladım. İlk önce utandığından makinama bile bakmayan kızcağıza rahatlamasını, makinama bakmasını, tebessüm etmesini söylediğimde güzel pozlar vermişti. Ardından sırtına bağladığı bebek ile bir kadın geldi bulunduğumuz yere. Yanlış hatırlamıyorsam komşusunun bebeğini gezmeye çıkartmıştı. Kadın tipik meraklı Anadolu Kadını. Kimdik? Neden yürüyorduk? Evlimiydik? Sorgu sualden sonra bir benim taşıdığım çantaya bir Karadenizin taşıdığı çantaya baktı. Benim çantamın  daha büyük ve ağır göründüğünü söyledi. Ha şöyle, birilerinin beni desteklemesine, motive etmesine ihtiyacım vardı. Ben daha çok yoruluyor ve emek harcıyordum işte! Kadın dayanışmasıydı bu! "Konuş teyze konuş. Gerçeği oda duysun. Benim çantam daha ağır ve büyük değil mi?" dedim. Bu erkekler zaten hep böyledir. "Erkeğin ölüsü gancığın dirisi makbuldür" dedi oracıkta. Bu sözden sonra keyfim acayip yerine gelmiş, gülmeye başlamıştım. Hay ağzına sağlık yaa! Yerlerde sürünen psikolojim ve egom bir anda tavan yapmıştı. Biliyordum, biliyordum... Türkiyede sönüp gitmiş ezik, mağrur ama haklı ve güçlü olduğunu bilen kadın doluydu. Bu kadınların sesleride kendileri gibi silik ve sönüktü. Bu sönük ve cılız kadınların söylediği "Erkeğin ölüsü gancığın dirisi makbuldur" sözü kadınların her durum ve şartta ayakta olduğunun bir kanıtıydı. Bu sönük seslerin haykıran  sesiydim ben! Sırtında taşıdığı bebekle bu kadın, kalbimde ordaki herkesten daha önemli bir yere gelmişti birden. Artık bu yol bir kadın davasına dönüşmüştü!
Turist şoförü iki tane yarımşar kiloluk konserve kutusu vermişti. Turistler yürüyüş boyunca yeriz düşüncesiyle bir sürü konserve almışlardı ancak hiç ihtiyaç duymadıklarından, Allahın iki garibi gördüğü bize bunlardan vermişti. Bakkaldan su ve ihtiyaçlarımızı alıp tekrar yola koyulmuştuk. Bu asil kadını asla unutamam. Benim enerji taşımdı o! Geride onları bırakıp köyün içinde ilerliyorduk. Bir köy evinin önünde parkedilmiş iki arazi aracı vardı. Yürüyüş için gelen turistler bir köy evinde öğle yemeği için mola vermişlerdi. Açıktığımı hissettim! Ama yürümeye devam ettik. Bel tarafına doğru 6 km kadar yürüyecektik.
Köyün araç yolundan çıkmış, yolu bile olmayan yerlerden ilerlemeye başlamıştık. Karadeniz yine gözden kaybolmuştu! Doğru yönde yürüyüp yürümediğimi bilmeden yürüyordum. En büyük destekçim ve yardımcım ise elimdeki batondu. Sınırları taşlarla örülmüş özel şahıslara ait arazilerin içinde ilerliyordum. Birileri çıkıp özel arazisinde ne işi olduğumu sorsa verecek cevabım yoktu. Bu örülmüş taşların üzerlerinden geçebileceğim yerler bulmak için yolumu dahada uzatıyordum. Hayli gittikten sonra tekrar araç yoluna çıkmıştım. Karadeniz yolun kenarında beni bekliyordu. Gözlerinde halime içinden katıla katıla güldüğünü belirten bir ifade vardı. Orada biraz dinlendikten sonra tekrar yürümeye başladık. Düz, kurak yollarda ilerlerken 3 kişilik bir turist ekibide karşıdan bize doğru geliyordu. İki erkek ve bir bayan turistlerden yaşlıca olan adam muhtemelen diğerlerinin babasıydı. Gencecik bu insanların bu yolları yürümesinin amacı kişisel gelişimlerini sağlamak olmalıydı. Bizde ise aman kızımın-oğlumun rahatı bozulmasın, huzurlu-mutlu olsunlar diye tekdüze bir hayatın içinde televizyon-bilgisayar karşısında ömür dolturtuyorduk.
Yine dağları tırmanmaya başladık. 5 kişilik turist grubu ile tekrar karşılaştık. Sırtlarımızdaki çantaların ağırlığından, böyle nasıl yürüdüğümüzü sorduklarında Karadeniz cevap vermişti. Benim verecek bir cevabım yoktu. Nasıl yürüdüğümü ben bile bilmiyordum! Zeytin ağaçlarından ve eski evlerin olduğu yeşil bir alanda mola verdik. Ben pestilim çıkmış  bir şekilde uzandım. Karadeniz gözden kaybolmuştu. Çevreyi keşif gezisi yapıyordu muhtemelen. Benim çevredeki güzellikleri görecek halim yoktu. Orda dinlenmek iyi gelmişti. Telefonumu açıp, sağı solu aradım. Telefonda anneme, arkadaşlarla Antalya'da Likya Yolunu yürüdüğümü söyledim.  Hem bana güvendiğinden hemde bunları sorgulayacak kadar kurnaz ve uyanık yapısının olmadığından, kiminle, nasıl yürüyorsun diye hiç sormamıştı. Babam olsa sorardı. Ancak oda artık rahmetli olmuştu. Korkacağım, çekineceğim kimsem kalmamıştı!
