Görev Beni Çağırıyor... Seni de...

3 Kasım 2008 Pazartesi

Geziden geriye kalanlar....


Pazartesi sendromunu yaşadığım şu dakikalarda iş nedeniyle sıkıldığım bir olayı unutmak amacıyla yazdığım bu yazıyla karşınızdayım. Öhöm öhöm...

Haftasonu yine Artvin'e kamp kurmaya gittik. Cumartasi sabahı 07.30 ' da evden çıktım, akşam 19:00 sularında kamp kuracağımız alana vardık. Artvin, Şavşat, Karagöl...

15 gün önce ise Borçka - Karagöl'e gitmiştik. Artvin halkı "galiba il sınırlarında ki bütün göllere aynı ismi vermiş" diye düşündüm bir an. Sularının karalığından mıdır, iklim şartlarının karalığından mıdır bilinmez ama aynı adı taşıyan iki Karagöl'e gitme şerefine eriştim.

Kamp yerine vardığımızda yolculuğun uzun olmasından olsa gerek herkeste yolculuk sonrası mahmurluk vardı. Herkes bir işin ucundan tuttu. Kimi çadırları kurmaya başladı, kimi ateşi yaktı, kimi odun topladı, kimi eşyaları taşıdı. Birlikten kuvvet doğdu, çok geçmeden çadırları kurup, ateşin başında ki yerimizi almıştık.
Ateş başı sohbetleri güzel oluyor. Herkes birbirine takılıyor, laf sokuyor, şakalaşmalar, hikayeler, devlet meseleleri, uyurken kimlerin horladığı ve nasıl horladıkları....

10 kişi gittiğimiz gezide iki bayandık. Müzeyyen ile bu kampta tanıştım.

Dağda özellikle bayanlar için zor olan konu ise "çiçek toplamak"tır. Çiçek toplamak için 10-15 dakikalık yol yürümek zorunda kalmamız; sabun, tuvalet kağıdı ve hijyen açısından hiç uygun olmayan tuvaletleri kullanmamız gerekmesi ise şikayet ettiğimiz konulardan bir tanesiydi.

Şimdiye kadar bir çok umumi tuvaleti kullanan biri olarak gözlemlediğim konu ise şu. Erkek tuvaletleri bayan tuvaletlerine göre çok daha temiz oluyor. Biz bayanlar evlerimizi pırıl pırıl yapıyoruz ama ortak kullanmak zorunda olduğumuz alanlara dikkat etmiyoruz. Neden?

Yatma saati geldiğinde ise -geçen kamptaki gece üşümemden dolayı çok sızlandığımdan olsa gerek- uyku tulumlarının en iyilerini Müzeyyen'le bana verdiler. Bu bile işe yaramadı. Geçen kampta meğer ben üşümemişim. "Donmak ne" bu sefer gördüm. Bütün vücudum tutuldu. Ayaklarımı birbirine sürtüp ısıtmaya çalışıyorum ama nafile. Ayağımda üç çorap, üstümde montla yattım ama banamısın demiyor. Önceden titremekten uyku tulumunun içinde horon tepmiştim, şimdi ise kolbastı oynadım resmen. Sabaha doğru ise uyku tulumunun ayak kısmında ki açık fermuarı farketmemle resmen yıkıma uğradım. -50 dereceye kadar soğuğa dayanaklı tulumların içinde donmayı başaran birisi olarak üşüdüğümü kimseye söyleyemedim. Beni salak sanmasınlar diye. Hangi akla hizmet uyku tulumunun ayak kısmına fermuar dikerler anlamıyorum. Zorla girdiğim ve içinde tabuttaymış gibi hissettiğim uyku tulumlarını sevemeyeceğim kesinleşti. Yatakta bile sabaha kadar dört dolanan bana uyku tulumu dar geldi. Sabah olduğunda yalnız olmadığımı bilmek beni sevindirdi. Kamptakilerin bir çoğu üşüdüğünü söyledi. Müzeyyen'de "uyku tulumunun ayak kısmında ki fermuarların açık olduğunu ve çok üşüdüğünü" söylediğinde içimden bir "oh be, tek salak ben değilim" dedim. O gece kırağı yağdı. Gece kalkıp arabada ısınmaya gidenler bile oldu. Sabah ateş yakıldığı zaman uyku tulumunun içinde donarak ölmek yerine, ateşin başında ısınmayı tercih ettim. Gece bir tek soğukla mücadele etmedim, bizim çadırın çevresine kurulmuş üç çadırda ki yoğun horlama sesi ilede yabanı hayvanların kampımızı bastığını sanıp, korkudan da uyuyamadım.

Çadırdan çıkarken, çadırın üstüne yağan kırağılar saçlarıma yapışmış. "Gece üşüdünmü" diye soranlara "dondum" diye yanıt verdiğimde Kamil amcamın kırağı yağmış saçlarımı tutarak söylediği cevaba ise hepimiz güldük.
-Donduğun belli, baksana don tutmuşsun.
Gece karanlığında vardığımızda kamp alanını görememiştik. Gündüz alıcı gözüyle baktığımda, çam ormanıyla kaplı olan Karagöl ismi gibi karaydı. İçinde alabalıklar nazlı nazlı yüzüyor, bizi farkettiklerinde kaçıyorlardı. Bu arada Müzeyyen'le göl etrafını turluyorduk. Fotoğraflarımda modellik yaptık sağolsun. Arkadaşlar model olarak onu çağırdıklarında göl etrafında ki turumu tek başına tamamlayarak kamp alanına döndükten sonra kahvaltı masasını hazırlayıp çayla birlikte yedik. Kahvaltıdan sonra, kamp alanına inekleri ve iki köpeğiyle gelen teyzeyle sohbet ettik. Anadolu misafirperverliği ve canayakınlığıyla bizi evine davet etti, çebindeki meyvelerden ikram etti. Köpeklerini besledik, artan kahvaltılıkları ineklere yedirdik. Fotoğraflarını çektim merak etmeyin, Fotoğraf Dünyam bloğumda sizlerle paylaşırım.

Yavaş yavaş çadırları, eşyaları toplamaya ve arabalara yerleştirmeye başladık. Dönüş yolu ise gidişten çok daha fazla uzundu. Yolda sürekli durup, fotoğraf çektik. Yusufeline vardığımızda 6000 küsür nüfuslu ilçenin tek benzin istasyonunu bulamadık. Yolda birisine sormak için arabayı durdurduk. Yanında durduğumuz adam biz "benzin istasyonu nerede?" diye sormadan yolu gösterdi. Cevabını dikkate almayıp soruyu sorduğumuzda tekrar aynı yönü gösterdi. Yolu gösterirken konuşamayıp, anlamsız sözcükler söylemesinden adamın dilsiz olduğunu anladık. Soruyu sormadan cevap vermesine ise şaşırdık. Olayı diğer arabadaki Kamil amcama anlattığımda ise cevabı bizi yine güldürdü.
-"Siz 6000 nufüslu bir yerde dilsiz adamı bulup adres sormuşsunuz, ben 15 milyonluk İstanbul'da dilsiz birini bulup adres sormuştum"
Yusufelinden çıkarken, doğru yolda olup olmadığımızı sormak için arabayı durdurduk. Sırtında yük olan kadın ile 12 yaşlarında ki kızı yabancı adamları görünce daracık yolda ilk önce panikleyip, arabaya arkalarını döndüler. Küçük kız "ben bilmem anam bilir" dedi. Annesi ise gözleri yerde "he doğru yoldasınız, devam edin" diye cevap verdi. Gözlerini sakınmayı anasından öğrenen küçük kızın halini görmenizi isterdim. Edep ve haya örneğiydi ana ve kızı.
Karşımıza çıkan çeşme önünde ise mola verdik ve gece pişirdiğimiz kuru fasulyeyi ısıtıp yedik. Yanına ise soğan kırıp yedik. Müzeyyen ve ben ilk önce yemek istemedik. Baktık ekipteki herkes .yiyor, soğan kokusu çekeceğimize bizde yiyelim dedik ve hatur hutur soğanları yedik.
Yollar çok dar ve bozuktu. Dönüş yolu bana çok uzun geldi. Neyseki evime sapasağlam geldim. Bir geziden hafızamda kalanlar bunlar. Fotoğrafları en kısa zamanda yayınlarım.
Telsizle ilgili bir kaç şey öğrendim. Telsiz dilinde 99 küfür demekmiş. Küfür söyleyemeyen bana bu bilgi çok gerekliydi. İçimden küfür etmek geldiğinde artık 99 diyeceğim. Pucca 'nın yaşadıklarına seyirci kalanlara, Pucca'nın çektiği acılara sebep olan hayvanlardan daha aşağı olan insanlara 99. 99'zun en okkalısı. Dilerim ahirette kadın olarak yaratılırsınız ve yaşattığınız acıların yüz mislini yaşarak hergün öldürülüp diriltirsiniz. "Boynuzsuz koyunun, boynuzlu koyundan hakkını alacağı günü" sabırsızlıkla bekliyorum.

5 yorum:

  1. benim dedemin dedesigiller şimdilerde gürcistan sınırlarının içinde kalan batumdan göçe zorlanmışlar ruslar tarafından vakti zamanında,ve ilk önce artvine göç etmişler,bunu öğrendiğimden beridir hep hayalimdir artvini karış karış gezip oradanda batum'a geçmek,şimdi senin bu yaşadığın haftasonu macerası ayrı bi heyecanlandırdı beni okurken,,
    dostlarla geçirilen heyecanlı ve maceralı bir günde hiç görülmemiş biyeri görmek mutluluk adına ciddi bi fırsat olmuş haticecim senin için,valla tebrikler,,

    YanıtlaSil
  2. bide bu puccayı sen yazınca şimdi okudumda bu yazısını,kanım dondu gerçektende,Allah sabır ve huzur versin hayatına,,
    ve senin tabirin bendende gitsin öylelerine,,

    YanıtlaSil
  3. tadı damağında kaldı sanırsam artvinin kaçırmadın 2.geziyii merakla resim bekliyorum doğa süperr orda yaa birde içime çekesim geliyorr ordaki tertemizz havayıı

    YanıtlaSil
  4. Bu yorum yazar tarafından silindi.

    YanıtlaSil
  5. Bu yorum bir blog yöneticisi tarafından silindi.

    YanıtlaSil

Yorumlarınızı Bekliyorum