Karadeniz bir süre sonra geldi, toparlanıp yürümeye devam ettik. Deniz kenarındaki dağ yollarından ilerliyorduk. Karadeniz yine önde ben ise arkadan nal toplayarak gidiyordum. Arkadan aniden gelen "napıyorsunuz burada?" sesiyle irkildim. Korkmuştum. Dağda zeytin toplamak için gelmiş bir amcaydı bu. Biraz oturup onunla sohbet ettik, fotoğrafını çektim. Ardından ben önde o arkada yürümeye devam ettik. Onunla yollarımız ayrıldıktan sonra keçi yollarında yürümeye devam ettik. Zeytin ağaçlarının olduğu bir alanda tekrar başka bir adamla karşılaştık. Buralardaki köy halkı için Likya yolunu yürümeye gelen turistler bir geçim kaynağı olmuştu. Gecelemek istersek bize yemek ve yatacak yer verebileceğini söyleyen adamla ayaküstü konuştuktan sonra tekrar yürümeye devam ettik. Bir su sarnıcının başında durup mola verdik. Karadeniz; su sarnıcının içine kenardaki kutuyu ip yardımıyla sarkıtıp su çıkarmış, elini yüzünü yıkamıştı ardında ben yıkamıştım. Buralar çok kurak olduğu için su sarnıçları hayatı önem taşıyordu. Ve tekrar yürümeye devam. Nihayet Bel Köyüne varıyoruz. Bizim geldiğimizi gören bir kız çocuğu akşam bizi ağırlamak için evlerine davet ediyor. Karadeniz evlerinin nerede olduğunu sorduğunda ilerdeki evi gösteriyor. Evleri yeni ve köyün en güzel evlerinden biriydi. Bu kız çocuğunun babasının geliri iyi olmalıydı. Karadeniz kızın teklifini kabul etmemişti tekrar yürümeye başlamıştık. Yapıp yapmayacağımız her şeyin kararını Karadenizin vermesinden sıkılmıştım! Neden o karar veriyordu? Neden karar verirken bana hiç bir şey sormuyordu. Sabahtan beridir yürüyorduk, yorulmuştum ve açtım. Akşam 17:00-18:00 arasıydı. Artık yürümek istemiyordum! Köyün içinde ilerlerken yolda bir kadına rastladık. Suyunun olup olmadığını sorduk. Biraz ilerdeki evine kadar yürümüş ve evinin bahçesine girmiştik.Suyu aldıktan sonra yürümeye devam etmek için ayaklanan Karadenizi görmezden gelmiştim. Su şişelerimizi doldurduktan sonra  bize yemek yemek ve yatacak yer teklif eden kadına tabi olmak  daha cazip geliyordu. Artık iç seslerimi konuşturmuştum. Kadına; "Sabahtan beridir yürüyoruz ve hiç birşey yemedik. Beni aç aç yürütüyor"  sözlerimin üstüne kadın Karadenize çıkıştı. Sabahtan beri aç aç yürünürmü? Hemen size bir şeyler hazırlayayım diyerek içeri koştu. İşte benim fırsatsızlıklar ve eşitsizlikler içinde dahi vefakarlığını gösteren Anadolu Kadınım. Yardım feryatlarımı duymuş, beni anlamış ve koşuşturmaya başlamıştı bile. Kadın ittifakı karşısında bir şey yapamayan Karadeniz evin önündeki sandalyeye oturmuştu. Yemek hazır olana kadar o kadının evinin ve çocuklarının fotoğraflarını çektim. Durumlarının çok iyi olmadığı her halinden belli oluyordu. Evde ne var ne yoksa bir anda masanın üzerine çıkarmıştı.  Çay, patates kızartması, ekmek, üzüm, elma, oraya has yetişen bir meyve.... Allahım bunlar ne büyük nimetlerdi! Sıcak birşeylerin mideme giriyor olmasından duyduğum haz ve mutluluğu anlatmaya kelimeler yetmeyeceğinden anlatmaya uğraşmıyorum. Sen kendini zorlayıp hayal gücünü kullan ve beni anlamaya çalış ey okuyucu!
Kadının eşi arıcılıkla uğraşıyordu. Arıcılık kıyafetleri yanıbaşımızda duruyordu. Kadının büyük kızı okumaya çok istekli ve okulda çok başarılı bir öğrenciydi. Babası ise basmakalıp bir Türk erkeği! Kızını ortaokuldan sonra okutmaya yanaşmıyor. Anası ise kızının kendi ile aynı kaderi yaşamasını istemiyor. Kızın öğretmeni öğrencisinin peşini bırakmamış, haber göndermiş köye. Kızın bütün dersane masraflarını okulundaki öğretmenleri aralarında topluyor. Kızın babası cebinden birşey çıkmayacağı halde kızını okutmak istemiyor! Kızının başına bir haller gelirse ne olurdu! Kızın yeri evinin, evlendikten sonra kocasının yanıydı!  Küçük olan evlerine bir oda ekletmek için bile varları yokları gitmiş, borçlanmışlar. Ama o kadın kızını okutmak için elinden geleni yapar eminim. Yani öyle umut ediyorum.
Köyün en güzel evine davet eden kızın teklifini değilde neden bu evden gelen teklifi kabul ettiğimi biliyormusun? diye sordu Karadeniz. Neden diye sordum cevap vermedi. Sonra söylerim dedi. 
Yedikten, içtikten birazda dinlendikten sonra Karadeniz bir miktar para çıkartıp Kadının eline verdi. Parayı çok bulan kadın itiraz etmek istesede Karadeniz dinlemedi. Yöreye has olan ve ismini unuttuğum meyveden cebimize alarak evdekilerle vedalaştık. Yollara düştük. 
Neden diğer evde değilde bu evde mola verdik diye sorduğumda  Karadeniz; diğer evdekilerin durumun iyi olduğu evin yeni ve iyi olmasından anlaşılıyor. Bizim geldiğimizi gördüğünde kız koşarak gelip bizi davet etmişti. Ancak bu evde kimse bizi davet etmedi. Gerçek ihtiyaç sahibi kimseden bir şey istemez! diye konuştu. Vayyyyy... Bu sözlerle kahraman Karadeniz olup çıkmıştı gözümde. Yiğidim, aslanım! Sen ne yere bakan yürek yakanmışsın! Karnımda tok, suyumuda içmişim... Gözümde kahraman görünmesinde başka ne olsun!
Baya yürüdük. Hava kararmaya başlamıştı. Yürürken Karadeniz anlatıyor, anlattıklarının rehavetiyle kızıyor ve sesi yükseliyordu. Akdeniz insanında ekip dikecek arsa yok, tarlalarında taşı temizleyip ekip dikecek yer yapıyorken, tembel miskin insanlar ise yattığı yerden para kazanıyor. Benim milletim açken seçimle başa gelenler keyif içinde bir hayat sürüyor! Köylü evine bir oda eklemek için borç içinde yüzüyor, kimileri trilyonları soyup kaçıyor, kimsede hesap sormuyor! Haklıydı valla... Ama yollarda sefil, yorgun olan bu garip Haccecan'ın elinden ne gelir ki?  
Kamp için uygun yer arıyor ancak bulamıyorduk. Bel Köyünden sonra 4 km daha yürümüş Belceğize varmıştık. Burası Bel Köyünden çok daha güzel olmasına karşın araç yolunun ordan geçmesinden dolayı bütün herkes Bel'e yerleşmişti. Belceğiz gözüme cennet gibi görünmüştü. Kamp için bir ulu ağacın altını seçtik. Çadırlarımızı kurmaya başlamıştık. Çadırları kurarken Karadenizle tartışmaya başladık. Kızını okutmak istemeyen o baba bir aptal!" dediğinde "Adam doğru onu bilmiş onu kabul etmiş. Yaptığı yanlış olsada kendisine göre doğru bir şey yapıyor ve kendince kızını korumaya çalışıyor" dediğimde yüksek sesle itiraz edip "hayır o adam sadece bir aptal!" deyip cevap verdi. Çok kızgın görünüyordu, onun kızgınlığı banada bulaşmış bende kızmıştım. Aptal bir adam için! bana kızıyordu. Benim ne suçum var be! Adamın bakış açısıyla bakmaya çalışıyorum olaylara. Ah benim şu hiç olmadık yerlerde orta yolu bulmaya, herkesi anlayıp sevmeye çalışan yanım! Bende bu yanımdan hoşlanmıyorum... Ama Karadenizin laftan sözden anlamayan, babasını bile tanımayan yanına göre benim ortayolcu yanım melek kalıyordu!
Çadırları kurduktan sonra kamp ateşini yaktık. O gece soğuktu. Yağmurluğumun üstüne montumuda giymiştim. Gökyüzü harikaydı! Yıldızlar parıl parıl parlıyordu. Sonsuz bir kainatın ortasında iki zerreydik. Nerden gelip nereye gidiyorduk! Bunları düşünürken, arkadan bir ışığın bize doğru yaklaştığını söyledi Karadeniz. Arkama dönüp baktığımda bir ışık kaynağı bizim olduğumuz yöne doğru geliyordu. Sonra ortadan kayboldu. Tedirgin olmuştum.  Korku filmlerindeki canavarlar, seri katiller ve azılı hırsızlar kafamın içine doluşmuştu birden! Ürkmüştüm...Yatma vakti geldiğinde çadırlarımıza  doğru yürüdük. O sert kızgın  Karadeniz gitmiş yerine koruyucu melek Karadeniz gelmişti. Koruyucu Karadeniz çöp, çalı, kozala ne varsa çadırımın etrafına dağıtmıştı. Çadırıma birisi-birileri yaklaşmaya çalıştığında bunlara ayağı takılacak ve çıkarttığı ses ile bir geldiklerini anlayacaktık! 
O gece daha önce hiç duymadığım çığlığa benzer sesler duyup uykumdan uyandım. Karadeniz sesi duydun mu? diye sordum. "Duydum, baykuş sesi!" dedi. O nasıl bir baykuş sesidir. Baykuş "buğ buğ!" diye ötmeyi unutmuş, çığlık atıyordu resmen. Bu başkuş sesinden ürktüğüm içinde Karadeniz benimle dalga geçecekti. Tekrar uyuduğumda bu sefer kendi öksürük sesime uyandım. Gece boyunca öksürdüm. Öyle bir kaç kez uyandım. O gece soğuktu. Üzerime bir şeyler daha giyip tekrar uyudum.  
(Bayram tatili için başka bir şehirden arkadaşım ve eşi geliyor. Tatil süresince onlarla birlikte olacağımdan Likya yolu serisine bayramdan sonra devam edeceğim. Herkesin Ramazan bayramının bayram tadında geçmesini diliyorum. Gönülleriniz sevgi ile dolsun.)

2 yorum:

  1. "Erkeğin ölüsü gancığın dirisi makbuldur" bu muzir söz için uygun zemin bulmuş kadın:) çokta hoş olmuş doğrusu:)

    günde kaç km yürüdünüz haccecan sanırım ortalama 12 km filan,okuduğum kadarıyla tahminim bu oldu..

    şura var ya- Evde ne var ne yoksa bir anda masanın üzerine çıkarmıştı. Çay, patates kızartması, ekmek, üzüm, elma, oraya has yetişen bir meyve.... Allahım bunlar ne büyük nimetlerdi! Sıcak birşeylerin mideme giriyor olmasından duyduğum haz ve mutluluğu anlatmaya kelimeler yetmeyeceğinden anlatmaya uğraşmıyorum. Sen kendini zorlayıp hayal gücünü kullan ve beni anlamaya çalış ey okuyucu!

    bura çok hoştu:)hele iftar saatine yakınken daha da bi hoş oldu:)

    bayramdan sonra likya yolunu okumak üzre bende sana güzel bir bayram geçirmeni diliyorum:))

    program kapanış konuşması gibi oldu:))

    YanıtlaSil
  2. :) Çok tatlısın Allımorlu...
    Kalbimden sana doğru ılık ılık sular akıyor :)))
    Valla günde ortalama 10-12 km yürümüşüzdür..
    Ramazan bayramın kutlu olsun.
    Sevgiler...

    YanıtlaSil

Yorumlarınızı Bekliyorum